DOÇ. DR. ENES BAYRAKLI
İLE SÖYLEŞİ
Söyleşi: Mahir KILINÇ
Tarihsel kökenleri açısından değerlendirilecek olursa İslamofobi kavramı nasıl bir geçmişe sahiptir?
İslamofobi kavramı, aslında ilk olarak 1918 yılında iki Fransız yazarın, Fransa’nın Cezayir’deki sömürgeci politikalarıyla ilgili yazdıkları bir kitapta geçiyor. Daha sonra hem İngilizce hem Fransızca literatürde kullanımı çok nadir. Kavramın çok geniş olarak tekrar kullanıma girmesi özellikle Soğuk Savaş sonrası dönemde oluyor. İngiltere’de 1996 yılında bir İngiliz düşünce kuruluşu tarafından yayımlanan raporun adı: “İslamofobi Hepimiz İçin Meydan Okuma” Bu rapor, İngiltere’de yükselen ırkçılık ve özellikle Müslümanlara karşı nefret suçları ve söylemini inceliyor. Bu rapordan sonra kavram geniş bir şekilde literatüre girmeye başlıyor ve akademide kullanılıyor. Özellikle 11 Eylül sonrası Batı’da artan İslam düşmanlığı neticesinde İslamofobi araştırmaları çok yaygınlaşıyor. Artık İslamofobi ile ilgili düzenli yayımlanan akademik dergiler ve raporlar var. Biz de 2015 yılından beri her yıl düzenli olarak Avrupa İslamofobi raporunu yayımlıyoruz. Bununla birlikte yayımlanan kitaplar, sempozyumlar ve akademik dergiler ile sosyal bilimlerde İslamofobi araştırmalarının bir alan olarak oturmuş olduğunu artık söyleyebiliriz.
İslamofobi kavramı, son yüzyılda ortaya çıkan ve son 30 yılda yaygınlaşmış olan bir kavram. İslam düşmanlığı olgusu ya da İslamofobi meselesi ise tabii ki son yüzyılda ortaya çıkmış bir mesele değil. Bunun tarihî bir geçmişi var. Özellikle Batı’da, Orta Çağ’da oryantalist literatürün ortaya çıkmasıyla birlikte İslam dünyası ve İslamiyet’le ilgili nefret söylemleri doğmaya başlıyor. Ama onun öncesinde İslam düşmanlığını ya da İslamofobiyi, İslamiyet’in ilk dönemine kadar geri götürebiliriz. Mekke’de müşriklerin Hz. Peygamber’e ve İslamiyet’e karşı düşmanlıklarını da bu çerçevede değerlendirebiliriz ama bugün karşı karşıya olduğumuz İslamofobi, daha çok Soğuk Savaş sonrası dönemde uluslararası konjonktürde İslam’ın ve Müslümanların bir öteki olarak ve potansiyel bir tehdit olarak tanımlanıp hedef tahtasına oturtulması ile ilgili bir durum. Tabii ki tarihî geçmişteki bu literatürden, imajlardan, imgelerden de besleniyor bu düşmanlık.
Malumunuz, günümüz dünyasında medya ve siyaset hayatın her alanında etkin role sahip iki realite/kavram. Bu ikilinin İslamofobiye dair takındıkları tutum hangi yönde?
İslamofobi problemini konuşurken öncelikle şunu tespit etmemiz lazım. Bu siyasi bir mesele ve bunun özünde kasıtlı olarak İslam’ı ve Müslümanları şeytanlaştırmayı hedefleyen, onları potansiyel bir tehdit olarak tanımlamış bir siyasi tutum söz konusu. Dolayısıyla burada, İslamiyet ya da Müslümanlarla ilgili yanlış algılar, yanlış anlaşılmalar, yanlış anlamalar ya da İslamiyet’i bilmemekten kaynaklanan bir düşmanlıktan bahsetmiyoruz. Batı toplumlarında bunlar olabilir ve bunların olması çok da anormal değil. Çünkü her toplumda; farklı dinler, kültürler ve dillerle ilgili yanlış algılar, ön yargılar söz konusu olabilir. Bunlar dünyanın her yerinde mevcut fakat bunları siyasi bir kararla ve tutumla sistematik bir düşmanlık, ötekileştirme, şeytanlaştırma aracı kıldığınız zaman artık siyasi bir problem ve mesele başlamış oluyor. Dolayısıyla burada İslam düşmanlığından bahsederken biz, gayet bilinçli ve kasıtlı bir şekilde İslam’ın ve Müslümanların siyasi bazı hedefler uğruna şeytanlaştırılması, ötekileştirilmesi ve düşmanlaştırılmasından bahsediyoruz. Bunun üzerinden Batı’da hem iç hem de dış politikada, hem Batı’daki Müslüman azınlıklara hem de İslam dünyasına yönelik işgal, müdahale politikaları meşrulaştırılıyor ve normalleştiriliyor. Dolayısıyla işin özünde gayet bilinçli bir tutum ve tavır var ve kesinlikle yanlış algılar, anlaşılmalar meselesi yok. Buradan hareketle “İslam’ı ve Müslümanları dünyaya doğru anlatırsak İslamofobi sona erer.” önermesinin de temelinin zayıf olduğunu söyleyebilirim. Çünkü burada İslam ya da Müslümanlar yanlış anlaşıldığı için bunlar olmuyor, aksine İslamiyet ve Müslümanlar biliniyor. İslamiyet’in potansiyeli biliniyor ve bilindiği için bilinçli bir şekilde bu düşmanlık kışkırtılıyor. Müslümanlarla ilgili negatif algılar yayılıyor. Batı’da medyanın bağımsız ya da tarafsız olduğu iddia edilse de siyasi erkler ve özellikle de ekonomik elitler tarafından kullanıldığını ve onların hilafına bir şey yapmadığını, onların ajandasına hizmet ettiğini biliyoruz. Bunu çok açık ve net bir şekilde yakın zamanda Gazze meselesinde gördük. Tarafsız ve bağımsız olduğunu sözde iddia eden bu medya kuruluşlarının hepsinin nasıl İsrail’in arkasına hizalandıklarını, soykırımı normalleştirip meşrulaştırdıklarını hep beraber gördük.
Maruz kalanlar açısından değerlendirilecek olursa İslamofobik tutumlar Müslüman bireylerin hayatında ne gibi ayrımcılıklar oluşturmaktadır? Hukuki açıdan bu tip eylem ve söylemlerle mücadele etmek için hangi adımlar atılmalıdır, atılmaktadır?
Özellikle Batı toplumlarında Müslümanlar, hayatın her alanında gerek dindar görünümlerinden gerek dinî vecibelerini yerine getirmelerinden ötürü gözle görülür bir şekilde İslamofobik tutumlarla, ayrımcılıkla karşılaşıyorlar. İş hayatından tutun da eğitim hayatına ve hatta kiralık ev ararken dahi İslamofobik tutumlardan kaynaklı ayrımcılıklara maruz kalabiliyorlar. Medyada ya da sosyal medyada nefret söylemlerinin ayyuka çıkmış olması bu ayrımcılığı ve nefreti daha da körüklemektedir. Dolayısıyla hayatın her alanını etkileyen bir düşmanlık ve ötekileştirme söz konusu.
Batı toplumlarında bunlarla mücadele etmek için her ülkede farklı bir yasal altyapı var. Tabii birçok ülkede hukuki süreçler farklı işliyor. Yapılan araştırmalar, özellikle Batı Avrupa’daki Müslümanların sadece %12’sinin uğradıkları bu İslamofobik tutum ve davranışları ilgili mercilere, makamlara şikâyet ettiklerini bildirdiklerini gösteriyor. Aslında ezici çoğunluk bunları raporlamıyor ya da ilgili makamlara şikâyette bulunmuyor. Dava konusu kılınanlar ise çok daha az tabii ki. Özellikle sivil toplum kuruluşlarının bu konunun üzerine gitmesi, örnek davalar açması ve İslamofobik tutum ve davranışların hukuki bir bedelinin ve karşılığının olduğunu göstermeleri gerekiyor. Bu mesele sadece bireysel çabalara bırakılamaz, bırakılmamalı diye düşünüyorum.
Batı’nın önderliğinde el birliğiyle inşa edilen İslamofobi endüstrisi Müslüman toplumların gündeminde ne kadar yer alıyor? İslam toplumlarının buna yönelik geçmişten geleceğe izlediği yol nedir, ne olmalıdır?
Müslümanlara karşı, adı ne olursa olsun onları yok etmeye varacak kadar bir ırkçılık söz konusu. İşte bizim, bununla mücadele etmek için bu ırkçılığın kendisini ortaya koymamız ve onu sorgulamamız lazım. Yine bu ırkçılığın Batı’daki yaygınlığını, diğer ırkçılık türleriyle olan ilintisini, ilişkisini ortaya koymamız gerekiyor. Ama biz “Ya zaten İslam düşmanlığının olması normal. İslam dünyasının hâline baksanıza, Müslümanlar cahil. Biz bunu zaten hak ediyoruz, kendimizi dünyaya anlatamıyoruz. İslamiyet’i insanlara anlatsak, İslamiyet’in güzelliklerini bir görseler, anlasalar bizi çok sevecekler…” gibi söylemlerin içerisine kendimizi hapsettik. Bunlardan kendimizi kurtarmalıyız. Batılı elitler İslam’ı çok iyi biliyorlar ve İslam’ın potansiyelinin de farkındalar. Ontolojik olarak İslamiyet’i, Batı medeniyetine ve kapitalist düzene bir tehdit olarak konumlandırmış durumdalar. Bundan dolayı İslam dünyasına ve İslamiyete saldırıyorlar. Dolayısıyla bizim bunu ortaya koyup dökmemiz gerekiyor. Biz İslamofobi ile “İslam barış dinidir.” diyerek mücadele edemeyiz. 11 Eylül’den sonra maalesef İslam dünyasında yerleşmiş olan apolojetik bir yaklaşımdı bu. Siz İslam barış dinidir dediğiniz zaman karşınıza müsteşrikler, oryantalistler Kur’an-ı Kerim’den bağlamından koparılmış cihat ayetlerini çıkarıp koyuyorlar. Tabii ki bağlamından koparıp bunu yapıyor ama bununla bu şekilde mücadele edilmez. Dolayısıyla doğru yerden mücadele etmek, problemi doğru tanımlamakla ve bunun bir ırkçılık türü olduğunu, Batı’daki yaygınlığını ortaya koymakla olur diye düşünüyorum.
Tolerans ve birlikte yaşama kültürü bakımından dünyaya referans gösterilen Avrupa’nın özellikle mülteci kriziyle açığa çıkardığı çifte standart ve ötekileştirme tutumları hakkında neler söylersiniz?
Avrupa’daki bu çifte standart ve tutumun temelinde az önce de bahsettiğimiz İslamiyetin ontolojik bakımdan “öteki” olarak tanımlanması meselesi söz konusu. İslamiyet’in potansiyeli çok iyi biliniyor. Tarihsel olarak Orta Çağ dönemindeki Batı’da, Hristiyan literatüründe ortaya çıkan İslam düşmanlığının temelinde Hristiyan âlimlerin İslam’a karşı korkuları vardı. Ama özellikle aydınlanmayla birlikte Rönesans ve reformdan sonra Batı’da ortaya çıkan İslamofobinin temelinde sekülerizm ve aydınlanma ideolojileri var. Bu ideolojiler dini, haddizatında toplumsal hayatın dışarısında durması gereken bir alan olarak tanımlamış durumdalar. Şu an karşı karşıya olduğumuz İslamofobi, Hristiyanlık teolojisinden ziyade aydınlanma ideolojisinden hareket ediyor. Bugün Batı’daki İslam düşmanlığı, kilise çevresinden daha ziyade seküler aydınlanmacı aydınlardan kaynaklı bir durum. Onların da Batı’da kurdukları düzende azınlık haklarına saygı, insan hakları gibi söylemlerde bulunduğu hâlde İslamiyeti buraya dâhil etmediklerini gözlemliyoruz. İslamiyeti anakronik, tarih dışı kalmış ve insanların günlük hayatlarını şekillendiren bir din olarak gördükleri için Müslümanların dinî yaşamını engelleme çabası içerisine girdiler. Bundan dolayı sol partiler, yeşil partiler, liberal partiler bütün o insan hakları ve azınlıklarla ilgili söylemlere rağmen başörtüsü yasaklarını desteklediler. Çünkü onların ideolojisine ters. Aydınlanma ideolojisine göre aslında bunlar olmaması gereken şeyler.
Son olarak, İslamofobiyle ve yabancı karşıtlığıyla mücadelede akademik çalışmalar, eğitim programları ve toplumsal farkındalık kampanyaları nasıl bir rol oynar?
İslamofobiyle ilgili önce bizim doğru bir anlayışa sahip olarak neyle karşı karşıya olduğumuzun farkına varmamız gerekiyor. Bu meselenin haddizatında bilinçli bir düşmanlık olduğunu, bir ötekileştirme olduğunu ve çok geniş bir skalada nefret söyleminden soykırıma kadar kendisini gösterdiğini bilmemiz gerekiyor. Dolayısıyla bununla mücadele ederken kesinlikle özür dilemeci bir yaklaşımla bunun olmayacağı, karşı tarafı sorgulayan, karşı karşıya olduğumuz ırkçılığı ortaya koyan bir yöntemle mücadele etmemiz gerektiği farkındalığından hareketle bunlarla ilgili öncelikle kendimizi, sonra kendi sivil toplum kuruluşlarımızı eğitmeliyiz, bilinçlendirmeliyiz. Biz bilmeden ve doğrusunu anlamadan bir şeyle mücadele edemeyiz. O zaman yanlış yerlerde kendimizi tüketiriz. Dolayısıyla akademik çalışmaları, eğitim programlarını, toplumsal farkındalık kampanyalarını ilk başta biz kendi mecramıza yönelik gerçekleştirmeliyiz.
Ayrıca İslam düşmanlığı sadece Batılı toplumlarda gördüğümüz bir şey değil maalesef. Batılılaşma ve aydınlanma ideolojilerinin İslam dünyasına taşınmasıyla beraber ve özellikle sömürgecilikle, sömürgeci aydınların oluşmasıyla birlikte işgal edilen Müslüman toplumlarda da çok yoğun bir şekilde aynı ideolojik tutumla hareket eden İslam düşmanlığını görüyoruz. Türkiye’de de maalesef radikal bir Batılılaşma sonucu oluşan Batılılaşmış elitlerin İslamiyete bakışı, Müslümanlara bakışı bir Fransız bir Alman entelektüelinden çok farklı değil. Onların ortaya koyduğu düşmanlık ve ötekileştirme de maalesef aynı etkiye sahip. Dolayısıyla Türkiye’de de İslamofobi bugün ciddi bir problem. Kamuda belki başörtüsü yasağı ve diğer yasaklar kalktı. Ama özel sektörde maalesef bugün hâlâ İslamofobik tutumlar, ayrımcılık, iş hayatında, eğitim hayatında, ev ararken ya da kiralarken birçok alanda kendisini gösteriyor. Bu da bizim en başta Türkiye’de mücadele etmemiz gereken bir alan olarak kendisini gösteriyor diye düşünüyorum.
ÖZGEÇMİŞ
Doç. Dr. Enes Bayraklı, lisans eğitimini Viyana Üniversitesinde tamamladı. Yine aynı üniversiteden 2006’da yüksek lisans, 2012’de doktora derecelerini aldı. Çalışma alanları arasında İslamofobi, Türkiye-AB ilişkileri, Almanya dış politikası, Avrupa’da aşırı sağ hareketler, terör örgütleri ve dış politika analizi bulunmaktadır. 2015 yılından beri yıllık olarak yayımlanan “Avrupa İslamofobi Raporu”nun editörlüğünü yapmaktadır. Doç. Dr. Enes Bayraklı, hâlihazırda Türk-Alman Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi olup Türkiye Araştırmaları Vakfı başkan yardımcısıdır.