KİŞİSEL GELİŞEMİYORUZ
Hüseyin HAKAN
“Bundan böyle herkesin ne tanıyıp bildiği ne de belirli bir ideolojisi olacaktır.” Gittikçe daha yorgun olduğuna kanaat getirdiği yapılar için bu çıkarımı tercih ediyor Bauman. Fasit daire büyüdü, kendimizi un ufak edip korunmaya çalıştığımız güvenli limanları da içine aldı, diyor. Haksız sayılmaz. Ortak bir maksadı kovalayan çoğunluğun aksine kişisel gelişmeye hevesli bireyler türedi. “Şimdi”sine, üstelik kendi şimdisine tutunanların sayısında da artış yaşanıyor. Bireyin çıkarını öncelemek moda oldu. Hâl böyle olunca çürüyen, cıvıklaşan ve akışkan şeyler tekinsizlik hâlini doğurdu. Böylelikle hareket alanı edebiyat dairesi kadar olanlar adına yeni bir soru belirdi: Çıkılması an meselesi zıvanadan dışarıya seslendiğimizde elimizde ne kalacak?
Edebiyat ve sosyolojinin ortak hareket ettiği alanlarda farklı bir irdeleme mantığı geçerlidir. Edebiyatın maharetiyle sosyolojinin özü irdeleyen tutumu bir araya geldiğinde, edebiyat sosyolojisi olay mahalline herkesten sonra gelir ve olana bitene farklı açılardan bakmak konusunda tereddüt göstermez. Doğru olan da budur çünkü bir şeyler olurken orada yerliler, olaydan etkilenen ve olayla toplumu etkileyenler bulunur. Sıkça yapılanın aksine edebiyat sosyolojisi ihtilaf ve kopuşlardan sonra sınırı çizme yanlışına düşmez. O, sınırlar belirlendikten sonra ihtilaf ve kopuşları masaya yatırır. Geldiğimiz nokta itibarıyla edebiyat dediğimiz dairenin sınırları dışında kıpırdamalar, esnemeler ve bireysel hareketliliklere izin veren çatırdamalar yaşanıyor. Yani ortak çıkarlar ve bu uğurda gerekli olan müzakere sanatı yerine kişisel sırat-ı müstakimler, ne yapıldığından ziyade kimin yaptığıyla ilgilenme kurnazlığı hâkim. Hâliyle, işler bu noktaya geldiğinde ortada kültürel sermaye kalmaz, adına “mahalle edebiyatı” demenin yerinde olacağı bir çeşit tüccarlık doğar. Yetmez, kimliklerin çıkarı mevzuya bahis kabul edilir. Böylece yapılan şey edebiyat değil, edebiyatçılık; paylaşılan şey metin değil, pazarlanmaya müsait anlatılar olur. Bir süre sonra da yapılanların ruhu yerine eşyanın kendisi kıymete biner. Kavramlar ve hikmetle ilgilenmek yerine kafayı kuma gömmek marifet zannedilir.
Çünkü böyledir, bir şeyden herkes sorumluysa hiç kimse sorumlu değildir.
Edebî geçmişimize kuş bakışı bakarsak ortaya çıkacak portre şudur: Tanzimat’la başlayan modernleşme isteği toplumu aydınlatan metinlerden, estetiği önceleyen metinlere doğru yöneldi. Kolay olmayan geçiş sürecini Servetifünun üstlendi ve meseleyi Batı edebiyatını model alarak çözme yoluna gitti. Yine de millî düşünce ve kültürümüzün etkisi tamamen bırakılmadığından saf sanat anlayışı varlığını korudu. Ta ki devreye Cumhuriyet dönemi edebiyatı girene kadar. Tanzimat’ın bakiyesi olan bu anlayış kendisine geniş alan bularak serpildi, yerleşti ve akışkanlaşmaya başladı. Çünkü modernitenin kaçınılmaz talebi akışkanlıktır, üretken bir rutin değil. Fakat asıl akışkanlık, asıl çözülme yakın zamanda başladı. Değer-amaç ilişkisinde çatırdamalar yaşandı. Alana önderlik yapacak olanlar azaldı, rehberler türedi. Sınırlar, ayrışma ve kopuşların artışı da bu vesileyle gerçekleşti. Çünkü akışkan bir edebiyatta değerperestlik anlamını yitirir. Onun yerini hedefsizlik alır, bireyin çıkarları alır. Yani ilkelerden ziyade kâr-zarar maliyetiyle ilgilenen rehberler alır. Bir şeyi yaparak söyleyenler değil yalnızca tarif edenler ve bundan keyif alanlar türer.
Samuel Butler, tahrip edici gücü yüksek olan tespitinde durumu özetler. “Haz,” der, “hak veya görev duygusundan daha güvenli bir yol göstericidir.” Günümüzde olan şey budur.
Bugün gırtlağına kadar “ben aşkı” ile dolu ikonlar, modeller, rehberler, eylemler, gruplar, beyanlar, mübadele biçimleri, yayıncılar, hem yazar hem rol modeller ile birlikte yaşıyoruz. Otoritelerin bu denli çok ve başına buyruk olması peşinden şu sosyolojik durumu doğurur: Olasılıkların sınırsız olduğu dünyada otoriteler varlıklarını sürdürmek ve kendilerine sadık geniş kitlelere ulaşmak için türlü yollar yürürler. En iyinin, en doğrunun ve en üretken olanın kendileri olduğuna yönelik sayısız ifade, pazarlama ve kâr etme yolu geliştirirler. Böylelikle ilkeler ve nitelikli eserler bir kenara itilerek ilkeli ve nitelikli olduğuna ikna edilecek ürünleri biriktirirler. Ekranlarda, yazılı, görsel ve sosyal mecrada kişisel yaşam deneyimlerini, temsil ettikleri topluluğun sarsılmaz ilkesi gibi sunan ve bu yolla takipçi sayısını artırmayı dileyenler azımsanmayacak düzeydedir. Bir metin nitelikten ve ihtiyaçtan sıyrılıp inanmak isteyenlerin ortalama beklentisine ne kadar hitap ediyorsa o denli talep toplar. Çünkü kitleye “bakın sizi anlatıyorum” diyebilmek, kitlenin “bakın bizi anlatıyor” demesini beraberinde getirir.
“Bir durumu, ihtiyacı, hikmet veya tasavvuru değil, sadece beni!”
Ne var ki işler kamusaldan, toplumsal ihtiyaçtan, topluluğun selametinden ve kültürel sermayenin geliştirilmesinden çıkıp bireye ve bireyin özel alanındaki maharetlerine indirgendiğinde ortaya çıkan metinlerde kamusal alan ve özel alan ayrımı ortadan kalkar. Ortak kültür havuzumuz olan edebiyata kişisel dramların yazıldığı, anlatıldığı ve buradan kazanç elde edilen ürünler doluşmaya başlar. Nihayet su iyice bulanır. Bir süre sonra da bir metnin amacı ve yazarın niyeti gibi temel soruların yerini sadece yazarın, yayıncının ve bunlara bağlı medya organlarının eylemleri alır. Okura da kendisini ifade edeceği ürünlere bir an önce sahip olmak düşer.
Zıvanadan çıktığımızda dışarıya sesleneceğiz. “Ütopyadan trajediye uzanan ve bir yerinde buz dağı bulunan yoldayız.” diyeceğiz, “Ve Titanik değiliz.”