Makale

MEDİNE’NİN GENÇ ÂLİMİ: EBU SAÎD HUDRÎ

MEDİNE’NİN GENÇ ÂLİMİ:
EBU SAÎD HUDRÎ
Doç. Dr. Yaşar AKASLAN
Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Allah Resulü’nün hicret ettiği sıralarda Medine’de henüz on yaşlarında bir çocuk vardı. Babası ve annesi, Medine’de İslam davetinin henüz başlarında Müslüman olmuşlardı. İnandıkları dinin gereklerini heyecanla yerine getiren bir ailede doğup büyüyen bu çocuk, Medine’yi teşrif eden Resullüllah’ın (s.a.s.) etrafında pervane olmaya başladı. Kimi zaman babasıyla, kimi zaman yalnız başına Hz. Peygamber’in sohbetine iştirak ederdi. Mescid-i Nebevî’nin inşası sırasında küçük yaşına ve çelimsiz vücuduna bakıldığında kendisinden hiç beklenmeyecek bir güç ve çaba ile taş taşırdı. Öyle bir çocukluk dönemi geçirdi ki kâh Mescid-i Nebevî’nin avlusunda oyun oynar kâh Resulüllah’ın yanı başında büyükler gibi hizmet ederdi.

Bedir Savaşı şartları oluşmuştu. Çocuk, minik bedenine rağmen kocaman yüreğinde hissettiği iman davası uğrunda sınav verecekti. Bunun için uzun zamandır pratik de yapmış; yer yer güreş tutmuş, kılıç ve mızrak kullanmış, ok talimlerinde çoğu kez hedefe isabet ettirmişti. Artık mücadeleye hazırdı. Ancak Resul-ü Ekrem, yaşının küçüklüğü nedeniyle heyecanını en üst düzeyde yaşayan bu minik ama cesur kalbin Bedir’e katılmasına izin vermedi. Hâl böyle olunca umut bir başka bahara kalmıştı.

Bir yılın ardından Medine’de, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) rehberliğinde bu kez Uhud Savaşı için hazırlıklar yapılıyordu. Kahraman çocuk, çok istemesine rağmen yaşının tutmaması sebebiyle Bedir’e katılamamış olmanın da verdiği buruklukla Uhud’a iştirak etmeyi şiddetle arzuluyordu. Kendini savaşa öylesine hazırlamıştı ki aksi bir durumda hayal kırıklığı yaşaması işten bile değildi. Zira aradan geçen bir yıl içinde boyu uzamış, üstelik bir hayli kilo almıştı. Bunların yanı sıra kılıç kalkan kullanarak, ok atarak savaş hazırlıklarını ikmal etmişti. Artık 13 yaşındaydı. Öyle hayaller kuruyordu ki… Savaş meydanında müşriklerin karşısında olanca heybetiyle duracak, kılıcıyla Allah Resulü’nü koruyacaktı. Zira yetiştiği evde ve terbiyesinde önemli yeri bulunan Suffe’de bu inanç ve azim hâkimdi. Önce savaş için hazırlık yapan babasına danıştı. Babasının izninden sonra gözler Resulüllah’taydı. Ancak içinden bir ses, Hz. Peygamber’in yaş kriterini öne sürerek kendisine yine müsaade etmeyeceğini fısıldıyordu. Buna rağmen babasından, savaşa katılması hususunu Allah Resulü’ne açmasını rica etti. Babası evladının elinden tutarak Peygamber Efendimizin huzuruna götürdü. Boyunun uzun görünmesi için ayak parmaklarının üzerinde yükselen ve derin bir nefesle göğsünü ileri doğru çıkaran çocuğu karşısında gören Resulüllah, beklenildiği gibi yaşının küçüklüğü dolayısıyla savaşa katılma talebini bir kez daha reddetti. Babası yine de ümidini kaybetmeyerek Resul-ü Ekrem’e şu sözlerle ricada bulundu: “Ya Resulallah! Her ne kadar yaşı ufaksa da evladımın kemikleri gayet gelişmiştir. İzin verirseniz bizimle gelsin.” (İbn Sa‘d, et-Tabakât, 5:351) Ancak sunulan gerekçeler de alınan kararı değiştirmedi. Bu durum üzerine, dokununca ağlayacak hâle gelen çocuğun omuzlarına ellerini koyan Resulüllah, müşfik bir edayla şunları söyledi: “Bak delikanlı! Senin görevin Medine’de kadınları ve çocukları korumak… Sen de gelirsen onlara kim sahip çıkar?” Yeni görevini duyan çocuk bir nebze de olsa rahatlamıştı.

Evladı için üzülse de şehadet vesilesine kavuştuğu için şahsı adına sevince kapılan babası ise Uhud Savaşı’na katıldı. Zorlu muharebenin sonunda artık İslam ordusu Medine’ye dönüyordu. Şehir ahalisi Resulüllah’ı (s.a.s) ve yakınlarını karşılamak üzere yollara dökülmüştü. Savaşa iştirak edemeyen çocuk da annesiyle birlikte Peygamber Efendimizi ve mücahit babasını karşılamak üzere Uhud yolu üzerindeki Kanât Vadisi’nde bekliyordu. Çocuk, bir at üzerinde görünen Hz. Peygamber’e doğru koştu. Dizlerine sarılıp öptüğü Resulüllah atının üzerinden indi. Babasının şehadet haberini bu heyecanlı çocuğa hüzünle ve şu ifadelerle dile getirdi: “Allah, babandan dolayı sana mükâfatını versin!” (İbn Sa‘d, et-Tabakât, 5:351)

Babasının Uhud’da şehadetinden sonra maddi durumları daha da zayıflayan yetim çocuk ve annesi çok zor günler yaşadılar. Bu durumu da kimseye açmadılar. Sabrettiler. Ancak ellerinde avuçlarında hiçbir şey kalmamıştı artık. Herhangi bir gelirleri de yoktu. Esasen Medine’de yokluk günleri yaşanıyordu. Bir gün annesi “Yavrum! Resulüllah kendisine başvuranları hiç geri çevirmiyormuş. Mutlaka yiyecek bir şeyler bulup veriyormuş. Sen de git bakalım! Umarım hakkımızda hayırlı olur.” diyerek evladını gıda yardımı talep etmek üzere Hz. Peygamber’e göndermek zorunda kaldı. Çocuk utana sıkıla yanına vardığında Allah Resulü’nün şu sözleri söylediğini duydu: “Ey iman edenler! Başkalarından bir şey istemeyin! Allah, iffetli yaşayana ikram eder. Halktan bir şey beklemeden elinde olanla yetineni zengin kılar. Allah’a yemin ederim ki kişiye sabırdan daha üstün ve geniş bir rızık verilmemiştir. Eğer sabra razı değilseniz isteyin, vereyim!” Aslında bazılarının ısrarla Resulüllah’tan bir şeyler istemesi üzere söylenen bu sözlerden sonra delikanlı çok utandı ve sözü üzerine alınarak istemekten vazgeçti. Erzak bekleyen annesine gelip durumu haber verdi. O günden sonra bu yetim delikanlı ve annesi yaşadıkları sürece kimseden bir şey talep etmediler. Bir süre sonra Allah onların rızıklarını öyle genişletti ki çok sayıda bağları ve bahçeleri oldu, ticarette kâr ettiler, zamanla Medine’nin zenginleri arasında sayıldılar (İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-safve, 259).

Yaşının küçüklüğü sebebiyle Bedir ve Uhud Savaşlarına katılmasına müsaade edilmeyen, Hz. Peygamber (s.a.s.) ile birlikte ilk defa ancak Benî Mustalik Gazvesi’ne iştirak edebilen bu yetim çocuk Ebu Saîd el-Hudrî’dir. Allah Resulü’nü daha çocukluğunda tanıma imkânı bulan Ebu Saîd, zamanının çoğunu Suffe’de ilim tahsiliyle geçirdi. Resulüllah’ın uygun görmesiyle savaş zamanlarında da küçük yaşlarından beri heyecanını muhafaza ettiği muharebe meydanlarına koştu. Meraklı ve iştiyaklı bu ilim yolcusu, Suffe’nin yetiştirdiği en önemli âlimleri arasına genç yaşında dâhil oldu. Sahâbe-i kirâm, verdiği isabetli ictihadları ve fetvaları sebebiyle onu “Medine Kadısı/Müftüsü” olarak tavsif ettiler.

Gençleri oldukça önemseyen ve çevresine gençleri hoşnut etmelerini tavsiye eden Ebu Saîd öğrencilerine “Selam olsun size ey Allah Resulü’nün vasiyetleri!” diyerek hitap ederdi (Tirmizî, İlim, 4). Ümitvâr olduğu gençlere zaman zaman şunu söylerdi: “Merhaba, ey Resulüllah’ın bize vasiyet ettiği gençler! Şayet Allah Resulü hayatta olsaydı, bulunduğumuz ortamlarda size yer açmamızı ve mübarek sözlerini size öğretmemizi emrederdi. Zira siz, bizim halefimizsiniz ve bizden sonra bu önemli vazifeyi siz ifa edeceksiniz.” (Beyhakî, Şu‘abü’l-İmân, 2:275)

Ebu Saîd alçakgönüllü biriydi. Başı önde dolaşması, kimseden beklentisi olmaması ve saygı uyandıran vakur tavrı, insanları ona hürmette kusur etmemeye sevk ederdi. O, hüzünlü bir görünüşe sahipti. Neşe içinde eğlenen insanları gördükçe “Eğer ölümü düşünseydiniz tüm lezzetler size tatsız gelirdi ve bulunduğunuz şu hâli derhal terk ederdiniz.” derdi. Hamt cümleleri asla dilinden düşmezdi. Her yemekten sonra şu şekilde duada bulunurdu: “Bizi yediren, içiren ve Müslüman olmayı nasip eden Allah’a hamdolsun!” (İbn Sa‘d, et-Tabakât, 5:353)

Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman dönemlerinde hadis ve fıkıh ilmiyle meşgul olan Ebu Saîd, zamanını eğitim-öğretime ve Medine’nin fetva işlerine tahsis etti. Sohbeti ve dersi esnasında çevresinde oluşan kalabalık gruplara Resul-i Ekrem’den gördüklerini ve öğrendiklerini anlattı, bu kapsamda sorulan sorulara cevap verdi. Binden fazla hadis rivayet etmeleri sebebiyle “muksirûn” diye anılan yedi sahabi arasında yer aldı ve terbiyesinde yetiştiği Hz. Peygamber’den (s.a.s.) 1170 hadis nakletti (ez-Zehebî, Siyeru a‘lâmi’n-nübelâ, 3:171). Resulüllah’ın nice güzel hasletini ve sözlerini sonraki nesillere aktaran Ebu Saîd’in, Müslüman’a, etrafında yaşananlara kayıtsız kalmaması gerektiğini vurgulayan şu rivayeti bunlardan biridir: “Sizden kim bir kötülük görürse -seyirci kalmayıp- eliyle düzeltsin! Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse, diliyle değiştirsin. Diliyle değiştirmeye de gücü yetmezse, kalbiyle buğzetsin! Bu ise imanın en zayıf derecesidir.” (Müslim, İmân, 78)

Ebu Saîd, vefatından kısa süre önce oğlunu Cennetü’l-Bakî’ye götürüp defnedilmek istediği uzak bir köşeyi ona gösterdi. Hasta yatağında ölümünün yaklaştığını hissettiğinde de sahabilerden bir grubu çağırıp şu vasiyette bulundu: “Ebu Saîd’in oğlu asla size galip gelmesin! Vefat ettiğimde, namaz kılarken giydiğim elbiselerle beni kefenleyin! Evde bir kubtiyye/kıtriyye vardır. Beni onunla kefenleyin! Bir ukıyyelik tütsü ağacıyla cenazemi tütsüleyin! Kabrimin üstüne türbe yapmayın! Tabutuma erguvanlarla boyanmış kırmızı kadife koyun! Cenazemin arkasından ateşle yürümeyin! Cenazemi evimden çıkardığınız zaman, sakın ola ağlayan bir kadın cenazemi takip etmesin!”

Daha çocuk yaşta Resulüllah ile tanışma bahtiyarlığına eren, genç yaşında bütün sahabenin sevgisini ve saygısını kazanan, Hz. Peygamber’i (s.a.s.) tanımak isteyenlerin başvuru kaynağı olan, verdiği fetvalarla genç sahabilerin en fakihi olarak “Medine Müftüsü” namıyla şöhret bulan Ebu Saîd el-Hudrî, 74/693-94 senesinde bir cuma günü Medine’de Hakk’a yürüdü. Vasiyeti gereği Cennetü’l-Bakî’deki işaret ettiği yere defnedildi.