ATEŞ DÜŞTÜĞÜ YERİ YAKAR
Mustafa Mirza DEMİR
Neredeyse yedi asır yedi kıtaya adalet ve hoşgörüyle hükmeden Osmanlı Devleti, kuruluşundan itibaren fethettiği toprakları ve idaresi altında bulunan bütün milletleri, Müslüman ya da gayrimüslim ayrımı gözetmeksizin büyük bir hoşgörüyle yönetmiştir. Bir şekilde devletin tebaasına dâhil olan bütün gayrimüslim unsurlar, sağlanan bu geniş hoşgörü ve özgürlük imkânlarından ziyadesiyle faydalanmıştır. Dinine veya ırkına bakılmaksızın adil muamele gören Hristiyan tebaa, Osmanlının bütün ihtişamlı dönemlerinde her türlü hürriyet, can ve namus güvenliği, mülkiyet hakkı, eğitim ve dil serbestliği, dinî hayat ve ibadet özgürlüğü olanaklarıyla yaşamlarını sürdürdüler. Osmanlı yönetimindeki tebaanın içerisinde her milletten gayrimüslim halk yer alırken bunların çoğunluğunu Ermeniler oluşturuyordu. Tarihlerinin hiçbir döneminde olmadıkları kadar geniş hak ve imkânlara sahip olan Ermeniler sosyal statüleri, kültürel faaliyetleri, dinî özgürlükleri kısıtlanmadan huzur ve asayiş içerisinde yüzyıllarca yaşamlarını sürdürdüler. Ayrıca Hristiyan tebaa içerisinde kendilerinin imtiyazlı bir konumu da bulunuyor, Ermeniler Osmanlı topraklarında “millet-i sadıka” olarak adlandırılıyordu. Kendi kiliseleri, okulları, mahkemeleri, dernekleri, vakıfları bulunan ve Anadolu’dan Balkanlara kadar geniş bir coğrafyada dağınık olarak yaşayan Ermeniler, Osmanlının en güçlü olduğu dönemlerde paşalık, sadrazamlık, nazırlık ve yüksek devlet memurluğu görevlerinde bulundular. Devletin kritik ve ayrıcalıklı müesseselerinde üst düzey imkânlarla vazifelendirildiler. Darphane ve baruthane gibi teşkilatlar bunlardan bazılarıydı. Ayrıca sanatkâr ve zanaatkâr Ermeniler de teşvik ediliyor, ekonomik olanaklar kendilerine sunuluyordu.
“Ermeni Meselesi” Dedikleri
Anadolu’da yaşanan bin yıllık beraberliğin ve kardeşliğin sonrasında yaşananlar nelerdi? Hangi olaylar neticesinde bu kardeşlik bozulmuş; kendilerine millet-i sadıka denecek ve büyük imtiyazlar tanınacak kadar Türklerle kaynaşmış olan Ermeniler, nasıl olmuş da devletimiz ve ülkemiz için bir mesele ve tehlike hâline gelmişti? Ve en önemli soru: Belirli dönemlerde uluslararası arenada ortaya atılan ve her defasında Osmanlı ve Türkiye’yi yalan yanlış iftiralarla suçlayan “Ermeni meselesi” tam olarak nedir?
18. yüzyılda gerçekleşen Fransız İhtilali neticesinde yayılan “milliyetçilik” fikri, pek çok imparatorluğun bölünmesine neden oldu. Bu durumdan en fazla etkilenen ise Osmanlı Devleti oldu. Yüzyıllarca Osmanlı himayesi ve hâkimiyetinde huzur ve güven içerisinde yaşayan milletler, Avrupalı ve emperyalist devletlerin Osmanlıyı içeriden ve dışarıdan yıkma politikalarına alet oldular. Nitekim ilk azınlık ayaklanması olan Sırp isyanını ve bağımsızlık kazanan ilk azınlık olan Yunan isyanını da Batılı devletlerin desteklediği bilinmektedir. (bk. www.devletarsivleri.gov.tr) Osmanlı tebaasından olan Hristiyanların haklarını korumak ve iade etmek iddialarıyla Osmanlıyı bölmek için emperyalist güçlerin tahrik ettiği gayrimüslim unsurlardan biri de Ermeniler oldu. Avrupalı devletlerce Osmanlı topraklarını ve halklarını parçalamayı amaçlayan bu politika, “Şark Meselesi” olarak şöhret buldu.
1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi Ermeniler için dönüm noktası oldu. Osmanlı bu savaştan mağlup çıkınca Rusya, Osmanlı Devleti’ne karşı Ermenileri kullanarak onlar için imtiyazlar talep etti. Savaş sonrası Rusya, uyguladığı bazı politikalar sonucunda Kafkasya bölgesinin hâkim gücü olmuştu. Osmanlı, 3 Mart 1878 tarihinde imzalanan Ayastefanos Antlaşması’nın 16. maddesi ve daha sonra onun yerini alacak olan Berlin Antlaşması’nın 61. maddesiyle Ermenilerle ilgili ıslahat yapmayı kabul etti. Bu gelişmeler, başta İngiltere olmak üzere diğer Avrupa devletlerini rahatsız etmişti. Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü savunan İngiltere dahi artık mevcut politikasından vazgeçmeye karar verdi. Rusya ve İngiltere arasında yaşanan politik rekabet neticesinde Ermeni meselesi, uluslararası bir sorun hâline getirildi. Rusya, İngiltere ve Fransa gibi güçlerin tahrik ve teşvikleri, bazı ayrılıkçı Ermenileri cesaretlendirince yurt içi ve yurt dışında ihtilalci Ermeni partileri ve komitaları kuruldu. Böylece emperyalist devletlerin müdahale aracı hâline dönüşen Ermeniler, asırlarca huzur ve güven içerisinde korkusuzca yaşadığı toprakları bölme ve kendilerine bağımsız bir devlet kurma hayaliyle devlete isyan etmeye, yakıp yıkmaya, yağmalamaya ve önü alınamaz şiddet olaylarına başladı. (bk. www.devletarsivleri.gov.tr)
Sadık Milletten Terör Komitalarına…
Kara Haç Cemiyeti, Taşnak, Hınçak ve Ramgavar gibi dernek ve komitalar kurularak bağımsız Ermenistan ideali uğruna Anadolu’daki Ermeniler isyana teşvik edildi. Kurulan bu dernekler ve cemiyetler, emperyalist güçlerin hain emelleri için kara propaganda ve terör eylemleri yaptılar. Anadolu Ermenilerini kışkırtmak için yapılan ilk eylemler 1890 yılında meydana geldi. Böylece iki halk karşı karşıya gelmişti. Erzurum’da, İstanbul’da ve sonrasında birçok yerde çıkan ayaklanmalar neticesinde iki taraftan da masum insanlar öldürülüyor, Ermeni çeteleri Türk köylerine yaptığı terör baskınlarıyla talanlar ve cinayetler gerçekleştiriyor, bütün bu olaylar Avrupa basınına “Türkler, Ermenileri katlediyor!” şeklinde yansıtılıyordu. Âdeta hakikat ters yüz edilerek dünya kamuoyuna Anadolu’da Ermeni mezalimi/soykırımı yapıldığı iddiaları yayılıyordu. Ayrıca Avrupa medyasında görülen bu haberlerden Ermeni çetelerini kimlerin kışkırttığı da anlaşılıyordu. Bunları takip eden Taşnak ve Hınçak komitalarının çıkardığı muhtelif ayaklanmalar ve ölüm saçan eylemler, yüzlerce Müslüman ve Ermeni’nin ölümüne sebep oldu. Ayrıca Taşnak çetesinin planladığı 26 Ağustos 1896 Osmanlı Bankası saldırısı, eylemlerin amaçlarının ekonomik boyutunu da gözler önüne sermektedir.
Anadolu’nun hiçbir bölgesinde nüfus çoğunluğunu sağlayamayan ama Anadolu’da bir Ermeni devleti kurmayı amaçlayan komitacılar, bölgeler içerisinde en yoğun Ermeni nüfusunun yaşadığı Doğu Anadolu’yu öncelikli hedef olarak gördüler. Bölgeyi, Türk ve Müslüman nüfusundan arındırmak istediler. Bunun için de şiddetin ve dehşetin her türlüsüne başvurmaktan geri durmadılar. Bu bölgedeki şiddet ve terör eylemlerinden Anadolu’da Türk’ün kadim komşuları ve yoldaşları olan Kürt, Arap, Rum ve hatta masum Ermeni halkı dahi nasibini almıştı. Asıl hedef tabii ki Türk ve Müslümanlardı. Nitekim 1890’dan itibaren Erzurum, Sason, Van, Adana, Maraş, Zeytun isyanlarının temel amacı da Türklerin bu bölgeden çıkarılmasını sağlamaktı. Bütün Ermeni çeteleri geniş bir teşkilatlanma içerisinde yurdun dört bir yanında eylemlerini gerçekleştirdiler. (Tufan Gündüz, Büyük Olayların Kısa Tarihi II, Yeditepe Yayınları, Ankara 2016, s.15-16.) Millet-i sadıkadan Ermeni çetelerinin terör eylemlerine giden süreç, Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’na girmesine kadar devam etti. Çetelerin cesaretinin ve hadsizliğinin nerelere vardığını ise Sultan Abdülhamit’e düzenlenen suikast saldırısında görmek mümkün.
Tutuklamalar (24 Nisan 1915) ve Tehcir Kanunu
(27 Mayıs 1915)
Osmanlı, Çanakkale’de büyük bir sınav veriyordu. Mücadele ziyadesiyle çetin ilerliyordu. Çanakkale cephesinde varlık savaşı veren Osmanlı, diğer yandan cephe gerisinde Muş, Bitlis ve Erzurum’da Ermeni komitalarının başlattığı isyanları bastırmaya çabalıyordu. Bunun için tedbir almaktan başka çare görünmüyordu. Ok yaydan çıkmıştı. 24 Nisan 1915’te yayımlanan bir genelgeyle Taşnak, Hınçak, Ramgavar gibi fırkaların kapatılması, belgelerine el konulması, zararlı eylemlerde bulunan üyelerin tutuklanması emri çıkarıldı. Böylece bu komitalarda liderlik ve aktif terör eylemi yapan 2345 kişi tutuklandı. Haklarında tutuklama kararı çıkanların bir kısmı kaçarken yakalananların büyük bir kısmı Anadolu’nun bazı illerine ve o dönemde Osmanlı toprağı olan Halep, Musul başta olmak üzere Bağdat, Şam, Filistin ve Lübnan’a sevk edildi. Gözaltına alınanlardan suçsuz olduğu anlaşılan 38 kişi ise daha sonra serbest bırakıldı. (Tufan Gündüz, age, s.16.)
Yakalamalar, tutuklamalar yeterli gelmiyor, çetelerin taşkınlıkları zapt edilemiyordu. Bu kez Osmanlı hükûmeti, Ermenilerin yerlerini değiştirerek ayaklanmaların önünü almayı uygun gördü. Bu amaçla halk arasında “Tehcir Kanunu” diye bilinen 27 Mayıs 1915 tarihli Sevk ve İskân Kanunu çıkarıldı. 27 Nisan’da tutuklananlar da bu kanuna tabi tutuldu. Kanunun tek amacı, göç ettirmekti. Devletin ve milletin savaş ve barış hâlinde birliğini, dirliğini, güvenliğini tehdit edenlerin önüne geçebilmek için göç yolu, son çareydi. Ermenilerin topyekûn imha edilmesinin kesinlikle söz konusu olmadığı, sadece yer değişikliğine gidilmesi gerektiği devletin her kademesinde dillendiriliyor ve dahi belgelendiriliyordu. O tarihlerde yine Osmanlı Devleti’nin toprağı olan Suriye ve Kuzey Irak bölgesine göç ettirilmesine karar verilen Ermenilerin canlarını, mallarını koruma ve yol boyu güvenliklerini sağlama görevi ilgili valiliklere verildi. 30 Mayıs 1915’te yapılan bir düzenlemeyle de göçe tabi olanların taşınabilir mallarını yanlarında götürmeleri, taşınmayan malların ise satılması veya emanete alınması sağlandı. 15 Mart 1916’da sevk ve iskân uygulamasına son verildi. Talat Paşa’nın kayıtlarına göre göç ettirilen Ermenilerin sayısı 900 bini aşıyordu.
Bazı başıbozuk çetelerin ve köylülerin kafilelere ve iskân yerlerine düzenlediği saldırılar, güvenlik zafiyetleri, ulaşım zorlukları ve salgın hastalıklar, çok sayıda insanın yaşamını yitirmesine ve nahak yere Osmanlının soykırımla suçlanmasına neden oldu. İki yıl sonra ise tehcir edilen Ermeni, Rum ve Arapların yol masrafları karşılanarak geri dönüşleri sağlandı. (Süleyman Beyoğlu, Tehcir Kanunu, www.ansiklopedi.tubitak.gov.tr)
Meseleye Dair Ezcümle…
Anadolu coğrafyasında yaşanan acılar hepimizin acısı, kayıplar ise hepimizin kaybıdır. Mesele Avrupa ya da Amerika’nın meselesi değil Türkiye’nin meselesidir. Bugünkü devlet aklının da dillendirdiği gibi “Ateş düştüğü yeri yakmaktadır.”
Bugün gelinen noktada, tarihî meseleleri hukuki boyutlarda ve belgeler refakatinde ele almak elzemdir. Ermeni meselesi adı altında zaman zaman gündeme getirilen Ermeni mezalimi iddialarıyla gerek Osmanlı İmparatorluğu’na gerekse Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne, dünya kamuoyu nezdinde ve Ermeni vatandaşlarımızın vicdanında hüküm giydirilmek istenmektedir. Fakat bunun için tarafsız olarak kayıtlara bakılmalı, bir hüküm verilecekse de bu, tarihin şehadetinde ve resmî belgeler ışığında olmalıdır. Nitekim devlet arşiv kayıtları, tarihî belgeler ve fotoğraflar bu iddiaların asılsız olduğunu bizlere açıkça göstermektedir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ise bu husustaki tavrı ve çağrısı nettir: Arşiv kayıtları, hukukçuların ve tarihçilerin kullanımına açıktır ve bu arşivlerde yer alan yüz binlerce belge kamunun hizmetine sunulmaktadır.
Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u kuşatma harekatına başladı.
(2 Nisan 1453)
Türkiye’de internet ağı ilk defa kullanıldı.
(12 Nisan 1993)
TBMM açıldı.
(23 Nisan 1920)
Çernobil faciası meydana geldi.
( 26 Nisan 1986)
Kût’ül-Amâre zaferi kazanıldı.
(29 Nisan 1916)