İSTİMLAK GÜNLERİ…
Fatma BARBAROSOĞLU
I-
Zaman nedir?
Bir yanıyla silen bir yanıyla zapt eden sihirli bir muhafaza... Öyle bir muhafaza ki daralıp genişliyor, esneyip büzüşüyor.
Hatıra dediğimiz, dünün hükmünden kurtarıp bugüne getirdiklerimiz mi? Hafızada izi kalanlar sadece güzel anlar olsaydı sorunun cevabı şeksiz şüphesiz evet olurdu. Oysa hafıza bize rağmen kaydı tutulup envanteri çıkarılmış, mahzende vaktinin gelmesini bekleyen, kederli ve neşeli düğümlerle dolu. O düğümü kim, nasıl, nerede, ne vesile ile çözecek?
Kentsel dönüşüm bütün hatıraların, mekânların, birlikte yaşanmış zamanların katili.
Şehir yıkılıyor, kent ortaya çıkmıyor.
Taş, toprak, moloz. Atmosferde salınan kimyasal gazlar.
Şurada Banka Evleri vardı, yıkıldı. Benzeri Küçükyalı’da da vardı, yıkıldı. Bostancı’da Şişe-Cam evleri, yıkıldı.
40 yıllık binalar da yıkılıyor, birkaç yıllık olanlar da.
Hafta başından beri Özel Maltepe Üniversitesi Hastanesini yıkıyorlar. Dört katlı binanın yerine devasa bir hastane yapılacakmış. Kapanmaz deniz manzaraları kapanacak. Olmazlar oldurulacak, yasaklar delinecek, adamına göre konulup kaldırılacak kurallar.
Yapar yapar yeniden yıkarız, bizden kim usanası.
Müyesser Hanım gelsin otursun karşıma. Üvey oğlunun onca efendiliğinin kıymetini bilmeyip de azgın oğluna kul köle olan Müyesser Hanım. Ağzında akide şekeri gibi dolaştırdığı kelimelerle “Yıksın, kırsın, dövsün, yine canım, yine kuzum.” derdi hayırsız oğlu için. O bu sözü her tekrarladığında “Edepsiz dövüyormuş anasını!” diye söylenirdi kulakları ağır işiten Emine Hanım. “Yok ayol.” derdi Müyesser Hanım, “Atasözüdür söylediğim. Hiç duymamış olamazsınız ya!” Her defasında aynı muhavere, aynı kelimeler ve aynı vücut dili ile tekrarlanır ama bu ana şahit olanlar yine mi o bahis diye şikâyet etmezdi. Emine Hanım hırkasının yakasını düzeltip, iç kısmına seyyar sandık niyetine diktiği cebinden 1000’lik tesbihini çıkarıp boynuna kolye gibi asınca bir müddet öylece durulurdu. Bu, Emine Hanım’ın muhatabına “Hele sus, haddini aşma!” ikazı idi.
Dünün mahallesi dünde kaldı.
Günün mahallesi whatsapp mesajları üzerinden komşu: “Hastanenin yıkımı bitinceye kadar camlarınızı açmayın.”
Hastane yıkılıyor lakin iş makinelerinin beton parçalayan seslerinin hastaları ne kadar harap ettiğini düşünme safhasına gelmedik henüz. Bu sıcaklarda camlarımızı nasıl kapalı tutarız isyanına kara bir susuşla demir attık.
“Saadeti ara, musibeti bekle.” faslındayız.
II-
Miktarlar ve yekûnlardır heyecanımızı kamçılayan. Daha olan her şeyden biraz daha. Ölçülüp tartılabilen, sayılıp sunulabilen her şeyi severiz.
Yekûna yekûn katmak hünerimizdir.
Genç arkadaşımı, geçmişin sokaklarına dalıp çıkarak bekliyorum. Hiç şikâyetsiz bekleyeceğim elbet dünün kollarında, çünkü buluşma noktasını eksik tarif eden benim. Onca yıkıntının arasında doğru tarif ne mümkün zaten.
“Yıksın, kırsın, dövsün, yine canım, yine kuzum.” Ansızın karşıma oturan Müyesser Hanım’ı vedasız bırakıyorum oturduğu yerde. Biraz daha otursam geçmişin bütün dolaşık çileleri sanki önüme atılıp hadi yumak yap denilecekmiş gibi.
Beklenen geliyor.
“Biraz yürüyelim mi?”
Meydanı geçip çarşıya sapıyoruz. Metruk binayı gösteriyorum. “Görmüş müydün?” “Yok, yeni açılmış galiba.” Yeni açılmış galiba dediği dükkânın, camları ışıl ışıl. İçeride şık garsonlar, kapısında telaşlı kuyruk.
“Yukarı bak.”
Neye uğradığını şaşırıyor. Bir daha yolu buraya düşerse o taraftan asla yürümemesi gerektiğini düşünüyor belki. Alt kat ne kadar şenlikli ise üst kat o kadar ürkütücü. Sanki iki farklı bina kolaj tekniği ile üst üste bindirilmiş gibi.
“Depreme hazırlanan İstanbul bahsi için Temel fıkrası niyetine fotoğrafını çektim geçen hafta. İçerden bir görevli gelip ‘Fotoğrafını çekemezsiniz, kimden izin aldınız!’ diye had bildirdi.”
“...”
“Konsept çalışması yapıyoruz” dedim. “Eski ile yeninin uyumu. Hayat ile ölümün kol kola raksı.”
“Sonra...”
“Tehditler savurdu. Baktı tehdit işe yaramıyor ‘Belediyenin izni var. Biz izinsiz bir şey yapmıyoruz.’ faslına geçti.”
III-
Hamsiköy sütlacı yazan dükkânın önünde iki kişilik tek bir yuvarlak masa. Oturuyoruz. Başka kimsenin gelmeyecek olması bizim için nimet, mekân sahipleri için darlık muhakkak. Şimdilik bir masa. Belki sonra üç, beş. Mekânın sahibinin böyle hayalleri vardır elbet. Paket servis ile nereye kadar.
O minik masada karşılıklı otururken herkesten uzak ama herkese yakın. Önünde önlüğü genç bir kadın gözleri mahmur, içerde uyuyormuş da “Kalk, bak müşteri geldi.” dendiği için bedeninin yarısını rüyada bırakmış gibi dikildi masanın başına. Önümüze iki sütlaç koydu hızla. Biz sütlaçları yerken iki ayrı zamandaki bedenini birleştirip rüyasına kaldığı yerden devam edecek belki.
“Sütlaç istemedik. İki Türk kahvesi, sade.”
Kızın yüzündeki ifade “Hamsiköy Sütlacı” yazan dükkâna sütlaç yemek için gelinmez de niye gelinir, kahvenizi şu fıskiyeli bahçede içseydiniz diye haykırıyor. SANKİ.
Kızın sessiz kelimeleri ile bendeki sessiz kelimeleri diyalog hâline getiriyorum. Orası kalabalık. Burası tenha.
Kızın yüzü diyaloğa kapalı.
“İyi taktik.” diyorum genç meslektaşıma. “Sipariş almadan kafadan sütlaç takdimi.”
Dükkânın rutinini rayından çıkaran iki düzen bozucu olarak kahvelerimizi yudumluyoruz. “Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı var.” temalı umudu, zamana maya niyetine çalarak...
Yan dükkânın çamaşır sepeti büyüklüğündeki tezgâhında minik bir yığın oluşturmuş “seç al” parçaları, müşteri topluyor.
Seçip seçip almayan ama kendini müstakbel müşteri gibi hissetmek üzere seçiyormuş gibi yapan kadınlara, bakmıyor gibi bakıyorum. Kadınlar mini yığının içinden seçtikleri parçaları göz hizasına kadar kaldırıp, ünlü bir markanın kalite kontrol biriminde çalışan üst düzey yöneticisi gibi puan veriyorlar titizlikle. Verilen puan o seçili parçayı içeri girip paket yaptırmaya yetecek bir puan değil. Elenen parçalar yığının içindeki yerine geri dönüyor.
Akşamın dar vaktinde kadınlar uzun uzun seçiyorlar. Bu uzun seçişin altında sanki almışım tesellisi mi boy verecek. Omuzlara binen hayat pahalılığının yükü, seçilip de alınamayan ürünler yüzünden biraz daha mı artacak yoksa beğendiğim bir şey yok tesellisi ile kendini zevkli biri gibi hissetmesini mi sağlayacak bir anlığına. Oyuncak isteyen çocuklarına dar gelirli annelerin değişmeyen itiraz cümlesi: “Evde bunların hepsi var.” Seçilip bakılan o ürünler için de, evde bunlardan daha iyisi var, diyor mu akşam müşterileri.
“Bu sene çocuklara ne erik alabildim ne kiraz.” diyor yoldan geçen kadın yanındakine. “Öyle valla. Kiraz mevsimi, tadına bakmadan geçip gitti?”
Kadınları ancak arkalarından görüyorum. Hamsiköy sütlaççısı kapının önüne ürünlerinin fiyatını yazmış seyyar tabelanın üzerine: Türk kahvesi 50 TL. Yoldan geçenler sütlacın, Türk kahvesinin fiyatına bakıyor. Yabancı bir ülkede kazıklanmaktan korkan turist misali, tekrar tekrar okuyup fiyatın ehvenişer olup olmadığına karar verecekmiş gibi bir müddet oyalanıyorlar dükkânın önünde.
İçimde takılı kalmış plak aynı yerde cızırdayarak dönüyor: Zaman kendini tekrarlar mı? Ritim ve rutin arasındaki bağlantıyı tekrarlanan zaman sahnelerinden mi yakalar fâniliğini, zihninde yük olarak taşıyan fâni.
Kendinden önde giden dört yaşlarındaki çocuğu, annesi “Yanımdan ayrılma, seni kaçırırlar!” diye ihtar ediyor.
O sıra geçmişten bir sahne açılıyor. Açılan sahnenin teferruatına girmeden genç arkadaşıma “Çocuk kaçırılmayı hayal edebilir, bu ona güzel bir şeymiş gibi gelebilir.” diyorum. “Annesinin onu korkutmak için söylediği cümleyi çocuk çok başka şekilde anlayabilir.” Sarf ettiğim cümlenin izini muhatabımın yüzünde takip ediyorum.
Mahallemizde Birol diye bir çocuk vardı. “Birol’dan daha yaramaz bir çocuk dünyaya gelmemiştir bundan sonra da gelmeyecektir!!!” diye söylenirdi annesi. Mahalleliye, Birol’un annesi Birol’dan daha tekinsiz gelirdi. Ayşe Hanım, Birol’un yaramazlığını önlemek üzere korku sahneleri inşa ederdi her vesile ile. “Öyle yaparsan seni dilencilere veririm.” ya da”O kadar uzaklaşırsan seni kaçırırlar. Kolunu kessinler de sen gör o zaman!”
Birol kaçırılınca, kolu kesilince ne olacağını sormuş o gün annesine. “Seni dilendirirler.”
Dilenmeyi ne sanmıştı da mahallenin daimi dilencisi kesik kolun peşine takılmıştı Birol.
Birollar o olaydan sonra mahalleden taşındı. Annesi ile babasının boşanacağı konuşuldu günlerce. Boşandılar mı? Eşyaları alelacele bir kamyonete yüklendi, gittiler. Eskiden insanların ne kadar az eşyası olurdu.
O olaydan sonra... O olay neydi? Tam olarak ne olmuştu? Hafıza, kaydını tutmamış.
Kaydı tutulmayan geçmişin izi, dünden güne sızmak için tetikte bekliyor yine de.
“Not tutar mısınız?” diye soruyor kahvesinden bir yudum alırken. “Zaman bizim için bizim adımıza notunu tutuyor.” diyemiyorum. “Hayır...” diyorum sadece.
Hatırlamanın kimyası beni bir kez daha ele geçiriyor. Akşamın bu dar vaktine Birol’u ve annesini getiren nedir? Proust’a inanırsak dün güne daima koku eşliğinde yaslanıyordu. Madlen kurabiye ile Hamsiköy sütlacı arasında ufacık bir temas yok diyorum içimdeki zaman panelistlerine.
Pili bitmiş dijital bir saat gibi hissediyorum kendimi. Bir fark var. Ben gün ışığı ile şarj oluyorum oysa gün renklerini geceye emanet etmeye hazırlanıyor hızla. Âna yaklaşmak mümkün değil artık. Müezzinin eli kulağında. “Kalkalım mı?” diyorum.
IV-
Hafıza-hatıra-koku. Zikir gibi tekrarlıyorum bu üç kelimeyi. Hastanenin bahçesinden geçiyorum. Moloz yığınlarının fotoğrafını çekiyorum. Benim bu “anlamsız eylemime” tanık olanlar, kendini değil de beton parçalarının, demir yığınlarının fotoğrafını çeken “bu kadın”a yani bana “Allah şifa versin.” der gibi bakıyorlar.
Allah “şifamı” veriyor. Evet koku. Hatıraların resim seçisinin şefinin koku olduğuna bir kez daha ikna oluyorum.
Birolların sokağındaki bütün evlere istimlak gelmişti. Böyle moloz yığınlarının içinden geçmiştik günlerce. Sonra diğer sokaklar da nasibini aldı yıkımdan. Bir tek bizim oturduğumuz üç katlı sarı apartman kurtulmuştu istimlakten. Mahalleden kopmuştuk, Londra asfaltı geçmişti aramızdan.
İkna olan tarafım itiraza hazırlanıyor. Mesele sadece koku olsaydı iki saat önce buradan geçerken bu moloz kokusu ile gelirdi çocukluğumun istimlak günleri. Kokuya eşlik eden o cümle: “Seni kaçırırlar.”
Hatıralar, çökmüş bir bilgisayardan belge kurtarmak gibi bir şey mi? Gideni geri getirmek için bir cümle, bir isim şart. Gidenin gittiğini hatırlatan şey koku mu?
Gidenin, geçmişin, artık bu zamana ait olmayanın çıkıp gelmesi için birbirine uzak olan bir sürü şeyin kalkıp horona durması gerekiyor belki de. Bizim kuramadığımız birbirinden kopuk onca şeyi bir araya getiren o kimya.
Evet ya, Birol’un annesi, Ayşe Hanım, çok güzel fırın sütlaç yapardı...