BABIL KULESININ TAŞ DUVARLARI, CAHILIYENIN DIKILI TAŞLARI VE
TAŞLAŞMIŞ KALPLER
ÜZERİNE…
Prof. Dr. Güldane GÜNDÜZÖZ
Kırıkkale Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi
İbrahim Peygamber’in, babasına ve kavmine hakikati göstermek için yaptığını hatırlamalı. Kavmi, küfrün ve puta tapıcılığın pençesinde yollarını kaybetmiş bir hâldeyken, puthaneye giden İbrahim Peygamber, yanında getirdiği baltayla süslü elbiseler ve başına kondurulmuş taç ile tebaasının önünde bir kral gibi tahta oturtulmuş büyük putun dışındaki bütün putları paramparça eder. Baltayı putların kralının boynuna asar. Hz. İbrahim’in kavmi akşamleyin puthaneye geldiklerinde gördükleri manzara karşısında dehşete kapılırlar. “Putlarımız parçalanmış, bunu olsa olsa İbrahim yapmıştır. Çünkü o, bir olan Allah’a inandığını söylüyor.” diyerek soluğu İbrahim’in (a.s.) yanında alırlar. Hz. İbrahim, akıllarını kullanmaya sevk etmek için onlarla konuşmaya başlar. Olayı, sözlerin en güzeli Kur’an-ı Kerim şöyle anlatır:
“Babasına ve halkına, ‘Siz neye tapıyorsunuz?’ demişti. ‘Allah’tan başka birtakım uydurma ilahlar mı edinmek istiyorsunuz? Peki, âlemlerin Rabbiyle ilgili düşünceniz nedir?’ Sonra yıldızlara şöyle bir baktı. ‘Ben hastayım.’ dedi. Bunun üzerine diğerleri onu arkalarında bırakıp gittiler. İbrahim gizlice onların putlarının yanına vardı. ‘Niçin bir şeyler yemiyorsunuz?’ dedi; ‘Neyiniz var, niçin konuşmuyorsunuz?’ Sonra onlara güçlü darbeler indirmeye başladı. Diğerleri öfke içinde koşarak İbrahim’in yanına geldiler. Dedi ki: ‘Kendi ellerinizle yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz? Oysa sizi de yaptıklarınızı da Allah yarattı.’ Ötekiler, ‘Onun için bir yapı kurun ve (orada hazırlayacağınız) kuvvetli ateşe atın onu!’ dediler. Böylece onu engellemek için bir plan kurdular; ama biz de onları en alçak kimseler kıldık. İbrahim, ‘Ben Rabbime gidiyorum.’ dedi. ‘O bana yol gösterecektir.’ (Saffat, 37/85-99.)
Hristiyan dünyasında dillerin çeşitlenerek ortaya çıkışını anlatan Babil Kulesi de taştan bir yapıya bel bağlayan Babillilerin hikâyesine yer verir. Tevrat’ta anlatılan kıssaya göre insanlar tanrılık iddiasına girişip gökte olduğunu düşündükleri Allah’a ulaşmak gayesiyle bir kule inşa etmeye kalkışırlar. Bu kibirli girişimleri karşısında Allah onları cezalandırır; dillerini karıştırarak birbirlerini anlayamaz hâle getirir. Böylece insanlar bölünür ve iletişimleri kesilir. Efsaneye göre Babil şehri, adını bu tebelbül yani dillerin çoğalması ve insanların birbirlerini anlamaz hâle gelmesinden alır. Bütün dünyanın dili ve sözü bir iken onların başına bu gelmiştir. (Kitâb-ı Mukaddes, Tekvin (1): 2/19-20; 11/1-9) Hristiyan düşüncesi, dillerin farklılaşmasını bir tür anarşi ve karmaşa olarak yorumlarken (Jan Assmann, Kültürel Bellek: Eski Yüksek Kültürlerde Yazı, Hatırlama ve Politik Kimlik, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2001, s. 146-147.) Kur’an-ı Kerim ise bu durumu bambaşka bir bakış açısıyla ele alır. Kur’an-ı Kerim’e göre, insanların farklı dillerde konuşması ve farklı renklere sahip olması, Allah’ın kudretinin birer işaretidir. (Rum, 30/22.) Bu çeşitlilik, bir ayrışma ya da düzensizlik değil, aksine bir hikmetin tecellisidir. İnsan topluluklarının farklı milletler hâlinde yaratılması, karşılıklı tanışma, bilgi alışverişi ve hem maddi hem de manevi anlamda yükseliş için bir fırsattır. (Hucurat, 49/13.)
Kur’an-ı Kerim benzer bir olayın yalnızca Babil’de değil, uygarlığın bir diğer önemli kavşak noktası olan Mısır’da da yaşandığını haber verir. Firavun, aynı kibir ve iddia ile bürokratı Haman’a, sözüm ona Allah’a ulaşmak gayesiyle bir kule inşa etmesini emreder. (Mümin, 40/36.) İnsanın yalnızca maddi dünyada gözleriyle gördüklerine inanma zaafı, onu Yüce Allah’ı cismani bir varlık olarak düşünmeye yöneltir. İnsan, tüm idrakiyle kâinatı yaratan Allah’ı derinlemesine düşünmeye yönelmediği takdirde, yanılgılara düşmesi kaçınılmazdır. Böylece ya taşlardan medet umarak inşa ettiği kulelerle Allah’a ulaşma ve O’nunla rekabet etme cüretine kalkışmakta ya da taştan putları, yaratıcının yerine koyarak dalalete sürüklenmektedir.
Şirkin bulaştığı önemli zaman dilimlerinden biri olan cahiliye döneminin tasavvurunda da taşı kutsallaştırma eğilimi ya da taş üzerinden Allah ile bağ kurma saplantısı, Babil ya da Mısır’ın küfründen farklı değildir. Cahiliye müşriklerine göre yeryüzü, canlı cansız her şeyin konuştuğu bir dönemden geçmişti. Bu dönemde henüz insan var edilmemişti ve toprak çok bereketliydi. Hatta taşlar bile sünger gibi yumuşak olup sıkınca içinden su fışkırıyordu. Cahiliye Arapları, gerçekten bu asılsız inanca koşulsuz bir şekilde inanıyorlardı. Vahyin dokunuşuna muhatap olmuş, tevhid esasına dayalı İbrahim Peygamber’in Hanif dinini Amr b. Lühay’ın Arabistan’a putlar taşıyarak bozmasından sonra şirkin gölgesinin düştüğü kutsal topraklar, müşriklerin hayallerinde ürettikleri masalsı bir dönemden referans alan şirkin cenderesine çoktan girmişti. (Cevad Ali, el-Mufassal fî Târîhi’l-Arab kable’l-İslâm, Beyrut: Matbaatu Câmiati Bağdâd, 1968-1973, 6/34.) Müşrikler, Fıtahl Dönemi adını verdikleri hayali çağı yeryüzündeki muhayyel cennet olarak tasavvur ediyorlar, Allah’ın birer hakikat olarak sunduğu ahiret hayatını, cennet ve cehennemi inkâr ediyor, uydurdukları mazideki hayali cenneti, taptıkları taştan ve ağaçtan putları kutsallaştırmak için kullanıyorlardı. Ebu Leheb, Ebu Cehil, Mugire b. Şu’be ve diğerleri, taptıkları putların ve kurban kestikleri taş sunakların kutsiyetine inanmaya devam ediyorlardı. Kur’an-ı Kerim’de Mearic suresinin 43. ayetinde onların bu nusublara koşarcasına gittiklerine atıf olduğu kabul edilir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, Beyrut: Dâru İhyai’t-Turasi’l-Arabî, 1999, 16/47.)
Onlar, seyahate çıktıklarında yanlarına aldıkları dört taştan üçünü yemeklerini pişirmek için sacayağı olarak kullanırken birine de tapıyorlardı. Ama gerçekte hiç kimsenin aklına ocak taşı olarak kullandıkları üç taştan dördüncüsünün neden farklı olduğunu ve onu niçin tanrılık payesine yükselttiklerini sorgulamak gelmiyordu. Şansı olmayan taşlar ateşin harında kararıyor, is kokusuna bulanıyor, ama sözde tanrı kabul edilen taş, pamuklara sarılı şekilde saygı görüyordu. Ocak taşı ile tanrı olmak arasındaki ince ayrım, hiçbir sağlıklı aklın izah edebileceği türden değildi. Pek çok şair, taşların konuştuğunu iddia ettikleri dönemi şiirlerinde anıyor, masalsı bir dünyadan devşirdikleri taştan putları kutsal sayıyordu. Cahiliye şairlerinden Ümeyye b. Ebi’s-Salt, cahiliyenin hayalî menşei Fıtahl çağına atıfta bulunduğu bir şiirinde şunları söyler:
Atalar, putların ve sunakların, bizi koruduğunu söylerler, kesin bir dille,
Ne de olsa bu taşlar, sağır değildir bizce, canlıdır ve içi doludur su ile,
Her şeyin konuşup dile geldiği bir çağdan hatıradır bizlere.
Taştan ve tahtadan putları hayat kaynağı sanan zavallılar, kendi aymazlıklarını başkalarına nispet etseler de; tûl-i emel ile uzun yıllar dünyalık heveslerinin peşinden sürüklenseler de nafile… Nuh Peygamber’e Allah’ın lütuf olarak bahşettiği gemi, onların küfür bataklığında seyrüseferini tüm engellemelere rağmen sürdürecek, belki Gazze’ye, belki dünyanın herhangi bir yerinde baskı altındaki bir Müslüman beldeye yeniden demirleyecektir.