Makale

TOPLUMUN SESSİZ DİLİ MODA VE HİYERARŞİ

TOPLUMUN SESSİZ DİLİ MODA VE HİYERARŞİ


Zeynep KAYSERİ UZUN


İnsan, varoluşunun başından beri kim olduğunu anlamaya çalışır. İlk mağara ressamları, duvarlara çizdikleri figürlerle kendilerini anlatmaya çalıştılar; bugünse biz, kıyafetlerimizle kim olduğumuzu anlatıyoruz. Bir ressamın tuvale fırça darbeleriyle işlediği duygular gibi biz de üzerimize giydiğimiz her parçayla ruhumuzun izlerini taşıyoruz. Seçtiğimiz renklerden siyah melankolinin; beyaz, arayışın ve dinginliğin ifadesi olabiliyor. Hâliyle moda, sadece dış dünyaya sunulan bir imaj değil iç dünyamızın da bir çeşit dışa vurumu oluyor.
İnsan, yalnızca yaşadığı çağın değil giydiği giysinin de çocuğudur. Kumaşların arasına sıkışmış hikâyeler, zamanın rüzgârında savrulan etekler değişimin sessiz tanıklarıdır. Bu açıdan moda, yalnızca bir süs değil bir dildir; yüzyıllardır toplumdan topluma, devrimlerden savaşlara, aşklardan isyanlara kadar her duygunun tercümanı olmuştur. O, estetik bir meselenin ötesinde, sosyal, kültürel ve ekonomik bir olgu olarak şekillenmiştir. Bir toplumun tarihsel ve kültürel yapısını, bireylerin toplumsal statüleriyle ilişkisini ve kişisel kimliklerini yansıtan bir gösterge işlevi görmüştür. Bir zamanlar zarifçe giyilen elbiseler, bedeni örtmekten çok daha fazlasını anlatmıştır. Her bir kıyafet, her bir aksesuar döneminin sosyoekonomik yapısının, sınıf farklarının, değerlerinin ve estetik anlayışlarının birer mikrokozmosunu oluşturmuştur.
Tarihsel serencamına bakıldığında moda, Antik Mısır’da güneşin altın ışıklarıyla parlayan keten kumaşlar, firavunların büyük iddialarını yansıtırken Yunanistan’da mermer heykeller gibi dökümlü giysiler, özgürlüğün ve aklın esnekliğini sembolize ediyordu. Roma’nın tunikleri, imparatorluğun gücünü gösterirken Orta Çağ’da ağır kadifelerin ve işlemeli pelerinlerin ardına saklanmış hiyerarşi, toplumsal sınıfların görünmez duvarlarını inşa ediyordu. Ama devrimler yalnızca meydanlarda değil, giysilerin dikişlerinde de başlıyordu. Fransız Devrimi’nde ipek ve tafta kumaşlar, aristokrasinin ihtişamıyla birlikte kesilip atıldı. Jakobenlerin sade kıyafetleri, halkın özgürlüğe susamış ruhunu giydiriyordu. Savaş yıllarında, kumaş yetmediğinde terziler daralan imkânlarla yeni çözümler üretiyor; asker botları sokak modasına karışıyor, ince çizgili takımların içindeki adamlar ceplerinde savaşın sertliğini taşıyordu.
1960’larda çiçek çocukları, isyanlarını rengârenk desenlerle anlatıyor; 1980’lerin vatkalı omuzları, iş dünyasına adım atan kadınların güç haykırışına dönüşüyordu.
Tarih, yalnızca kelimelerle değil dokularla da yazılır. Bir kaftanın altın işlemelerinde, bir şalvarın paçalarında, bir başörtüsünün nazik kıvrımlarında zamanın sesi yankılanır. Moda, yalnızca giyim kuşam meselesi olmayıp toplumun ruhunu, hayallerini ve değişimlerini bir yansıtan aynadır.
Türk tarihinde de kıyafetler, medeniyetimizin izlerini her daim taşımıştır. Göçebe hayatın rüzgârından sarayların ihtişamına, Batılılaşmanın uzun yolculuğundan Cumhuriyet’in değişen çizgilerine uzanan bu yolculuk, milletimizin kimliğinin renkli hikâyelerinden biri olmuştur. Atların sırtında özgürlüğe yürüyen Göktürkler, giydikleriyle de yaşam biçimlerini anlatmışlardır. Bozkırın keskin soğuğuna karşı sıkı dokunmuş kaftanlar, hareketi kısıtlamayan deri çizmeler ve bele oturan tunikler Türk milletinin savaşçı ruhunu sembolize etmiştir. Kadınların giysileri de doğayla uyumlu; kemerler işlemeli, tunikler bol ve süslemeler ince bir zarafetin nişanesi olmuştur. Altın tokalar ve gümüş işlemeler, yalnızca bir süs değil aynı zamanda o dönemin sosyal statüsünü de yansıtmıştır.
Selçuklu saraylarına girdiğinizde kıyafetlerin yalnızca bir örtünme aracı değil bir sanat eseri olduğunu görürdünüz. Kadifeler üzerine detaylandırılmış geometrik desenler, ince nakışlarla bezeli kaftanlar, her adımda medeniyetin asaletini taşımıştır. Kadınlar geniş kollu elbiseler, ince dokunmuş örtüler ve ince ince işlemeli kemerlerle süslenirken erkeklerin cübbeleri ihtişamın bir ifadesi olmuştur.
Osmanlı’da ise moda, yalnızca bir beğeni meselesi değil aynı zamanda bir kimlikti. Sarayın derin koridorlarında süzülen padişahlar, üzerlerindeki kaftanlarla bir cihan devletinin gücünü sergiliyordu. Her kaftan, dönemin en usta dokumacıları tarafından hazırlanıyor, kumaşın her ipliği bir hikâye anlatıyordu. Halk arasında da kıyafetler, sosyal statüye göre şekilleniyordu. Bir terzinin elinden çıkmış şalvarlar, mintanlar, feraceler Anadolu sokaklarında kendini zamana meydan okuyarak gösteriyordu. Bindallılar, düğünlerde bir gelinin geleceğe dokunan düşlerini taşırken fesler ve sarıklar başların üzerinde bir geleneğin izlerini yükleniyordu.
18. yüzyılla birlikte Batı’dan esen rüzgâr, Osmanlı kıyafetlerine de değmeye başladı. Lale Devri’nin zarif kadınları, Paris’ten gelen desenlerle süslenen elbiseleriyle yeni bir çağın habercisiydi. Şemsiyeler, korseler ve kabarık etekler Osmanlı kadınlarının dünyasına girerken bürokratlar redingotlarını giyip modernleşmeye adım atıyordu.
Tanzimat Fermanı, yalnızca devletin yapısını değil kıyafetleri de dönüştürdü. Artık saray görevlileri kaftanları bir kenara bırakıp redingot ceketlerini düğmeliyor, fes, Osmanlı aydınlarının yeni şapkası oluyordu. Kadınlar için Batılı tarzda korseler ve kabarık elbiseler popüler hâle gelirken şehir sokaklarında geleneksel feracelerle modern kıyafetler yan yana yürüyordu. Ama Anadolu hâlâ kendi dokusunu koruyordu; sokaklarda basma elbiseler, el işi yemeniler, geçmişin izlerini geleceğe taşıyordu.
Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte moda, modernleşmenin bir parçası hâline geldi. Şapka Kanunu, başlıklardaki değişimi getirirken erkekler için takım elbiseler, kadınlar için farklı kesimli elbiseler yeni bir dönemin başlangıcını simgeliyordu.
Türk kimliğini şekillendiren İslam geleneğinde ise kıyafet, yalnızca estetik bir tercih değil bir inanç biçimi, bir ahlak ifadesi olmuştur. Kıyafetler, bedeni sararken aynı zamanda ruhun en derin köşelerine dokunur. İslam’da, her şey gibi kıyafet de sadece dışarıya sunulan bir şekil değil içsel saflığın, tevazunun ve takvanın dışa vurumudur. Allah’a yönelmiş bir kalbin zahirî bir ifadesi olan kıyafet, her dikişiyle bir manevi değeri taşır. Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) sade, gösterişten uzak, fakat bir o kadar da zarif olan kıyafetleri, bu anlayışın en güzel örneğidir. Her elbise, bir müminin içindeki tevazuyu dış dünyaya sunma şeklidir. Gömleğin, etek ucunun, başörtüsünün her katı, bir inancın, bir ahlakın simgesidir. Bu, şekil değil bir duruştur; bir bakış açısıdır.
Modanın en belirgin özelliği, bir bedenin geçici ifadesiyle birleşmesidir. İnsanın varlıkla ilişkisi, modayla biçimlenir fakat bu ilişki, tıpkı bir akşam yelinin dokunuşu gibi kısa süreli bir etkileşimden ibarettir. Bir elbisenin modaya uygunluğu bedenin geçici doğasını yansıtır. Ne kadar “moda” olursa olsun, her kıyafet bir gün eskir, renkleri solar ve biçimi bozulur. Zamanla, bedeni saran kumaş, giysinin zamansızlığı ile örtüşür. Bir gün giydiğimiz elbisenin başka bir dönemde nostaljik bir anlam taşıması, zamanın geçici doğasının karşıtıdır. Moda, geçmişin izlerini taşır fakat bir gün o izler de silinir. Zaman geçtikçe modanın kaybolan akımları yeniden doğar. 90’lar modası, 2020’lerin başında yeniden sahneye çıkarken eskiye özlem duyan bir nesil, geçmişin zarafetini ve sadeliğini yeniden bulma arayışına girer. Eski jeanler, deri ceketler ve platform ayakkabılar her dönemde moda olmasa da geçiciliğin bittiği yerde, bir yeniden doğuşun işaretidir. Moda, zamanı aşıp geleneksel bir silüetin yeniden varlık bulmasına imkân tanır. Ancak yine de bu “geri dönüş”, geçici olmanın sınırları içindedir. Zaman akmaya devam ederken yeniden doğan bir stil, bir sonraki dönemin hayalini kurarak evrilir. Moda, zamanın geçici doğasına karşı, sürekli bir döngü içinde yaşar. Tıpkı bir nehrin akışı gibi, modalar zamanla sürüklenir, değişir, kaybolur. Fakat geçmişin her bir izini de geride bırakır. Geçicilik, modanın ruhudur ve her geçici an, yeni bir sonsuz döngünün başlangıcıdır. Zaman, modayı var ederken her yeni an, onun sonsuz akışını yansıtır. Tüm yolculuğuna rağmen ne kadar değişirse değişsin moda hep aynı melodiyi fısıldar: İnsan, giydiği hikâyedir. Ve bugün, geçmişin izleri modern kumaşlarla yeniden dokunmaktadır. Belki de bu yüzden, moda asla tam anlamıyla yeni değildir; o, eski anıların ve unutulmuş hikâyelerin yeni bir yorumudur. Fakat o, bir döngüden de ibaret değildir. Anın içinde var olmanın ve zamanın akışına direnmenin bir yoludur. Modayla insan, bir anlığına bile olsa zamana meydan okur. Bir elbise, bir ceket, bir ayakkabı... Bir nesne, insanın kendi varlığını hissettiği, yaşadığını anladığı bir ana dönüşebilir. O, yalnızca bir giyim tarzı değil bir milletin tarih boyunca aradığı kimliğin en görünür hâlidir. Göçebe atlılardan saray sultanlarına, reformist devlet adamlarından günümüz tasarımcılarına kadar her kumaşta zamanın dokusu saklıdır. Bu hikâye her dikişte, her desende, her iplikte yaşamaya devam eder. Ve bugün, zamansız bir çağda, geçmişin yankıları hâlâ kumaşların arasına sinmiş hâldedir. Sürdürülebilirliğin rüzgârı, ikinci el kıyafetleri gün yüzüne çıkarırken teknoloji, sanal defilelerde yeni çağın silüetlerini çizmektedir. Bir tasarımcının ellerinde Osmanlı motifleri haute couture elbiselere dönüşürken Anadolu’nun köklü desenleri çağdaş kesimlerle birleşmektedir. Gelenek, modernlik içinde kendine yer bulurken bir genç kızın dolabındaki kot giysiler, geçmişin basma entarisiyle aynı sıcak rüzgârı taşımaktadır.
Bir elbisenin katlarında, bir düğmenin ince işçiliğinde, bir kumaşın dokusunda, insanın kim olduğu ve kim olmak istediği gizlidir. Ve moda insana dair en temel arayışlardan birine, “kendini bulma ve ifade etme” ihtiyacına cevap verir. O, yalnızca kumaşın üzerine işlenmiş bir desen değil insan ruhunun dünyaya yansıyan şeklidir. İnsanın sonsuz arayışının, dünyayla kurduğu ilişkinin ve kendini anlatma çabasının en estetik biçimlerinden biridir. Moda, insanın zamana bıraktığı bir imzadır.