Makale

TATLI MEYVE YAPRAKLARIN ARASINDA GİZLİDİR

TATLI MEYVE YAPRAKLARIN ARASINDA GİZLİDİR

Dr. Abdullah KUŞLU
Berlin Din Hizmetleri Müşaviri

Ölüm, gerek modern gerek postmodern çağın insanı için bir muammaya dönüşmüş durumda. İnsan neredeyse hayat ile ölüm arasında sıkışıp kalmış bir varlık gibi hissediyor kendini. Günümüz toplumunun tekdüze yoğun çalışma şartları zamanın ve mekânın idrak edilmesini gitgide zorlaştırıyor. Zaman, insanın daha çok ürettiği oranda kıymet kazanırken neticede sürekli üretmek zorunda kalmak, tüketmeyi hak olarak gören bir anlayışı getirmektedir. Nitekim “şimdi” üretmenin ve tüketmenin, “şimdi”yi zevk etmenin, “şimdi”yi merkeze alarak yaşamanın insanı ruhsal ve düşünsel olarak sınırladığı göz ardı edildiğinde yaşam geçmiş ve gelecekten kopuk salt “şimdi” olarak kutsanmaktadır. Dolayısıyla artık insanın zaman ve mekân bilinci, başlangıcı ve sonu olan bir yol hikâyesi olmaktan uzaklaşarak “an”ların değil sadece süreğenliği olmayan “şimdi”nin merkezde olduğu bir tasavvura dönüşüyor. Ölüm, insan zihninde geçmiş ve gelecekten muaf “şimdi”den kopuk olarak bir tereddüt durumu, tedirginlik hâli ve anlamdan yoksundur, bir geçiş ve durak değildir artık. Böylece zaman insanı koordine eden, insana intizam veren, onu diri tutan, mebde ve meâd boyutuyla içinde umut barındıran ve eşikleri olan bütüncül bir perspektiften yalıtılmış olarak insan zihninde bir dağılma ve çözülme sürecine girmektedir.
Her şeye rağmen ölüm genel olarak mutasavvıfların eserlerinde olumlanan bir şeydir, ancak ölümü düğün olarak nitelemek daha çok Mevlana’ya mahsustur. Diğer yandan ölümü düğün olarak nitelemek nasıl açıklanabilir ki, ölümü böyle yorumlamak nasıl mümkün olabilir ki? İnsanın ölümü düğün olarak tasavvur edebilmesinin yolu, kendisiyle büsbütün barışık olmasından mı yahut yaratılmış olmayı, hayatı ve ölümü bir bütün olarak tasvir ederek ilahi tecelli ile irtibatlandırmasından mı ileri gelir? Günümüzde bir mesele olarak ölümü toprağa karışıp yok olup gitmek şeklinde anlamak onu anlamlandıramamanın, hayatı ve ölümü buluşturamamanın, ölümle yüzleşmeyi göze alamamanın ve nihayetinde ölümün korku ve tedirginliğini izale etmenin çabası mıdır acaba?
Mevlana’nın ölüm düşüncesinin teşekkülünde öncesi ve sonrasıyla birbirini takip eden belli başlı kavramlar ve bu kavramların işaret ettiği zaman dilimleri mevcuttur. Nitekim Mevlana eserlerinde Hak Teâlâ’nın ruhları yarattıktan sonra onlara; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”, diye sorduğunu ve ruhların hep birlikte “Evet, şahit olduk ki sen bizim Rabbimizsin.” diyerek Yaradan ile sözleşme yaptıklarını vurgulamaktadır. Bu ahitleşme Mevlana’nın düşüncesinde bir yandan insanın seçkinliğini ifade ederken bir yandan da insana sorumluluk yüklemektedir. Mevlana bu şekilde Araf suresi 172. ayeti referans gösterirken insanoğluna dünya hayatının ölüme uzanan yolun bir başlangıcı olduğunu hatırlatır. Diğer yandan onun ölümle ilgili referansları ve yorumları insana sahipsiz olmadığını, aidiyeti ve döneceği yeri olduğunu hatırlatmakta, insanın boşluğa düşmesini engellemektedir. Hayat ve ölüm, insanı vahyin muhatabı kılan, başlangıcı ve sonu olması açısından ardıllığı olan bir zaman mefhumudur. Bu mefhum, umut ve korkuyu barındırmakla insana enerji ve umut verirken bir yandan da insanı Yaradan’a rapteder. Mevlana, farklı şekillerde beyitlerinde bir yandan elest bezmi kavramını, bir yandan da Hz. Âdem’in (a.s.) cennetten çıkarılmasını zikrederek insana Hz. Âdem’den (a.s.) beri devredilen mirası yani döneceği bir vatanı olduğunu hatırlatır.
Mevlana, insanın yol hikayesini ve zamanın ardıllığını dünya hayatıyla ilgili metaforik anlatımlarla pekiştirmeye devam eder. Nitekim onun düşüncesinde dünya bir gurbettir ancak gurbet fikri de asli vatan fikriyle alakalıdır. Çünkü Mesnevi’de bir beyitte Mevlana şöyle söyler: “Elest bezmindeki sözleşme gereği insan dünyaya gönderildi.” Zamanı ve insanın dünya yolculuğunu elest bezmine isnat etmek bir yandan meseleye metafizik bir anlam ve derinlik yüklerken bir yandan da insanın telaşlanmasını, tedirginlik ve kaygısını azaltmaya matuftur. Bu düşünme biçimi insanın belirsizlik içinde gurbette kaybolmasını ve kendini unutmasını engelleyebilir. Böyle düşünmek aynı zamanda insanın bağlayıcılığını ve özgürlüğünü belirlemektedir. İnsan bir yandan kendisi için belirlenen cüzi iradesi ile kendine alan açılarak özgür kılınan bir varlık, bir yandan da Yaradan ile bağı
olan, vahiyle ve peygamberlerin gönderilmesiyle başıboş bırakılmamış bir varlıktır. Elest bezmi bir yandan insanın fıtri gerçekliğine, bir yandan da insanın dikey ve yatay düzlemde Yaratıcı ve mahlukatla bağlarını kuvvetlendirmesine zaman ve mekânla kenetlenmesine ihtiyacı olduğuna işaret eder. Buradan bakıldığında insanın bağları aynı zamanda dayanağıdır; onun kaybolmasını engeller. Bu durum dünya yolculuğunda kestirilemeyen durumlarla karşılaşma ihtimali olan insana direnç verir ve insana yalnız olmadığını hatırlatır.
Mevlana, insanın yolculuğunun başlangıcı olan elest bezmi ile bitişi olan ölüm arasındaki akışı bazı kavramlarla doldurmaktadır ve bunlar birbirini tamamlamaktadır. Dünya hayatı, aşk, ölüm, ayrılık, vuslat gibi tabirler onun düşüncesinde hayatın eşikleri olarak karşımıza çıkar. Dolayısıyla insanın hayatı ve ölümü herhangi bir varlığın hayatı ve ölümü gibi düz, tekdüze ve sıradan değildir. Hayat ve ölüm özellikle de insan için oldukça anlamlıdır. İnsanın fâni olması ve yaşamın kısalığı bu gerçeği değiştirmez. Belki de özellikle insan kısa yaşamına rağmen toprak olup gitmeyi istemeyecek yegâne varlıktır. Bu açıdan gurbet ve ayrılık mekânı olan dünya vuslata giden anlamlı bir yoldur ve hayat insana bir lütuf olarak bahşedilmiştir. Dolayısıyla Mevlana’nın ayrılık-vuslat, külli aşk-ölüm mefhumları insanın devraldığı mirası ve varacağı yeri olduğunu vurgular. Hz. Âdem’den ayrılığı miras alan insan için dünya hayatı zahmetin içinde rahmetin saklandığı bir eşik ve vuslat günlerini anımsatan bir mekândır. Bu açıdan zaman, birbirini tamamlayan eşiklerden ibarettir ya da insan ömrü “an”ların ve “şimdi”lerin birikmesinden ibarettir. Böylelikle zaman ayrılığa, vuslata ve insana dair izler barındıran, birbirini tamamlayan eşiklerin bütünü, öncesi ve sonrası ile bir rahmet-i ilahinin işleyişine şahit kılınan ve süremi olan bir anlam-yorum kazanmaktadır. Mevlana şöyle söylemektedir: “(Yaratıcı) Âlemi lütfetmek için yarattı. Ayrılık bile, onun kahrından doğmakla beraber vuslatın kadrini bilmek içindir. Bu suretle (Yaratıcı) diler ki canın kulağını bursun, onu tedip etsin de can, vuslat günlerini bilsin.” (Mevlana Celaleddin Rumi, Şark İslam Klasikleri, Mesnevi, c. I-VI, (çev. Veled İzbudak), Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1990.)
Mevlana’nın düşüncesinde Hz. Âdem’in cennetten çıkarılması ile başlayan ayrılık ve ölümle gerçekleşen vuslat birbirini tamamlayıcı iki unsur olarak tasavvur edilirken ne ayrılık mekânı olarak dünya ne de Hakk’a vuslat olarak ölüm bir boşluk ya da anlamdan yoksunluk barındırmaz. Dolayısıyla gurbet-asli vatan; ayrılık-vuslat kavramları insana sadece bir aidiyeti hatırlatmaz, aynı zamanda insanın bu dünyada terk edilmediğini, dünyaya atılmadığını ve onun sahipsiz bırakılmadığını hatırlatır.
Mesnevi’de hayatı ve ölümü anlamlandırırken dünya hayatını mahkeme koridoru olarak tanımlayan Mevlana bir başka beyitte de ölümü bir şehre dönmek olarak tasvir eder. Mevlana’nın Mesnevi’de ölüm ile ilgili tasvirlerine bakıldığında güz, hazan, kış, hastalık gibi metaforları farklı perspektiflerle yorumladığı görülmektedir. Bir beyitte ölüm, dallar ve yaprakların sararması ile tasvir edilirken kâinatın renkleri ile insanın hayat eşikleri arasında bağlantılar kurulmaktadır. Hazan ve bahar insan ile âlemin tecrübe ettiği ortak eşiklerdir. Dolayısıyla Mevlana’nın zikrettiği metaforlar sabretme, bekleme, yavaşlama, duraklama gibi yaşanmışlık ve hatırası olan ya da anlam itibarıyla tahammül etmeyi anımsatan metaforlardır. Bütün bu kavram örgüsü insana hayat ile ölüm arasında zaman ve mekânın dağılıp gitmediğini hatırlatır. Bu açıdan hız içermeyen bu tabirler olumlu bir oyalanmaya işaret eder. Bu dünya hayatı bir oyalanma yeriyken aynı zamanda insanın yaratılması ve dünyaya gönderilmesi de idrak edilmesi gereken önemli bir eşiktir. İnsan ayrılık ile vuslat, gurbet ile vatan arasındaki bekleme ve durma eşiklerini idrak edemediğinde hayatı ve ölümü tecrübe etmenin ne olduğunu takdir ve tayin edemez, kendini “şimdi”ye mahkûm eder. Oysa öncesi ve sonrası olmayan “şimdi” en çok belki de insanı tedirgin eder, hayatı ve ölümü süremi olan eşikler ve ardılı olan “şimdi”ler olarak görmek ise insanı bir yere ait kılar, agresifliğini ve yalnızlığını azaltır.
Mevlana, sadece hayatı ve ölümü ya da ayrılığı ve vuslatı birbirini takip eden ve tamamlayan eşikler olarak yorumlamakla yetinmez; aynı zamanda hayat ile ölüm arasında insanın eylemlerini de bir eşik olarak yorumlar. Mevlana’nın bu düşünme biçimi insanın “şimdi”de pasif değil, aktif ve dinamik olduğu bir zaman tasavvuru ortaya koymaktadır. Nitekim Mevlana burada zamanın ardıllığını “şimdi” ile “sonra” arasında insanın sorumluluğu bağlamında ele almakta ve bir beyitte zamanın eşiklerini “hayat” ile “ölüm” kavramlarıyla birlikte zikrederek şöyle demektedir:
“Kulluk ve iman, şimdi makbuldür. Fakat ölümden sonra her şey meydana çıkınca inanmak, bir işe yaramaz.”
Mevlana bu beyitlerde aynı zamanda insanın güç ve potansiyeline de işaret eder. İnsan “şimdi” ve “sonra” arasında eylemek gücünü haiz bir varlıktır. Hak Teâlâ mahlukat üzerinde mutlak kudret sahibi olmakla birlikte insana cüzi irade ile rahmetini göstermiş ve bazen insanın eylemlerinden razı olmasa da insanın “şimdi” ile “sonra” arasında kendini ve Rabbini bilmesi için vahiyle insanı mükellef ve seçkin kılmış, onlara peygamberler göndermiştir.
Mevlana’ya göre yaşam ve ölüm birbirini tamamlayan ve süremi olan eşiklerdir ve insan “şimdi” ya da “sonra” zamanın içinde kaybolup gitmez. Dolayısıyla Mevlana’nın tatlı meyve ile ölüm kavramını bir arada kullandığı beyitleri onun zamanın süremini vurguladığı istisna beyitler olarak yorumlanabilir. Bu beyitte tatlı meyvenin dalların arasında saklı olduğunu belirten Mevlana sonrasında “ebedî yaşayış da ölümün içindedir” diyerek hayat ile ölümü buluşturmaktadır. Bu bağlamda tatlı meyveye ancak dallardan, yapraklardan sonra ulaşmak mümkündür ve gerek ağacın dallanıp budaklanması gerek yaprakların yeşerip sararması yavaşlamaya ve bir süreme işaret eder. Dolayısıyla dallar ve yapraklar önceye ya da kullanageldiğimiz tabirle “şimdi”ye işaret eder. Tatlı meyve ise dallar ve yapraklardan sonra ortaya çıkana “sonra”ya yani olgunluğa ve ömrün son demlerine ya da ölüm ile birlikte hayatın son bulduğu ancak yeni bir hayatın başladığı eşiğe işaret eder. Bu açıdan “şimdi”yi idrak etmek “sonra”yı imar etmek anlamına gelmektedir. “Şimdi” ve “sonra” ile ilgili metaforik anlatım insana yavaşlamayı, tecrübe etmeyi, tecrübe ederken idrak etmeyi, anımsamayı, hafızasını taze tutmayı anımsatmaktadır.
Ayrıca ağacın dal budak salması başka beyitlerde de ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem’in (a.s.) gönderilmesi olarak yorumlanırken Peygamber Efendimizin (s.a.v.) gönderilmesi de ağacın meyve vermesi olarak yorumlanmakta, ilk peygamber ile son peygamber arasında zamanın ardıllığı ifade edilmektedir. Böylece Hz. Peygamber’in gönderilmesi ile nübüvvet silsilesinin son halkası tamamlanmıştır. Bu şekilde Mevlana tekrar “şimdi” ve “sonra”yı birbirine bağlamakta ve zamanın süremini vurgulamaktadır.