Makale

HAYATI AKL-I SELİM İLE OKUMAK

HAYATI AKL-I SELİM İLE OKUMAK

Prof. Dr. Ömer TÜRKER
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Herhâlde son iki yüzyılda İslam ile en çok yan yana yazılan kelimelerden biri akıldır. Müslümanlar her fırsatta İslam’ın akla verdiği önemden söz etme ve İslam’ın kelimenin hakiki anlamıyla bir akıl dini olduğunu söyleme ihtiyacı duyarlar. Fakat bütün bu sözlerde aklın ne anlama geldiği, akla önem vermenin ve bir akıl dini olmanın ne demek olduğu göründüğü kadar açık değildir. Genellikle sağduyuya dayalı ve itidalli bir anlayış anlamında kullanılır. Lakin hem klasik ve modern dönemde akıl kelimesi, sadece sağduyu ve itidalle kavranamayacak kadar yüklüdür hem de sağduyu ve itidal kavramları ne anlama geldiği açıklanabilse de olgusal olarak belirlenmesi göründüğü kadar kolay olmayan kavramlardır. Bu bağlamda klasik ve modern kullanımları dikkate aldığımızda aklın üç temel anlamı söylenebilir.
Birincisi, temel bilgiler anlamında akıldır. Bu anlamıyla akıl, “Bir şey ya vardır ya yoktur” gibi ilk bilgilere tekabül eder. İslam’da insan sorumluluğunun temelini oluşturan da bu anlamıyla akıldır. Her ne kadar bu klasik bilgilerin nasıl oluştuğu ve doğruluklarından emin olup olmayacağımız hakkında tartışmalar hâlâ devam ediyorsa da genel olarak bu bilgilerin sarsılmaz bir konuma sahip olduğu söylenebilir. Yani ilk bilgilerin nasıl oluştuğu ve hangi anlamda doğru oldukları tartışılsa da bu bilgiler olmaksızın insandan bahsetmek mümkün değildir.
İkinci anlamıyla akıl, klasik kelamcı ve filozofların “müktesep akıl” veya “bilfiil akıl” adını verdiği kazanılmış bilgilere tekabül eder. Bu anlamıyla akıl, insanın ilk bilgilerden hareketle hayatı boyunca kazandığı bilgileri ifade eder. Tabii ki en gelişmiş hâli, var oluşa dair külli bir idrak anlamına gelse de belirli bir alanda uzmanlığı bulunsun veya bulunmasın yetişkin bir insanda meydana gelen bilgiler bilfiil aklı oluşturur. Bu akıl, duyu idraklerini, bir dil ve kültür içinde tevarüs edilen bilgileri, vahiy veya haber kanalıyla gelen bilgileri içerir. Dolayısıyla da genel olarak hayata bakışı şekillendiren bütün idrakler bu akıl kapsamında yer alır. Bir toplumda sağduyu olarak ifade edilen şey de o toplumun fertlerinin ortak algıları, inançları, kabulleri ve tavırlarını ifade eden müktesep akıl demektir.
Aklın üçüncü anlamı, bilimsel akıldır. Bu anlamıyla akıl, herhangi bir dönemde bilimsellik payesini kazanmış sistemli bilgiler kümesini ifade eder. Bilginin bilimsel olması, üretildiği dönemde kabul gören yöntemlerle sağlamasının yapılmış ve araştırmaya konu olan nesnenin dakikleştirilmiş idrakini temsil etmesi anlamına gelir. Bütün dönemlerde esas itibarıyla tartışma konusu olan akıl budur. Çünkü bizim kendimize ve diğer nesnelere dair idraklerimizin yaşadığımız dönemde açıklama gücüne sahip temsili bu akıldır. Temel bilgilerin vüsatini tayin eden ve sağduyuya dayalı idraklerin kabiliyetini takdir edip yöneten de bilimsel akıldır. Mesela “Bir şey ya vardır ya yoktur” yargısındaki “şey”, “var” ve “yok” kapsamlarına dakik olarak nelerin gireceğini tayin eden şey, bu yargının geçerli olduğu medeni havzadaki bilimler kümesidir. Yine biz sağduyuya dayalı olarak etrafımızda nesnelerin var olup birtakım etki ve edilgilere konu olduğunu düşünürüz ve ilişkilerimizi de bu sağduyu üzerine inşa ederiz. Bu demektir ki, sağduyuya dayalı akıl da nesnelere dair idrak ve algılarımızın değişimi, gelişimi ve dönüşümüyle değişir, gelişir ve dönüşür. Çünkü sağduyuya dayalı düşünce ve davranışların doğruluk ve isabet şartlarını nihai tahlilde bilimsel akıl tayin eder. Bilimsel aklı kuramamış sağduyu, süreç içinde sığlığa mahkûm olacağı gibi bilimsel akıldan kopmuş bir sağduyu da yerini başka idraklere bırakmak zorunda kalır. Fakat bu akıl, bilimsel bilgilerin değişimi ve dönüşümüyle değişir ve dönüşür. Özellikle medeniyet farklılaşmalarında bilimsel bilgiler kümesinde süreklilikler olduğu gibi kalıcı farklılıklar da bulunur.
İşte İslam’ı bir din ve medeniyet olarak farklılaştıran da temel bilgiler ve sağduyuya dayalı idrakler anlamında aklı geliştiren, değiştiren ve dönüştüren bir inanç ve davranışlar manzumesi vazetmesi ve süreç içinde bu inanç ve davranışlar manzumesinden hareketle bir bilimsel akıl inşa etmesidir. Bilindiği üzere İslam, miladi yedinci yüzyılın ilk çeyreğinde çıkıp dönemin mamur dünyasının önemli bir kısmına oldukça kısa bir zaman diliminde yayılarak büyük bir medeni havza inşa etmiştir. Hicaz başta gelmek üzere pek çok din, kültür, uzmanlık ve maharetin gelenekleştiği bu büyük coğrafyada İslam’ın bizim buradaki konumuz bakımından üç büyük değişim husule getirdiği söylenebilir.
Birincisi, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) şahsında temsilini bulan hakikat bilgisi ve ona uygun yaşam formunun temel bilgiler anlamında aklın vüsatini belirlemesidir. Bu bağlamda vahiy ve sünnet, insanın varlık idrakinin ideal sınırlarını ve bu ideal sınırlara uygun yaşam tarzını belirler. Hz. Peygamber (s.a.s.) ve râşid halifeler dönemine asr-ı saadet denilmesinin sebebi de budur. Diğer deyişle hem insanı akıl sahibi bir varlık yapan temel bilgilerin hangi dereceye kadar gelişebileceği hem de bu gelişimi mümkün kılan ama aynı zamanda gelişimin zorunlu bir gereği olan kural ve uygulamalar bizzat Hz. Peygamber tarafından belirlenmiştir. Bu sebeple son din İslam’ın Hz. Peygamber’le (s.a.s.) başlaması demek, insanlığın sonraki sürecinin -insan yaratılışının gayesi olan kulluk dikkate alındığında- olabilecek en yüksek idrakin ve en iyi yaşam biçiminin model olduğu bir noktadan başlaması demektir.
İkincisi, İslam’ın sağduyuya dayalı idraklerin muhtevasını, inanç ilkeleri ve şer‘î hükümlerle dönüştürmesi ve geliştirmesidir. Bu bağlamda İslam sadece aklın vüsatini, yetkin insan modelini, kulluğun nazari ve amelî boyutlarını göstermekle kalmamış aynı zamanda bunları temin eden inanç ilkeleri ile şer’î hüküm ve uygulamaların ikinci anlamıyla akıl hâline gelmesini sağlamıştır. Fakat bu ne kolay olmuştur ne kolay anlaşılabilir bir süreçtir. Çünkü inanç, kural ve uygulamaların birbiriyle uyumlu bir şekilde sağduyuyu oluşturacak kadar hayatın bütününe yayılması için bütün medeni hayatın, söz konusu inançlar üzerine inşa edilmesi, kurallarla yönetilmesi ve uygulamalarla düzenlenmesi gerekir. Eğer İslam ulaştığı bölgelerde yerel kazanımları da içerip aşacak siyasi, içtimai ve iktisadi düzeni yeniden tanzim etmeseydi bu mümkün olmazdı. Aslına bakılırsa bu da tek başına yetmeyebilirdi. İslam’ın insanlığa sunduğu yeni bakış, üçüncü anlamıyla aklın dönüşümüyle mümkün olmuştur.
Üçüncüsü, yeni bir bilimsel akıl inşa edilmesidir. Müslümanlar Hz. Peygamber’den (s.a.s.) kısa süre sonra şer’î bilimleri kurma ve ekolleşme sürecini başlatmışlardır. Hicri ikinci yüzyılın ikinci yarısında tefsir, fıkıh, hadis ve kelam gibi şer’î bilimlerin kuruluş süreci tamamlandığı gibi bunların araştırmalarını yönetecek yöntem bilgisi de tebellür etmiştir. Rivayet (dil, hadis, tarih), istidlal (fıkıh, kelam, dil) ve riyazet (tasavvuf) yöntemleri geliştirilerek araştırmaya konu olan nesnelerin dakik idrakine ulaşma yani bilimsel bilginin koşullarını belirleme çabası belirginleşmiştir. Şer’î bilimlerin gelişmesinin, İslam’ın düşünce ve hayat inşa etmedeki işlevi son derece hayatidir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından vaz ve temsil edilen hakikat bilgisi ve ona uygun hayat tarzının teoriden pratiğe uzanan bütünlüğü, şer’î bilimler sayesinde temin ve idame ettirilebilmiştir. Gerek kelam, fıkıh, hadis ve zühd gibi ana tedeyyün tavırları gerekse bu tavırları temsil eden muhtelif ekoller, İslam’ın inanç ve uygulamalarının muhtelif bölge ve dönemlere uyarlanmasını sağlamıştır. Hicri üçüncü yüzyılın ilk çeyreğinde kadim bilimler külliyatının Arapçaya tercüme edilip İslam dünyasında fizik, matematik, metafizik, ahlak ve siyaset gibi felsefe bilimlerinin ihyası ve yeni felsefe geleneğinin teşekkülüyle birlikte İslam’ın sunduğu inanç, kural ve uygulamalar yeni bir yorum gücü daha kazanmıştır. Felsefe külliyatının tercümesinin bizim buradaki konumuz bağlamında en önemli sonucu, bu külliyatın Arapçada yeniden üretilmesi sayesinde Müslümanlarca temsil edilen bilimsel aklın, artık insanlığın önceki dönemlerde oluşan mirasını içerip aştığı bir seviyeye ulaşmasıdır. Böylece insanlık tarihinde İslam dönemi aklı, farklı yorum ve uygulamalarıyla teşekkül etmiştir. On üçüncü yüzyıldan itibaren İslam dünyasında muhtelif tavır ve yorumlar tevhid edilerek kapsamlı bir idrake dönüşmüştür. Bilhassa Anadolu coğrafyasında hâkim olan idrak, İslam mirasını bütüncül olarak temsil eden kapsamlı bir akıl ve tecrübeler bütününe tekâbül eder.
Aklın birinci anlamından üçüncü anlamına kadar İslam tarihindeki tasarruf ve dönüşümler bize şunu gösterir: Hayatı akl-ı selimle yaşamak ve olaylara basiretle bakmak; İslam’ın vazettiği inançların, kuralların, uygulamaların, çeşitli yorumların ve tarih boyunca bunların muhtelif uygulamaları neticesinde biriken tecrübelerin oluşturduğu bir akılla ve iradeyle hayatı yaşamak demektir. Basiret, bilgi ve tecrübeyle kazanılan bir akli görüş kabiliyeti olup ancak böylesi büyük bir miras üzerine kurulduğu ve her dönemin gerekleri doğrultusunda güncellendiğinde oluşur.
Bu noktada bir Müslüman’ın sahip olduğu iki tür akl-ı selim ve basireti ayrıştırmak gerekir. Birincisi, İslam inançlarına samimi bağlılık ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) ahlakının deruni bir yaşantısının bireye kazandıracağı akıl ve basirettir. Bu seviye, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bereketiyle herhangi bir dönemde her bir Müslüman fertte teşekkül etmesi umulan bir durumdur ve dinin bütün dönemsel ve kurumsal kimlikleri aşan tarafından beslenir. İkincisi ise Müslüman toplumların, düşünce ve davranışların tamamını içerecek şekilde hayatının bütününü inşa ve idame ettirmelerini sağlayan akıl ve basirettir. Bu ise yukarıda özetlendiği şekliyle şer’î ve akli bilimler mirasını, yaşadığımız dönemin bilimsel bilgi hacmini ve siyasi, iktisadi, hukuki, teknolojik vb. güncel koşulları dikkate alabilme kabiliyetini gerektirir. Dolayısıyla hayatı akl-ı selim ile okumak, İslam inançları ve ahlakı ile metafizik derinliğe, Müslümanların klasik dönemdeki birikimini tevarüs ederek tarihsel derinliğe sahip, yaşadığımız dünyayı inşa eden veya ona yön veren bilgi ve tecrübeyle sistematik derinliğe sahip bir akıl ve irade ile düşünüp davranabilmek demektir.