Makale

ZAHİRİN ÖTESİNDE GÖNÜL GÖZÜYLE GÖRMEK

ZAHİRİN ÖTESİNDE GÖNÜL GÖZÜYLE GÖRMEK

Prof. Dr. Betül GÜRER
Necmettin Erbakan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Mevlana Celaleddin Rumi’nin Mesnevi’de anlattığı bir hikâyeye göre, Hz. Ömer’in halife olduğu dönemde Rum yöneticisinden bir elçi Hz. Ömer’i görmek için Medine’ye gelir. Etraftakilere “Halifenin köşkü nerede? Atımı, eşyamı oraya götüreyim.” der. İnsanlar elçiye “Onun köşkü yoktur, Ömer’in köşkü apaydın bir candır. Her ne kadar emir diye şöhret bulmuşsa da yoksullar gibi bir kulübesi vardır.” derler. Mevlana oradaki insanların dilinden elçiye şöyle seslenir:
“A kardeş, onun köşkünü nasıl görebilirsin? Gönül gözünde kıl bitmiş senin. Gönül gözünü kıldan, hastalıktan temizle gel, ondan sonra onun köşkünü görmeyi ümit et. Kimin canı heveslerden arınmışsa, o arı, duru dergâhı hemen görür. Allah’ın elçisi Muhammed, bu ateşten ve dumandan arındığı için yüzünü nereye çevirse orada Allah’ın cemali vardı.” (Mesnevi, c. 1, byt no: 1390-1400.)
Her ne kadar Hz. Mevlana, elçinin Hz. Ömer’i arayıp bulması ve ona bazı sorular sormasını uzunca bir hikâyeye dönüştürüp bazı tasavvufi konuları izah etse de hikâyenin girişinde verdiği mesaj, insanın en başta kendisine ve sonra diğer insanlara, hayata nasıl bakacağı konusunda doğru yolu öğretmektedir. Hikâyeye göre elçi Hz. Ömer’in görkemli bir sarayının ve ihtişamlı bir saltanatının olacağı ön kabulü ile gelmiştir. Ancak Medine halkı ona Ömer’in köşkünün akl-ı selim, kalb-i selim ve zevk-i selimle aydınlanmış ruhu olduğunu söylemiştir.
İnsan, âlemdeki varlıkların en şereflisi, Allah’ın yeryüzündeki halifesi, kulluk vazifesinin de önemli bir temsilcisidir. Allah Teâlâ ruhlar âleminde, insanlara “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diyerek hitap etmiş, bu hitabın tadı hâlâ kulaklarında olan insanoğlunu ise beşeriyet, nefsaniyet ve kesafete büründürerek dünyaya indirmiştir. İnsana bu nefsaniyeti ve beşerî zaafları açısından bakılırsa, kâinattaki isyanın, zulmün, adaletsizliğin ve kaosun insani kaynağı anlaşılabilir. Bir başka ifadeyle yeryüzündeki vahşet, savaş, fitne ve her türlü zulmün insanın daima kötülüğe meyleden tarafına, yani nefsaniyetine dayandığı görülebilir. Ancak şu da var ki âlem, yaratıldığı andan itibaren insan eliyle ortaya çıkarılmış, maddi ve manevi güzelliklerin belki de sayısız örnekleriyle doludur. Ruhlar âleminde Allah’ın hitabına muhatap olan insan, aslındaki letafet, zarafet ve kemalat ile dünyayı güzelliklerle imar ve inşa etmiştir. Cenab-ı Hak, âdemoğluna güzelliğin ve çirkinliğin her türünü yapabilecek bir potansiyel vermiş, ancak insanın doğrultusunu, yani fıtratını güzelliğe meyyal yapmıştır.
Tasavvuf kaynaklarında sıkça kullanılan bir rivayete göre Allah Teâlâ “Ben gizli bir hazineydim. Bilinmeyi sevdim ve mahlukatı yarattım.” (İsmail b. Muhammed Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, Beyrut 1997, c. II, s. 121.) buyurmuştur. Buna göre insanın yaratılışının temel sebebi muhabbettir. Muhabbet üzere yaratılan insanın hayatı, olayların akışını, geçmişi, bugünü, geleceği ve bütün insanlığı muhabbet gözüyle görmesi gerekmez mi? Girişte kısaca atıfta bulunduğumuz Hz. Ömer ve elçi hikâyesinde “Ömer’in sarayı nerede?” diyen elçiye Mevlana şöyle bir tavsiyede bulunmuştu: “A kardeş, onun köşkünü nasıl görebilirsin? Gönül gözünde kıl bitmiş senin. Gönül gözünü kıldan, hastalıktan temizle gel, ondan sonra onun köşkünü görmeyi ümit et. Kimin canı heveslerden arınmışsa, o arı, duru dergâhı hemen görür. Allah’ın elçisi Muhammed, bu ateşten ve dumandan arındığı için yüzünü nereye çevirse orada Allah’ın cemali vardı.” (Mesnevi, c. 1, byt no: 1395-1400.) Genel manada tasavvufi gelenekte, özelde ise Mevlana öğretisinde açgözlülük gibi dünyevi hayaller, kanaatsizlik gibi hırslar, kibir, cimrilik, adaletsizlik gibi beşeriyet kirleri gönül gözlerini körleştirir. İnsanı akl-ı selimden de kalb-i selimden de uzaklaştırır. Maddiliğin ruhu paramparça ettiği sığ bir boyutta insanın kalbini, ruhunu, iç dünyasını, âlemi güzellik üzere seyredecek fıtratını, kısaca tüm ayarlarını bozar. Mevlana elçiye ‘gönül gözünü kıldan temizle’ derken şunu kasteder: İnsanın kaşı veya kirpiği uzayarak ya da herhangi bir şekilde gözünün önüne düşerse, kişi her baktığı şeyde o kılı görecek ve bundan rahatsız olacaktır. Gözün önündeki görmeye mâni olan her şey bir perdedir. Hakikat ve güzelliği görmeye mâni olan bir perde. Mevlana, görüşünü manevi hastalıklardan, öfkeden, kinden, kıskançlıktan, doymaksızın dünyaya bağlanmaktan, bilcümle beşeriyet kusurlarından temizle ki baş gözüyle değil, gönül gözüyle görülebilecek şeyler sana ayan olsun, der. Dünya hayatında kendisinin ve diğer insanların başına gelen olaylar veya tarihî hadiseler kişiyi hayatı, hakikati, adaleti, dünyada hangi çizgide bir dengenin olduğunu sorgulamaya götürmüştür ve hâlâ da götürmektedir. Belki de insanlık tarihinin en büyük sorgusu geçmişte olduğu gibi bugün de “insanın anlam/hakikat arayışı”dır. Bunca kaosun var olduğu bir dünyada insan da bu kadar cazibeli nimetlere çabucak aldanabilecek bir yapıya sahipken söz konusu anlam arayışının cevabı sadece rasyonel akılla verilebilir mi? Salt akla bir onu aydınlatacak gönül gözü, feraset ve basiretin yardımı gerekmez mi?
Bir müminin gönül gözüyle görür, selim kalple idrak eder hâle gelmesinde en kâmil örnek Hz. Peygamber’dir. Nitekim Mevlana Celaleddin Rumi “Allah’ın elçisi Muhammed, bu ateşten ve dumandan arındığı için yüzünü nereye çevirse orada Allah’ın (yarattığı) cemali vardı.” derken Peygamber’in (s.a.s.) beşeriyet ve nefsaniyetten arınmış latif karakterine atıf yapmakta, onun gönül gözünün keskinliğine ve “Doğu da, Batı da (tüm yeryüzü) Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü (vechi) işte oradadır. Şüphesiz Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.” (Bakara, 2/115.) ayetinde zikredilen Hakk’ın vechini bu gözle gördüğüne işaret etmektedir. Gönül gözü, akl-ı selim, kalb-i selim ve zevk-i selim, arınmış, eğitilmiş, temizlenmiş müminin birbirine bağlı ve birbirini bütünleyen nitelikleridir. Üstelik Cenab-ı Hakk’ın emridir, çünkü Allah Kur’an’da kalb-i selim sahibi olanın kurtuluşa erdiğini bildirir: “O gün ki ne mal fayda verir ne oğullar! Allah’a arınmış bir kalp ile gelen başka.” (Şuara, 26/88-89.) Bağdatlı Ruhi insanın ulaşması gereken bu kemali şu şekilde kelimeye dökmüştür:
Sanma ey hâce ki senden zer ü sîm isterler
Yevme lâ yenfeu’da kalb-i selîm isterler
Âleme Allah’ın yarattıklarını müşahede edebilecek bir imkân alanı olarak bakmak ve orada Allah’ın adaletinin, merhametinin kısaca bütün esma ve sıfatlarının yansımalarını görebilmek akl-ı selimin ürünüdür. Peki bu selim akla, kalbe ve zevke ulaşmanın yolu nedir? Bu soruya en net ve kısa cevabı “kulluk ve güzel ahlak” şeklinde verirsek muhtemelen yanılmış olmayız. Çünkü bütün ibadetler, Peygamberimizin model olduğu güzel ahlaki değerler insanda selim olan akıl, kalp ve zevk dengesini sağlamanın vasıtalarıdır. Dolayısıyla insanı yaratıldığı o temiz fıtrata yükseltecek yollardır. Beden kesafetini letafet ve zarafete dönüştürecek araçlardır ve bu bağlamda Allah’ın her bir emri birer rahmettir, lütuftur. Netice itibariyle, insanın hayatı ve hakikati anlayabilmesi, güzel bir kullukla ömrünü tamamlaması akl-ı selime, kalb-i selime ve zevk-i selime sahip olmasına bağlıdır. Bunların birleşimi, insanı sadece bilgi sahibi yapmaz; aynı zamanda onu irfan ve hikmet yolcusu kılar. Böylece insan, sadece aklıyla değil, kalbiyle ve ruhuyla da tefekkür ederek kendini, Rabbini ve âlemi anlayabilir.