DİN HİZMETLERİ VE ADANMIŞLIK AHLAKI
Prof. Dr. İbrahim Hilmi KARSLI
DİB Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı
Adanmak, bir kimsenin bir dava uğruna imkânlarını, hatta yeri geldiğinde kendini feda edebilmesidir. Adanmışlık, her türlü musibet ve imtihanı göze alarak yola çıkma kararlılığını göstermektir. Bu, ifade yerinde ise her kişinin değil, er kişinin işidir. Asaletli insanlar ancak bu erdemli tavrı gösterebilirler. Bir yerde adanma varsa orada mutlaka bir sevda vardır. Adanmış ruhlar, dünyada bulunmanın ve yaşamanın muhasebesini çok iyi yapmış kimselerdir. Onların hak dine şahitlikleri sadece kelime-i şehadet getirmekle kalmaz. Gerektiğinde bedel ödeyerek hakikate şahitlik ederler. Allah Teâlâ’nın gönderdiği din, hak yola kendisini adamış kimseler sayesinde yayılmıştır. Nitekim İslam, her kuşaktan böyle insanların fedakârlıklarıyla bizlere ulaşmıştır. Hz. İsa’nın havarileri Allah yoluna kendini adamış rabbanilerdi. Onlar, Allah’a giden yolda Hz. İsa’nın ve Allah’ın dininin yardımcıları idiler. (Saff, 61/14.)
İlk Kur’an nesli, İslam yoluna kendini adamış bir diğer model topluluktur. Onların yolculuğu yedinci asırda, Allah Resulü’ne vahyin gelmesiyle başlar. Böylece insanlığa son bir çağrı daha yapılır. Kısa zamanda yeni bir dünyanın ve medeniyetin pratik ve teorik temelleri atılır. Akide, ibadet, ahlak ve sosyal hayatla ilgili esaslar konur. İnsanın kavramlar dünyası dinî temelli olarak yeniden tanımlanır. Dil aynı, insanlar aynı, coğrafya aynı… Ama başka bir şey olur. Akide, insan, hayat, kâinat, ölüm, ölüm sonrası sil baştan tarif edilir. İnsanın önüne madde ötesi bir hayatın perdesi açılır, yeni bir dünyanın müjdesi ona verilir. Bu, Araplarca daha önce bilinmeyen bambaşka bir şeydi.
Müminler için ölüm, hesap, cennet, cehennem kısaca ahiret hayatı hem bir uyarı hem de eşsiz bir müjde olur. İnsanlar artık yaşamak için yaşamazlar. Bu dünyada yaşarken öbür dünya için seferber olurlar. Hayat, yeni bir anlam ve derinlik kazanır. İnsanlar hem bu dünya hem de ölüm sonrasında yaşanacak bambaşka bir güzelliğin meftunu olurlar. Tevhide boyanmak ve iyilikte yarışmak ashabın karakteri olur. İlk müminler, İslam’ı yaşamak ve yaşatmak uğruna her türlü çileye katlanırlar. (Âl-i İmran, 3/195.) Ahiret ve hesap şuuruyla kendilerini terbiye eder, akide ve aksiyonda bir diriliş yaşarlar. Dünya hayatı onlar için bir okul olur. Ebedî kurtuluşa ermek ve sonsuz mükâfata kavuşmak onlarda gayelerin gayesi hâline gelir.
Sahabe tarif edilmez bir tutkuyla Kur’an’a ve Hz. Peygamber’e bağlıydı. Bu sevgi, onların zihin, kalp ve ruhlarına işledi. Böylece düşünce, duygu ve pratikler yeni anlamlar ve hedefler kazandı. Allah Resulü’nün önderliğinde sahabe-i kiramla gerçekleşen bu hareket, her alanda bir inkılaba dönüştü. Kur’an’ın yetiştirdiği ilk nesilde adalet, merhamet, cihad, hasbilik, diğerkâmlık, samimilik vb. erdemler sadece bir ideal olarak kalmadı. Aksine bunlar hayatın kendisinde müşahhas hâle geldi, ete kemiğe büründü. Bu güzide şahsiyetler, din hizmeti nasıl yapılır, bunun yol ve yöntemini bizlere gösterdiler. Kısaca onlar var güçleriyle çalışmayı, fedakârlık yapmayı ve bedel ödemeyi yani cihadı öğrettiler.
Yedinci asırda beşerî aktivite planında müthiş bir enerji açığa çıktı. Bu örnek nesil, cihad ve fetih ruhuyla Hicaz bölgesine sığmadı, çevredeki ülke ve kıtalara hızla yayıldı. İman ve ihlasla abideleşenlerin gücü, ayetlerin ifadesiyle rakamlara döküldü, savaş meydanında müminlerin, kendilerinden on kat fazla inkârcıya galip geldiği belirtildi. (Enfal, 8/65.) Böylece niteliğin niceliğe meydan okuduğu bir dönem yaşandı. Kendilerini Allah yoluna adamış bu nesil, O’nun lütuf ve rızasını en büyük gaye edindiler. (Fetih, 48/29.) Hayatlarının her aşamasında büyük bir iştiyakla Mevla’nın hoşnutluğunu kazanma derdine düştüler. Böylece İslam davetçisinin ihlas ve samimiyetinin nasıl olması gerektiğini bizlere öğrettiler.
Bir meslekte başarılı olmanın yolu, o mesleğe gönülden bağlanmakla olur. Aksi bir durumda ne yapan kimse işine dört elle sarılır ne de hizmet verilen kimseler bu işten memnun kalır. Bu gerçek, din hizmeti için de böyledir. Bu din hizmetini, dünyada bulunuşunun bir gayesi olarak görenler üstün bir gayret ve başarı gösterirler. Elbette ki din hizmetinde birçok yeterlilik, bilgi ve beceriye sahip olmak gerekiyor. Ama temel bir şart vardır ki bu olmadığı takdirde verimli ve bereketli bir meslek hayatı mümkün değildir. O da bu mesleğe sevda ile sarılmaktır. Başka bir ifadeyle din hizmetlerine sadece atanmış değil aynı zamanda adanmış olmak gerekiyor. Bu anlamda din hizmeti, meslek kaygısı ve maddi hesapla değil, gönüllü ve hasbi olarak yapılır. Etkisi, gücü ve bereketi de buradan gelir. Aslında hasbilik ve gönüllülük Müslümanca bir hayatın tabiatında vardır. Çünkü Kur’an salih amel işlemeyi, Allah yolunda cehd ve gayret göstermeyi bütün müminlere yüklemektedir. Müminler de bunu ahiretlerini kazanmak için yaparlar.
İlahi kelam, Allah uğruna, din uğruna kendini vakfetmenin metot ve felsefesini bizlere öğretir. Burada metot ihlas, hedef de asla zarar ve ziyanı olmayan ve hayaller ötesi uhrevi mükâfattır. Ancak bu bilinci kazanmak da Kur’an’ı bir tedebbür (düşünmek) ve tezekkür (öğüt almak) kitabı olarak okumaktan geçer. O, sorumluluk yükleyen bir şuurla okunduğu takdirde, bırakın din hizmeti yapanları, sıradan bir Müslüman’ın dahi bir aksiyon, diriliş ve hareket insanı olması gerektiği açıkça görülür.
Bilinmelidir ki İslam davasına adanmışlık şuuruyla hizmet edenler, iz bırakarak bu dünyadan göçerler. Hayırla anılır, isimlerini tarihe yazdırırlar. Çünkü onlar sadece kendileri için değil, başkaları için de yaşamışlardır. Bu kimseler sadece bu dünyada hayırla anılmazlar. Onlar aynı zamanda amel defterlerinin açıldığı o günde de ebedî bahtiyarlar arasında kayıtlıdırlar. Peşine asıl düşülecek, ardından koşulacak başarı ve kurtuluş da bu değil mi? Şahsi menfaat ve ikballeri için hayat sürenler ise ancak yaşadıkları ve yiyip içtikleri ile kalacaklardır. Çünkü onlar nasiplerini zaten burada tükettiler, şanslarını kullanıp sermayelerini sıfırladılar. Ashaba gelince onlar, Allah yolunda malıyla canıyla kendilerini adadılar. Bu güzide şahsiyetler, şahsi ikballeri için değil, ümmetin istikbali için çalıştılar. Bütün gayeleri İslam’ın nurunu karanlıkta kalan insanlara ulaştırmak oldu. Bu sebeple de çağlar boyu Müslümanların ilham kaynağı oldular. Dolayısıyla din hizmetinde metot, ashabın hayat felsefesini kabullenmek ve onların yolundan gitmektir.
İnsan doğuştan bencil ve benmerkezci bir tabiata sahiptir. Manevi bir terbiyeden geçmediği takdirde bu onun bütün davranışlarına sirayet eder. Dolayısıyla din hizmetlerine dünyevi beklenti ve menfaatlerin karıştırılmaması son derece önemlidir. Çünkü aksi bir durumda dinin şahsi hesaplar uğruna kullanılması ve istismar edilmesi söz konusudur. Özellikle bu, din adına faaliyet gösteren, bu konuda toplumun önünde bulunan şahıs ve topluluklar açısından ciddi bir risk oluşturur. Bahsedilen durum, insanın amellerini sürükleyip götüren, maneviyatını bitirip tüketen bir hastalıktır. Bu tükeniş, ahirete kalmaz, dünyadan başlar. Çünkü dinî görevlerde bulunan bu kimseler toplumda saygınlık ve etkinliklerini kaybeder. Ancak nefsini terbiye edenler, ihlas ve samimiyeti şiâr edinenler bu sapmadan, tehlikeden kendilerini koruyabilirler.
Bahsedilen menfaatin mutlaka maddi anlamda olması da gerekmiyor. Şan, şöhret sahibi olma, daha çok tanınma, takdir edilme ve itibar görme hisleri gibi soyut ve psikolojik dürtüler de burada belirleyici olabiliyor. Bunlar insanın hâl ve hareketlerini, dinî amel ve faaliyetlerini yönlendirebiliyor. Görünüşte dinî olsa da nefislerde başka hesaplar olabiliyor. Bahsedilen arzu ve dürtüler insanın iç dünyasından hiç eksik olmaz. Şeytan her daim bunları allayıp pullayarak ve paketleyerek insana sunar. Dolayısıyla insan ferasetli bir yaklaşımla kendini terbiye etmediği takdirde, bu hastalıklar onu manevi bir sefalete sürükler. Nitekim bu sebepledir ki Allah Teâlâ peygamberlerine toplumlarından hiçbir bedel beklememeleri gerektiğini tekrar tekrar hatırlatır. (Enam, 6/90.) Bütün bu uyarılar, kıyamete kadar din davetçilerine ne denli ihlaslı ve hasbi olmaları gerektiğini açıkça göstermektedir.
Adanmışlık şuuruna sahip olanların diğer bir özelliği de ebedî, uhrevi mükâfata büyük bir iştiyakla bağlanmalarıdır. Çünkü onlar, dünya ve içindekilerin izafi ve fâni değerler olduğunu görürler ve sonsuz rahmete talip olurlar. Nitekim Kur’an, gerçek ilim sahibi kimselerin bunlar olduğunu söyler. (Zümer, 39/9.) Zira bunlar, hayatın zahirine takılıp kalmaz, ötesine geçerler. Fâni olguları aşıp sonsuz güzellik ve rahmetin peşine düşerler. Ancak dünyaya sırtlarını da dönmezler. Aksine her türlü imkânı ebediyete uzanan bir fırsat olarak görürler. Her daim hakikati temsil etme ve onu maneviyata susamış gönüllere ulaştırma heyecanını taşırlar. Böylece geçici olanı değil ezelî ve ebedî olanı gaye edinirler. Bundan dolayı ilgili ayetleri içlerinden kopup gelen farklı his ve coşkularla okuyup dinlerler. (Araf, 7/204.)
Kendini din hizmetlerine vakfetmiş kimselerin bir başka özelliği de Allah’a aşkla bağlanmalarıdır. (Bakara, 2/165.) Her türlü zorluğa ve sıkıntıya rağmen kararlılıkla bu yolda devam etmek onların şiârıdır. Nitekim Mevlana, “Tuttuğun eli bırakma, bırakacağın eli de tutma!” der. Eğer bir kimsede, tembellik ve heyecansızlık varsa bu davaya sevda ile bağlanamamanın bir neticesidir. Çünkü aşksızlık, insanı köreltir; gayretini ve şevkini çalıp götürür. Ama aşk diriltir, bir ömür boyu koşturur. Beden pörsür, zayıflar, ancak kalpteki şuur ve heyecan her zaman tazeliğini korur. Dolayısıyla düşen insanı ayağa kaldıran, ayağa kalkanı yürüten, yürüyeni koşturan aşktır. Çünkü aşkla yürüyen yorulmaz. Bu anlamda ilahi aşk sadece soyut bir duygu da değildir. Aksine bu bağlanış, içerisinde insanlıkla ilgili bir sorumluluğu ve hizmeti de barındırmaktadır. Çünkü İslam ideali aslında bir insanlık idealidir. Bu bakımdan Müslümanların hatta insanlığın dertleriyle dertlenmek, acılarıyla kederlenmek, yüce ruhlu insanların özelliğidir. Onlardaki sorumluluk duygusu, beraberinde aksiyonu, eylemi, mücadeleyi ve fedakârlığı da getirir. Mağdurun elinden tutmak, zulme engel olmak, hakkı tutup kaldırmak bu kimselerin karakteridir.