Makale

Prof. Dr. Bayram Ali ÇETİNKAYA: “Canlı ve cansız mahlûkat, tefekkür sayesinde hayrın şemsiyesiyle muhafaza edilir. Var edenin nimetlerini tefekkür etmek, Allah’a yaklaşmak, O’na kul olmakla mümkündür.”

Prof. Dr. Bayram Ali ÇETİNKAYA:
“Canlı ve cansız mahlûkat, tefekkür sayesinde hayrın şemsiyesiyle muhafaza edilir. Var edenin nimetlerini tefekkür etmek, Allah’a yaklaşmak, O’na kul olmakla mümkündür.”

Söyleşi
Sema BAYAR

İslam dini, eşref-i mahlûkat olarak addettiği insana ifrat ve tefritten uzak dengeli bir yaşamı tavsiye eder, onun anlam dünyasına seslenir. Bu bağlamda dengeli bir hayatı ihdas için insanın temel argümanları nelerdir?
İlk başta tefekkür gelir. “Düşünme, zihin yorma, derin düşünme, işin şuuruna varma” gibi anlamlara gelen tefekkür, insana özgü bir fiildir. Onun sayesinde insan, diğer canlı ve cansızlardan ayrılmaktadır. Düşünmek ve konuşmak, “en şerefli” olma vesileleridir. Doğru ve derin düşünen mütefekkir, zihniyet inşa eden âlim, akil ve arif olan yetkin insandır. Hayatın dengesi de bu noktada neşet eder.
İlk insan ve peygamber Hz. Âdem’in cennette, tövbe etmeye yönelmesi tefekkürün bir sonucudur. Yani tefekkür insana bir istikamet tayin etmiştir. Gelip geçici olanın karşısında sonsuz ve sınırsız olan Hak Teâlâ’nın kudret ve azametini tefekkür, insanın derin düşüncelerini besler. İnsanlardan uzak sakin yerlerde edilen tefekkür, Hz. Musa’nın Tur Dağı’ndaki tezekkürüyle somutlaşmıştır. Yine sessiz ve yüce bir yer, Hira’daki tefekkür ve tezekkür, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) mücadele ve tebliğ sürecini güçlendirmiştir. Kutlu yolculuğun ve hicretin tefekkürü, “iki kişiden biri olan” Hz. Ebu Bekir’in Sevr mağarasındaki muhasebesinde kemale ulaşmıştır.
Tefekkür, tezekkür ve taabbüdle Müslüman, dünya ve insanlık için ruh ve gönül âlemini yeryüzünde inşa eder. Kişi tefekkürle benliğini sorgular; muhasebe yapar. Nefsin ve aklın doymak bilmeyen hırs ve ihtiraslarına gem vurur, onları ehlileştirir, meşru ortamda dengeler.
Canlı ve cansız mahlûkat, tefekkür sayesinde hayrın şemsiyesiyle muhafaza edilir. Var edenin nimetlerini tefekkür etmek, Allah’a yaklaşmak, O’na kul olmakla mümkündür. Hazları tasfiye etmek, hakikat ve hikmet tefekkürüyle gerçekleşir. Hikmet ve hakikat yoluna girenlerin tefekkürüyle başlayan diriliş; kulu, var edenin delillerini müşahede ederek tezekkürün zirvesine ulaştırır.
Tefekkürle birlikte insan akl-ı selim, kalb-i selim ve zevk-i selim sahibi olabilir mi? Bu kavramların tefekkürle ilişkisinden bahsedebilir misiniz?
Mütefekkir, geçmişin ve geleceğin insanıdır. Dert, kaygı, şüphe ve merak, tefekkür insanının ham maddeleridir. O, bunlarla hayat bulur, buhranlara karşı çözüm sunar. Akli ve fikrî marazlar, mütefekkirin derin düşüncesinin konusudur. Çözüm ve tedavi yolundaki fikir insanı, tefekkürün yardımına muhtaç olduğunu bilendir. İnsana ve cemiyete hayat verecek formül ve reçeteleri bulmanın/aramanın yükünü taşır. Fikir işçiliği ve zihin hamallığı, mütefekkirin asli vazifesidir. O, bu görevi, âdeta ilahi bir vazife gibi görür, aklını ve kalbini hatta bütün varlığını, bu ulvi amaca feda edecek kadar mesuliyetinin bilincindedir.
Hasılı, tefekkürün izindeki mütefekkir, hayatı ve öte hayatı keşfedebilen hakikat insanıdır. Tefekkür, insanın kendini bilmesini, tanımasını sağlayan; yetenek ve kabiliyetini keşfettiren bir zihin, akıl ve kalp eylemidir. Aklı, sapkın ve batıldan korur. Akli karışıklıklar içinde olanları salah (kurtuluş) limanına taşır ki bu akl-ı selim sahibi olmaktır. Tefekkür sayesinde insan, nefsin ve hazların sınırsız talep ve arzularını sınırlandırır, nefsini terbiye eder, ruhunu yüceltir; kişi hakikat insanı, kalb-i selim sahibi olur. Tefekkür, insandaki zevkleri, zarafetle meşru alana taşır. İşte bu da zevk-i selimdir. Hakkı, hayat yolculuğunun mihengi yapar. Var edeni, Rabb’i bilmesine ve tanımasına yol açar. Böylece “ben” ve şuur, Rahman’a açılır. Tefekkür, ümmeti ve insanlığı düşündürür. Var olanların akıbetini hayra çevirmek için, aklı âlemlere yönlendirir. Gönlü hakikat ve irfanla doldurur.
İnsan akıl sahibi bir varlıktır ve akıl aynı zamanda mükellef kılınmasının da gerekçesidir. İslam dininin akla yaklaşımından bahseder misiniz?
Akıl, Hakîm olan Allah’ın yarattığı ruhani ve nurani bir cevherdir. O aynı zamanda kalpte var olarak doğru ile yanlışı birbirinden ayıran bir nurdur. Bu düşünme nuru ki, insan bedenine yön veren ve tasarrufta bulunan maddeden soyutlanmış bir varlığı simgeler. Fikir, tefekkür, düşünce onunla hayat bulur.
Akıl, nefis ve zihin, Seyyid Şerif Cürcanî’ye göre amaçlar itibarıyla aynı şeylere işaret eder. (“akıl” mad., Tâ’rifât Tasavvuf Istılahları, haz.: A. Acer, İstanbul 2014) İdrak etme yönüyle akıl, tasarrufu itibarıyla nefis, kabiliyeti (istidadı) yönüyle de zihin olarak kabul edilmişlerdir.
Rehberliğinin yanında akıl, insana özgü bir bilme ve bilgi edinme vasıtasıdır. Bilmenin her türlü faaliyeti için akıl, irade edildiğinde kullanılan, yalnızca insana bahşedilen bir hazinedir. Onunla varlığın hakikati kavranır; merak, kaygı, şüphe giderilir ve müspet eleştiriye kapı açılır.
İnsanı diğer canlılardan farklı kılan akıl, bu ayrıcalıklı yönüyle aynı zamanda kişiye sorumluluğu yükler. Sorumluluk; temyiz, düşünme, anlama ve algılama güçleriyle zemin kazanır. Böylece akıl, bilgiyi elde etmeye/kabul etmeye hazır olan güç konumuna geçer.
Bilgiyi üretmenin en önemli aracı olarak akıldan daha değerli bir şey yaratılmamıştır. En güzel şekilde yaratılan insanoğluna, mükemmellik akılla takdim edilmiştir. Bu aklî kemalât, kullara dosdoğru yolu gösterir ve aşırılıklardan onu koruyarak fazilet mertebesine yükseltir. Akıl bu açıdan beşeri, imanî olgunluğa taşır; dininde de istikamet üzere bir dereceyle mükâfatlandırır.
Nihayetinde akıl, insanın kendi davranışlarını tanımasına, bilmesine ve değerlendirmesine yarayan yeteneğidir. Daha doğrusu insanın kendini bilmesini, böylece Yaradan’ını bilmesini sağlayan bir vasıtadır. Beyin, dimağ, havsala, kavrayış, natıka, us gibi anlamlar aklın eş anlamlı isimlendirmeleridir. Onlara bellek, hafıza, düşünme ve kanaati de eklemek mümkündür. İdrak, anlayış, feraset, basiret, müdrike, müfekkire, hatta muhayyile aklın gerçekleştirdiği yüksek düzeyli zihnî eylemlerdir.
Şuur sahibi bir varlık olarak insan, akıl nimetiyle müzeyyen kılındı lakin insan aklı kimi zaman kötülüğün de neşet ettiği bir kaynağa dönüştü. Aklın bir işlevi de basiret sahibi olmak ve sadece kötülüğü değil ona giden yolları da engellemek. Müslüman basiretini sizden dinlemek isteriz.
Basiret; hikmet, adalet ve cesaretle birlikte dört ana erdemden birisidir. “Bir şeyin iç yüzüne vâkıf olma”yı ifade eden basiret, hakikati keşfetmek, doğru yolu tanımak ve gerçeği yanlıştan ayırmak gibi anlamlara karşılık gelmektedir. Basiret aynı zamanda her şeyi gören el-Basîr’in kulları üzerine tecellisi olarak kabul edilmiştir. Basireti bağlanmış kişiler, kör olarak nitelendirilir. Yani bir anlamda akıl gözü ve kalp gözü kapanmış “kalpleri olup da bununla idrak edemeyenler” olarak görülmüşlerdir. Gözler uyusa da, kalp ve akıl uyumaz. Dolayısıyla basiret, Allah’ın insanın aklına ve kalbine nakşettiği bir nurdur. Basiret, kardeşi ferasetle birlikte Allah’ın nuru ile bakışı ifade etmektedir.
Elbette dediğiniz gibi insanoğlu kimi zaman aklı kötülüğün emrine verdi yahut bocaladı. Aklı karışan, zihni bulanan ne yapacağını bilmeyen şaşkınlar için bocalama süreci kaçınılmazdır. O aşamada, tıpkı öfke anındaki gibi akıl devre dışı kalır, düşünme ve idrak melekeleri kapanır. Duyguların beslediği şek, şüphe ve zan devreye girer. Bu aşamada yapılması gereken ise, meseleleri kavramaya ve anlamaya çalışmaktır.
Kıt anlayış ve sınırlı idrak sahibi, zihnini harekete geçir(e)mez. Keşfetmek ve fikretmek, onun gündeminde yoktur. O, tasarlanmamış ve planlanmamış bir şekilde, her şeyi birdenbire yapmaya kalkar; aklına geleni ifşa eder, düşünmeden konuşur ve ağzına geleni söyler. Ancak sonuçlarını hesap etmeden, neler getireceğini düşünmeden istemek, arzulamak ve karar vermek, insanı yanlışlar yapmaya sürükler. Ve nihayetinde zararlar vermesine sebep olur.
Yapılması gereken sağlıklı düşünerek aklımıza mukayyet olmaktır. O zaman sapkın fikirler ve batıl düşünceler ortam bulamaz. Yaradan’a karşı “aklımıza mukayyet ol” yakarışı, “beni nefsimle başbaşa bırakma” nebevi duasıyla tamamlanmaktadır. Aklımıza sahip olmak, vahyin nurundan beslenmekle mümkündür. Vahiy, akla sığmayanı, mantık ilkelerinin açıklayamadığını izah edip çözebilir. Yeter ki, onu anlayacak selim bir akıl, temiz bir kalp olsun.
Aklın karışması, bocalaması, şaşırması sağlıklı düşünmeyi engeller. Aklın mantık yolunu takip etmesi, kalple barışması için de şarttır. Akıl kalple uyumlu olursa, mizan ve ayar bozulmaz. Akılla düşünmek, duyguları yok saymak anlamına gelmez. Eylemler akılla düşünülür, duygularla yapılır, kalple olgunlaşır.
Davranışların doğru ve yanlışlığını akıl test eder. Onun için akil kimse, gittiği yolun yanlışlığını görüp de hatasını düzeltendir. Yine o, yapması gerekeni unutup da -gecikmiş olsa da hatırlayıp- eyleme geçendir.
İstikamet üzere olan akil, aklıyla güzellik, çirkinlik, kemal ve noksanlık sıfatlarını idrak eder. Yine akil, her yaptığı eylemde doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ve güzeli çirkinden ayırt etme yetisine sahip olan kimsedir.
İlahi vahyin bu bağlamda akla rehberlik ettiğini söyleyebilir miyiz?
Akıl ve vahyin mihmandarlığına giren şaşkın, öncelikle sükûnet ve dinginliği elde eder. Sonraki aşamada sabır, metanet, ferasetle, hedef ve amaçlarını belirler. Olayların sebep ve sonuçları arasında bağlantı kurarak, gelişebilecek olay ve imkânlar konusunda öngörülerde bulunur. Nihayetinde muhtemel tahminleri, şaşkını, hakikat ve varlığın iç yüzünü keşfetmeye götürecektir. Orada hidayetin nuru ve bereketiyle bir iç aydınlanma yaşaması imkân dâhilindedir.
Diğer taraftan akla yatkın ve ona uygun her fikir ve eylemin kalpte de tartılması gereklidir. Aklın emrettikleri karşısında kalbin hakem olması vicdan ve adaletin gereğidir. Akîl katında bulunmak, akıllı ve mantıklı davranmakla gerçekleşir. Denilir ki, aklın yolu birdir. Aklın kabul etmediği bir husus, dalaleti getirir. İnsanlar da dalalet üzerinde bir araya gelmez, birleşmez.
Akıl dalalete düştüğünde vahiyle istikamet bulur. İnsanlık tarihi ve peygamberler halkası bunun örnekleriyle doludur. İyi, doğru ve adil olan hususunda, hemen hemen herkes bir noktada buluşarak aynı kanaate ulaşabilir. Düşünce ve eylemdeki olgunluk da bu noktada aranmalıdır. Bilgi, akılla ortaya çıkar, zihinle gelişir, kalple kemale erer ve faydalı olur.
Şu hâlde aklı kullanmak, imanın gereğidir. Günahkârların “Eğer kulak vermiş veya aklımızı kullanmış olsaydık, şu alevli ateştekilerden olmazdık.” (Mülk, 67/10.) feryadı iki âlemde yankılanacaktır.
Akıl, iman ve ibadeti güçlendiren ışık ve nurdur. Allah’tan en çok korkanlar, akıllarını kullanan âlimler ve bilginlerdir. Nitekim Mâverdî’ye atfedilen bir söz der ki: “Akıl, din ve ilim, insanı şeref ve izzet sahibi yapan üç yüce olgudur.” Dolayısıyla Allah, din ve ilmi akıl sahipleri için birer yol gösterici olarak işaret etmiştir. Onların reisi ise vahiydir.
Akıllı kişi, Yaradan’a inanarak peygamberlerin getirdiğini kabul edip erdemin yolunu tutan eylemleri işleyen kimsedir. Yine akil kişi Kutlu Nebi’nin (s.a.s.) ifadesiyle “nefsini kontrol altına alıp, ölümünden sonraki ebedî hayat için hazırlanan kimsedir.” (İbn-i Mace, Zühd, 31.)
İman neşvesinin yeşerdiği kalp, bize dünyayı farklı bir gözle görme becerisi de sunar. Hayata kalp gözü ile bakabilmek, feraset sahibi bireyler olabilmek için bize ne lazım gelir? Bize kalbin hâllerini ve kalb-i selim kavramını açıklar mısınız?
Kalp, erdem ve takvanın merkezidir. Selim kalpte, kin ve nefret yer bulmaz. Kalbe şifa veren ve ona dosdoğru yolu gösteren rehber Kadim Kelam, Kur’an’dır. Kalbin gözü, vahiyle açılır, inkârla kapanır. Kulaklar onunla işitir ve sağır olur. Görme ve idrak duyuları/duyguları kalbin ışığıyla aydınlanır.
Duygulara yer bırakmayan hastalıklı kalp sahipleri, iki cihanda muhasebe hâlinde olurlar. Kalbi taş gibi katı olanların yüreklerinde merhameti fışkırtan, yine Hakk’ın şefkati/rahmeti olacaktır. Yeter ki, onlar kalplerini örtüp de körleştirmesinler.
İmanın nuru, taş kalpleri çatlatır, oradan hayat ve inanç iksirini çıkartır. Mümin olarak hidayetin bekçiliğine şahitlik yapar. Hidayeti kalbe indiren Hak Teâlâ’nın inayetidir. Nihayetinde kalp, müjdesini hidayetin rehberliğinden alır.
Müminlerin kalpleri birbirlerine benzer. Onlar farklı bedenlerdeki tek bir kalp gibidir. Şehvet ve şeytan, onları istikametten ayıramaz. Çünkü onlar dosdoğru yolun yolcularıdır.
Bilinmelidir ki, dünyevileşme ve haz, yoldan sapmış kalp için bir tuzaktır. Azılı bir düşman olan sapkın kalp, fitne ve kıskançlığın merkezi hâline dönüşür. Ancak kalpleri kazanmak, Allah’ın şefkatine muhatap olmak demektir. Yumuşak olmak ve sevdirmek, en katı kalpleri bile eritir, inancın gölgesine taşır.
Tevhid peygamberi Hz. İbrahim, kalbi tatmin olması için, hüküm ve hikmet sahibi Allah’ın gücünü ve üstünlüğünü müşahede etmek istemiştir. Nitekim âlemlerin Rabb’i, dosdoğru kalp sahipleri için, güven ve itimat sıfatlarını vermiştir. Bunlardan mahrum olan günahkârların kalbi ise ihanetin gücüyle hareket eder. Onların kalpleri şirkin cephesine kayar, öğütten nasipsiz olarak çalışmaya devam eder.
Birbirine kalpleri ısınanlara gelince, onlar hidayet rehberi Kur’an’ın takipçileri olurlar. Nimetin şükrüyle sabaha kavuşup, sabrın zenginliğiyle akşamın karanlığından aydınlığa erişirler.
Kötülük, isyan ve dalalet, azgın kalplerin eylemleridir. Zorluk ve sıkıntı, onların kardeşleridir. Kin ve öfke, kalpleri kirli olanların özelliğidir. Zalimlerin kalplerine korkuyu salan el-Kahhar’ın kudretidir. Nitekim onların mekânı iki âlemde ceza konaklarıdır.
Ancak imanla dolan kalp, şirk ve nifakın istismarına asla uğramaz. Bu kalp sahipleri bilirler ki, yardım ve zafer, Hikmet Sahibi el-Hakîm’in selim kalplilere ikramıdır.
“el-Latif”in lütfundan nasiplenmeyen katı yürekliler ise, sevgi ve müjdeyi örterler. Böylece bağışlanma ve tevekkülün bereketinden insanları uzaklaştırır, küfrün ocağına yaklaştırırlar. Hâlbuki Rahman’ın dostları mütevekkil âbidlerden başkası değildir. Sabır ve şükür, onların kalplerini Allah’ın kendisinden üflediği ruhla şekillendirir. Bunun sonucunda kulluğun işareti olarak tevhid ehline dâhil eder.
Kalplerinde olmayanı ağızlarıyla söyleyen nifak ehline gelince, onlar her şeyi bilen el-Alîm’den hiçbir bilginin gizli kalmayacağını bilmeyen gafillerdir. Kalplerde olanları, yalnız Allah ve O’nun bildirdikleri bilebilir. Onun için iman ve küfür, kalplerde yan yanadır. Aralarında tevhidin aşılmaz duvarı bulunur. Haddi aşanlar, kendi kalplerini mühürleyen acınacak zavallılar haline gelirler.
Yürekleri ferahlatan/açan, “Mutlak Söz” ve “Kelam”, kalbi selim olanlara tesir eder. Öğüt ve nasihat, kalplere girer, onları şirk ve nifaktan arındırır; takva sahibi kullara dönüştürür.
Kalplerinde hastalık olanlar, hakikat(ler)i kavramak istemeyenlerdir. Onlar, tevhide sırtlarını dönmüş inkârcılar olarak hesap gününü bekleyen şeytanın arkadaşlarıdır. Mal, servet ve aileleri bu şer insanları kurtaramaz. Firavun, Nemrud ve Karun gibi müstekbirlerin başına gelenler, mühürlü kalplerin karşılaşacakları elim akıbeti haber vermektedir. Dolayısıyla “boş kalp”lerin iki âlemde tutunacakları “sağlam bir kulp” yoktur.
Hasılı, kalp, inançla tatmin olur, fikirle beslenir, kullukla güçlenir, takva ve zikirle kemâle erer.

Öz Geçmiş
1967 yılında Konya’da doğdu. 1990 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden mezun oldu. Yüksek lisansını 1994’te, doktorasını 1999’da Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde tamamladı. Bu arada 1991-1997 yılları arasında Ankara’da öğretmenlik görevinde bulundu. 1997 yılında Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Felsefe ve Din Bilimleri Bölümüne araştırma görevlisi olarak atandı. 2004 yılında doçent, Aralık 2009 tarihinde profesör oldu. 2008-2009 yılları arasında Eskişehir Osmangazi Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde çalıştı. 2010 yılında İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi kadrosuna dâhil oldu. 2011 yılında bölüm başkanı, 2012 yılında İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde dekan yardımcısı oldu. 2013-2015 yılları arasında Bülent Ecevit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi kurucu dekanlık ve rektör yardımcılığı vazifelerinde bulundu. Sabahattin Zaim ve Bahçeşehir Üniversitelerinde lisans ve lisansüstü dersler verdi. Hâlen İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde Felsefe Tarihi Anabilim Dalında öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. Biri İngilizceye çevrilmiş çok sayıda kitabının yanı sıra, ulusal ve uluslararası düzeyde tebliğleri ve çeşitli akademik dergilerde yayımlanan makaleleri bulunmaktadır.