SANAT VE AKIL
Dr. Savaş Ş. BARKÇİN
İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi
İngiliz fizikçi ve matematikçi Roger Penrose 1974 yılında bir teori geliştirdi. Bu teorinin adı “Penrose tiling” veya “Penrose karoları” idi. Penrose, sonsuza kadar tekrarlansa da periyodik olmayan iki temel şekil bulmuştu. Ben bu teoriyi okurken Penrose’un oluşturduğu karo desenine bakınca, “Allah Allah, bu bizim çini desenlerimize ne kadar benziyor.” demiştim. Sonradan öğrendim ki bizim çini şekillerimizde de böyle bir özellik varmış. Kısacası zevk-i selime örnek olarak verdiğimiz sanat ile akl-ı selime örnek olarak verdiğimiz bilim arasında büyük bir ortaklık alanı var. Bize akıl ve sanatın bir arada olduğu hakikatini hatırlatan bir örnek.
Biz genellikle sanat ve akıl kavramlarını birbiriyle pek yan yana düşünmeyiz. Aksine birbiriyle ilgisiz, ilişkisiz, hatta düpedüz zıt olduklarını düşünürüz. Öyle ya, akıl katı, soğuk ve köşelidir. Sanat ise duygusal, sıcak ve serbesttir. Akıl düşünce, sanat ise duygu âlemidir. Düşünce bilimle, duygu ise sanatla ilgilidir. Akıl bilim ve düşünce işlerinin merkezidir, sanat işlerinde rolü olmaz. Bu yaklaşıma göre düşünce ve duygu dünyası birbiriyle kesişmeyen iki ayrı dünyadır. Akıl sanat üretmez, sanat da akıl. Bu sav bazı bakımlardan doğru olabilir. Ama iki asırdan beri akıl eksiğimiz var diye aklı daha çok vurguladığımız açık. Üstelik akl-ı selim de değil. Düz, hesapçı, rasyonel akıl.
Sanat eserlerinin aynı zamanda birer bilim eseri olduğunu pek düşünmeyiz. Süleymaniye veya Selimiye Camiilerine bakınız. Biz bu gibi muhteşem eserlere pek bilimsel eserler nazarıyla bakmayız. Oysa Süleymaniye Camii üzerine yazdığım bir makalede zikrettiğim gibi bu eserde trigonometriden metalürjiye, klimatolojiden akustiğe kadar onlarca bilimin katkısı vardır. İşte bugün yapmamız gereken şey budur. Yani müzikten ebruya, hüsn-i hattan mimariye kadar medeniyet eserlerimizdeki hem anlamı hem duyguyu hem de aklı göstermek... Bu eserlerin temelindeki tevhid ilkelerini bugünkü insanlara anlatmak, sanat ve akıl ilişkisini sergilemek...
Bugün bilim dediğimizde aklı, sanat dediğimizde ise kalbi işaret ederiz. Bu bakış açısına göre sanatsal bilim olmayacağı gibi bilimsel sanat da olamaz. Oysa aklı doğru anlarsak duyguyu da doğru anlarız. O zaman aklın içindeki sanatı ve sanatın içindeki aklı da görmek mümkün olur. Düşünce de, duygu da insanın kalbi, nefsi ve zihninde cereyan eder. Eseri veya fikri ortaya koyan irade ve davranış bu içsel âlemden doğar. Bütün bu içsel âlem, dış âlem ile etkileşim içindedir. İşitilen bir söz, okunan bir kelime, bir yaprağın rengi kimini düşünceye, kimini duyguya sevk eder. İlhama mazhar olanların hayata bakışı ile ilhama sahip olmayanların akılları ve kalpleri aynı ortamda olsalar bile farklı eserler doğurur. Kiminin içinde bir mısra, kiminin içinde ise bir teori filizlenir. Aslında her ikisini beraber harekete geçirir.
“San’at” kavramı Arapça “bir şeyi imal etmek” anlamındaki “sun’” mastarından türetilmiştir. Hatta “sanayi” kelimesi ile “san’at” kelimesi aynı köktendir. Aynı anlam Batılı dillerde sanat anlamına gelen “art” kelimesinin kök anlamında da vardır. Demek ki sanat, zanaat gibi bir şeyi üretiyor, ortaya koyuyor. Sanat eseri âleme “te’sir” ediyor, yani bir iş yapıyor. O hâlde diğer işler gibi sanat eseri de bir iştir, bir üretimdir. İnsanın bir iş yapması için ise bilgi ve beceri gerekir. Sanat eseri için de bu geçerlidir. Sanat da bilgiye dayanır. Fırça türlerini bilmeyen istediği resmi tuvale yansıtamaz. Sesi güzel olsa da onu kullanmayı bilmeyen güzel şarkı söyleyemez. Saz bilgisine sahip olmayan saz çalamaz. İlginçtir, Almancada sanat kelimesinin karşılığı “kunst”tur. Bu kelime ilginç bir şekilde “bilmek, tanımak” anlamındaki “kennen” fiilinden gelir.
Asla unutmayalım, insan dediğimiz dev âlem tek bir işe yaramıyor. Tek bir nitelikten ibaret değil. Aynı anda sonsuz gelgitler, çalkalanmalar, dalgalanmalar, açılmalar ve kapanmalar yaşıyoruz. Bütün bu hareketi bir fikre, bir niyete ve işe çeviren kalp ve akıldır. Akıl, kalbin bineğidir. Kalbin talimatına göre akıl harekete geçer. Kalp yönünü doğuya çevirirse akıl da doğuya, kalp yönünü batıya çevirirse akıl da batıya doğru koşmaya başlar. Mesela kalbinde merhamet olan bir insan, bir ihtiyaç sahibi gördüğü zaman kalbi ona yardım etmesini aklına emreder. Akıl bu emri alınca fikir çarkını çevirmeye başlar. Muhtaç insana yardım etmek için türlü çözümler geliştirir. Kalp bir çözümü seçer, onu tasdik eder, akla o çözümü bildirir. Akıl da maddi ve manevi bedene emir vererek o işi yerine getirir. Bu iş ihtiyaç sahibine yardım etmekten hâl hatır sormaya, sadaka vermekten bir aşevine bağış yapmaya kadar birçok şekilde olabilir.
Demek ki soyut duyguların evi sandığımız kalp ve soğuk işlemci sandığımız akıl aslında öyle değiller. Nitekim Rabbimiz, Muhammed suresinin 24. ayetinde şöyle buyurur: “Onlar Kur’an’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerin üzerinde kilitleri mi var?” Yine Araf suresinin 179. ayeti şöyledir: “Andolsun biz, cinler ve insanlardan, kalpleri olup da bunlarla anlamayan, gözleri olup da bunlarla görmeyen, kulakları olup da bunlarla işitmeyen birçoklarını cehennem için var ettik. İşte bunlar hayvanlar gibi, hatta daha da aşağıdadırlar. İşte bunlar gafillerin ta kendileridir.”
Peki, kalbin akla emir vermesi, yani aklın iş üretmesi Allah’ın muradına göre nasıl olur? İşte kalb-i selim, akl-ı selim ve zevk-i selim kavramları burada ortaya çıkar. “Selîm, selam, salim, teslim, selamet” ve “İslam” kelimeleri hep aynı köktendir. Ragıb el İsfahani’ye göre hepsinin ortak kökü olan “selm” mastarı, “zahir ve bâtın hastalıklardan uzak olmak” anlamındadır. Bazıları da bu kökün “silm” olduğunu söylemişler ki “esenlik, güven, barış” anlamındaki “selamet” kelimesi ondan gelir. Zaten Allah’a teslim olmak, selamete ermek demektir. İslam budur. İmanın daha üst derecesi ise sadece sözle değil davranışla, işle Allah’a teslim olmaktır. Bu yükselme anlamı, aynı kökten gelen ve “merdiven” anlamına gelen “süllem” kelimesinde de vardır. O hâlde zevk-i selim de akl-ı selim ve kalb-i selim gibi Allah’a, O’nun yarattığı fıtrata, fıtrattaki temizliğe teslim olmuş zevk demektir. Onda haramlar, yani Allah’ın ve Resulü’nün çirkin gördüğü lekeler yoktur. Nefsin hoş bulduğu ve gördüğü sanatlar, eserler, zevkler değil Allah’ın hoş buldukları vardır. “Güzel nedir, çirkin nedir?” sorusuna verilecek cevap, her şeyde olduğu gibi Allah ve Resulü’nün ölçülerine göre olur.
Aklı-ı selim, kalb-i selim ve zevk-i selim kavramlarını tarif etmek için ayrı ayrı tasnif ediyoruz. Tarif için tasnif her ilim alanında yapılır. “Bir şeyin şu kadar sebebi” veya “sonucu vardır” deriz, sonra bunları sayarız. Ama böyle sıraya koyduğumuz şeyleri birbirinden tamamen ayrık ve kopuk görmemek gerekir. Yoksa tasnif, tahrife döner. O yüzden zevk-i selim kavramı, akl-ı selim ve kalb-i selim kavramlarından ayrı değildir. İnsan, nefsinin sesine değil Hakk’ın sesine kulak verdikçe ve teslim oldukça insanlık makamına erişir. Allah’a, Resulullah’a (s.a.s.) ve Allah’ın kullarına muhabbet duydukça, helalleri yapıp haramlardan uzak durdukça, her işinde Hak rızasını aradıkça o insanın kalbindeki nefsin hâkimiyeti ortadan kalkar. Kalp salim hâle gelince akıl da nefsin tasallutundan kurtulur, hayra doğru işlemeye başlar. İşte bu makamda insanın niyeti, düşüncesi, gayreti ve işi çoğunlukla Allah için ve Allah’a göre olmaya başlar. Böylece kalbi yumuşamaya, aklı iyilik, doğruluk ve güzellik üretmeye ve zevki de incelikleri ve hassasiyetleri çoğaltmaya başlar.
Fakat akl-ı selim ancak müminlerde olur. Gelin görün ki “akl-ı selim” kavramını izah eden bir akademisyen bakın şöyle diyor: “Her insanda az veya çok duyarlık, hafıza ve hayal gücü gibi akl-ı selim de vardır. Descartes, ‘doğruyu yanlıştan ayırma gücü’ diye tarif ettiği akl-ı selimi (le bon sens) akıl ile aynı kabul eder ve bunun bütün insanlarda eşit olduğunu söyler. Buna göre akl-ı selimin Kur’an’da (Rum, 30/30.) ve hadislerde geçen fıtrat ile yakın alakası olduğu söylenebilir.” İyi niyetli fakat çok yanlış bir izah. Çünkü müminlerin eşsiz ve özgün bir kavramını, Descartes adındaki bir gayrimüslim filozofun sözünü meşrulaştırmada kullanıyor. Yani esas olan ayet değil, Descartes’ın ne dediği. Oysa “le bon sens” kavramı zaten “akl-ı selim” demek değil. Zira gayrimüslimin “sağduyu” dediği ile müminin akl-ı selim dediği aynı şey olmayabilir. Batılı sağduyu sömürgeciliği, köleciliği, yalanı doğru görür. Bir mümin için bu mümkün mü? Bir şeyin aklı-ı selime uygun olup olmadığını ölçmek için Kur’an ve sünnet gerekir. Dinî yazılar paylaşan bir websitesinde ise akl-ı selim hakkında şöyle bir açıklama var: “Bu kavram ile anlatılmak istenen, akıl güvenliği ve sağlığıdır.” Bakın başka bir şaşkınlık daha... Bu iki kavramın anlam dünyasıyla akl-ı selimin anlam dünyası arasında büyük farklar var. Akl-ı selimin sağlık ile asli bir ilgisi yok. Varlık ile, kulluk ile ilgisi var.
Allah bizi bu şaşkınlıktan kurtarsın. Aklını, kalbini ve zevkini O’nun için, O’nun yolunda ve O’nun razı olduğu şekilde kullananlardan eylesin.