Makale

FILTRELERIN ARDINDAKI HAYATLAR

FILTRELERIN ARDINDAKI HAYATLAR

M. Cüneyd ÇİĞDEMLİ
DİB Başkanlık Müşaviri

Sosyal medya kullanımı gündelik hayatın önemli bir parçası hâline geldi. Türkiye nüfusunun yaklaşık %73’ü sosyal medya kullanıyor. Bu kullanıcılar günlük ortalama 2 saat 54 dakika sosyal medya platformlarında vakit geçiriyor. Elimizdeki bu ekranlara bir aynaya bakar gibi bakıyoruz artık. Orada gördüklerimize göre kendimize çekidüzen veriyoruz. Ancak yansıyan şey gerçek mi? Yoksa sosyal medyanın parlak filtrelerinin ardına gizlenmiş kurgusal içerikler mi? Bugün insanların büyük çoğunluğu bir anı sadece yaşamakla yetinmiyor; bu anların görünmesini, bilinmesini ve beğenilmesini de önemsiyor. Kusursuz pozlar, mükemmel hayatlar, hep neşeli anlar… Peki, ekran kapandığında geriye ne kalıyor?
Tasarlanmış ve özenle süslenmiş hayat tarzları, gerçek benlik ile dijital kimlik arasındaki sınırı giderek belirsizleştiriyor. Başkalarının filtrelenmiş hayatlarını izleyen bireyler, zamanla kendi yaşamlarını yetersiz görüp eksiklik hissine kapılabiliyor. En mutlu anları, en güzel yüzleri, en lüks hayatları ekranda gördükçe, kendi gerçeklikleri sıradan gelebiliyor. Dahası, bu illüzyona kapılanlar, yalnızca başkalarını izlemekle kalmıyor, kendi hayatlarını da aynı sahneye uydurmaya çalışıyorlar. Böylece günlük hayat doğal akışından koparılarak, estetik kaygılarla şekillendirilmiş, etkileşim amaçlı görsel karelere indirgeniyor. Paylaşılan her fotoğraf, lüks tatil veya mutlu çift karesi, hayatın gerçekliğini ve sadeliğini gölgede bırakıyor. Hâlbuki gerçek hayatın zorlukları, iniş çıkışları, sıradanlıkları da vardır. Mütemadiyen filtreli görüntülere maruz kalan bireyler, kendi hayatlarını gördükleriyle kıyaslıyor, aynı durumlara erişemediği için zamanla yaşama sevinçlerini kaybedebiliyorlar. Görünen o ki, sosyal medya bireylerin kendilerini ve hayatlarını değerlendirmeleri üzerinde ciddi bir etki oluşturmuş durumda. Dijital platformlarda sürekli olarak sunulan “ideal yaşam” imgeleri, bireylerin gerçeklik algısını bozuyor ve onları başkalarıyla bir kıyas yapmaya itiyor. Kendi değerini bu kıyas neticesinde belirleyen kişilerde özgüven kaybı ve özsaygı eksikliğinin yanı sıra tatminsizlik kaçınılmaz bir sonuç olarak karşımıza çıkıyor.
Güzellik, tarih boyunca toplumların en güçlü kavramlarından biri olmuş; sanat ve mimariyi şekillendirmiştir. Ancak bugün, güzelliğin doğallığı ve duruluğu, sosyal medya estetiğinin karşısında boyun eğmiş gibi görünüyor. Güzelliğin yeniden tanımlandığı bu platformlar, insanlara tek tip bir estetik anlayışı dayatıyor. Kendi doğal hâllerini yetersiz bulan insanlar, güzelliği dijital dünyada sunulan filtrelenmiş imgelerle tanımlamaya başlıyor ve bu standartlara uyum sağlamak için kozmetik müdahalelere başvuruyor ve estetik operasyonlar geçiriyor. Nitekim yapılan araştırmalar, sosyal medyada idealize edilmiş güzellik algısına maruz kalmanın bireylerde beden memnuniyetsizliğini artırdığını gösteriyor. Bedenlerini, dijital dünyada idealize edilmiş görsellerle kıyaslayan kişiler, zamanla kendilerini daha az değerli hissedebiliyor. Ayrıca bu durum, yalnızca fiziksel görünümde değil; sosyal statü ve başarı algısı üzerinde de etkili olabiliyor. Lüks yaşamlarını sergileyen fenomenler, mutluluğun yalnızca lüks tüketimle mümkün olduğu algısını oluşturuyor.
Diğer taraftan sosyal medyada etkileşim almak, takipçi sayısını artırmak ve görünür olmak, günümüzde itibar kazanmanın yeni ölçütleri olarak görülüyor. Oysa itibarın gerçek ölçüsü bilgi, deneyim, güven ve şahsiyet gibi değerlerdir. Ancak modern dünyada bir fikir ne kadar doğru, bir faaliyet ne kadar faydalı, bir kişi ne kadar iyi olursa olsun, sosyal medyada yeterince görünmüyorsa etkisi sınırlı kalabiliyor. Son derece sınırlı bir bilgi birikimine rağmen, yalnızca sosyal medyada popüler olduğu için büyük bir kitleyi etkileyebiliyor. Dijital çağın dayattığı yeni statü anlayışı, insanları görünürlüğe bağımlı hâle getiriyor. Günümüzde yalnızca başarılı olmak yetmiyor; başarılı görünmek de gerekiyor. Gerçek başarı ve sanal başarı arasındaki sınır kayboluyor. Bir insan gerçek başarı kriterlerine göre değil, sosyal medyada ne kadar etkileşim aldığına göre değerlendiriliyor. Ancak bu süreç, değersizlik ve yetersizlik hissinin yanı sıra dopamin bağımlılığı gibi psikolojik riskleri de beraberinde getiriyor.
Peki, bu olumsuz etkilerden korunmak için ne yapabiliriz? Öncelikle bilinçli ve dengeli bir kullanım alışkanlığı geliştirmek gerekir. Sosyal medyada geçirilen sürenin farkında olmak ve kullanımını belirli bir zaman dilimiyle sınırlandırmak önemlidir. Yüz yüze iletişime ve gerçek hayattaki deneyimlere daha fazla zaman ayırmak, kişinin ruh sağlığını ve sosyal bağlarını güçlendirecektir. Ayrıca sosyal medyada görülen içeriklerin çoğunun kurgulanmış olduğunu unutmamak gerekir. Gerçek ile sanal arasındaki farkı kavrayabilmek için içeriklere eleştirel bir bakış açısıyla yaklaşmak, bireyleri bu olumsuz etkilerden koruyabilir. Belirli dönemlerde sosyal medya kullanımına ara vermek, zihinsel sağlığı korumak için etkili bir yöntem olabilir.
İnsanlar, sosyal medyada sadece seçilmiş anların sunulduğunu ve gerçeğin tam olarak yansıtılmadığını bilmelidir. Bunun yerine, kendi yaşamlarının kıymetini bilmeleri ve şükretmeleri daha sağlıklı bir bakış açısı sunacaktır. Kişinin Allah katındaki değerini yüceltmeye odaklanması, özgüvenini dış faktörlerden bağımsız bir şekilde inşa etmesine yardımcı olacaktır. Çünkü gerçek mutluluk, sahte bir görünürlük ve popülerlik peşinde koşmakla değil, iç huzura ve manevi değerlere bağlı kalarak elde edilir. Bir diğer husus ise dijital farkındalık kazanmaktır. Sosyal medyayı bir hedef doğrultusunda kullanmak, içerik tüketiminde seçici olmak, anlamlı ve faydalı etkileşimlere yönelmek gerekir. Önemli olan, sanal dünyada nasıl göründüğümüz değil, gerçek dünyada kim olduğumuz ve hangi değerleri yaşayıp yansıttığımızdır.