Makale

İslam'ın fakirliğe bakışı

İslam’ın fakirliğe bakışı


Prof. Dr. Osman Güner

Fakirlik, öteden beri insanlığın ortak kaderi olmuş en temel problemlerden biridir. Tarihte yaşamış en eski milletlerden günümüze değin, toplumların ‘zenginler ve yoksullar’ diye iki tabakaya ayrıldığı bilinmektedir. Zenginler ve soylular sınıfının mevcut imkânlardan sınırsız bir şekilde faydalanırken, fakirlerin ise büyük bir yokluk ve sefalet içerisinde hayatlarını idame ettirmeye çalıştıkları bilinmektedir. Maalesef günümüz toplumlarında da aynı manzara hâkimdir. Öyle ki, bir taraftan aynı toplumda lüks içinde yaşayan servet sahipleriyle bir lokma ekmeğe muhtaç insanların varlığına tanık olmak mümkündür. Dünya ölçeğinde de ülkelerin refah düzeylerine göre, ‘gelişmiş ve (gelişmekte olan) geri kalmış ülkeler’ diye temelde iki gruba ayrıldığını görmekteyiz. Bu da gösteriyor ki, yoksulluk, insanlık tarihi boyunca varlığı her dem hissedilen köklü ve önemli bir sorundur.

Fakirlik problemi

Toplum fertlerini derinden etkileyen bu problem, esasında Allah’ın ilahî bir lütuf olarak insana emanet etmiş olduğu dünya nimetlerinin ve sermayenin çoğu kez haksız bir şekilde paylaşımından (paylaşılmamış olmasından) kaynaklanmaktadır. Problem, böylesi bir durumda da sosyal krizlere ve toplum düzenini temelden sarsacak kadar tehlikeli boyutlara ulaşabilmiştir. Yapılan araştırmalar gösteriyor ki, yoksulluk ve yoksulluğun neden olduğu sorunlar, dünya nüfusunun en önemli gündem maddesini oluşturmaktadır.

Dünya milletleri arasında görülen gelir dağılımı adaletsizliği ve eşitsizliği, tabii olarak toplumda önemli bir kesimin yoksulluk çekmesine, aç ve sefil bir yaşantı sürmesine neden olmaktadır. Beslenme, barınma, giyinme, sağlık, eğitim ve evlenme gibi en temel ihtiyaçlarını bile karşılamaktan yoksun duruma düş(ürül)müş bu insanların hali, ülkeler açısından toplumsal krizlere davetiye çıkaran potansiyel bir tehlike oluşturmaktadır. Bilindiği gibi açlık, yoksulluğun en alt ve en tehlikeli basamağıdır. Bu nedenledir ki, Anadolu insanı “Allah kimseyi açlıkla imtihan etmesin” diyerek dua etmektedir. Yine “Fakirlik kapıya bastırılacak şey değildir” diyerek, yoksulluktan köşe bucak kaçılması gerektiği vurgulanırken; ünlü düşünür William Shakspeare ise, “Yoksulluk kapıdan girdiğinde aşk pencereden çıkar” sözleriyle, aşkın ve sevginin bile yoksulluğa yenik düşebileceğini çok çarpıcı biçimde ifade etmiştir.

Anadolu’da, “Aç tavuk ambar yıkar” atasözü ile de aç bir canın neler yapabileceğinin boyutları ortaya konulmak istenmiştir. Bir Fransız yazar, “Ben Fransızım; Fransa’yı elbette çok severim; hatta ona taparım bile. Ama Fransa beni aç bırakırsa onu satarım” diyerek mükemmel bir akılla donatılmış olan insanoğlunun, aziz olan canını korumak amacıyla neler yapabileceğini, hiçbir yoruma gerek kalmayacak şekilde, tüm açıklığıyla ortaya koymaktadır.

İşte bu nedenle milletler, kendilerine özgü çeşitli yol ve yöntemleri kullanarak bu hayatî sorunu çözmek için büyük uğraş vermişlerdir. Kimi toplumlar yoksulluğu bertaraf etmek için sosyal devlet ilkesine, kimileri sosyal güvenlik sisteminin yaygınlaştırılmasına, kimileri de işsizlik sigortasının uygulanmasına vurgu yapmışlardır. Bütün bu çözüm yolları, önceden ödenen pirim esasına dayandığından belli bir sermayeyi de gerekli kılmaktadır. Bizim kültürümüzde de gerek devlet yönetimini elinde tutan kamunun, gerekse toplumun sivil kesimini temsil eden vakıf ve derneklerin, aç ve yoksul insanları kendi başlarına bırakmadıkları, onlara onurlarını koruyacak şekilde yardımcı olup yaralarını sarmaya çalıştıkları, yoksulluğun giderilmesi için araştırmalar yapıp dünya çapında projeler ürettikleri ve bu sorunun çözümünü, toplumun selameti ve geleceğe güvenle bakması açısından önemli bir dinî, insani ve içtimai bir vecibe olarak telakki ettikleri görülmektedir.

İslami literatürde ‘fakirlik’ kavramı

‘İnsanın bir şeye güç yetirememesi ve başkasına muhtaç olması sebebiyle maddi bakımdan sıkıntı içinde bulunması’ demek olan fakirlik kavramı, Kur’an’da ‘fakr, fakîr ve (çoğulu) fukarâ’ olmak üzere on iki yerde geçmektedir. Bu ayetler incelendiğinde, bunlardan iki ayette (Fâtır, 15; Muhammed, 38; Haşr, 8.) fakirliğin ‘manevi anlamı’ kastedilmiş ve buna göre ‘insanların gerçekte kendi kendilerine yetmeyip Allah’a muhtaç oldukları (el-fukarâ ilallâh), Allah’ın ise hiç kimseye muhtaç olmadığı (va’llahu’l-ganî)’ vurgulanmıştır. Fakire yardım edilmesi, onun barındırılması ve korunması gibi konulardan bahseden diğer ayetlerde (Bakara, 268, 271, 273; Âl-i İmrân, 181; Nisâ, 6, 135 vd.) ise, fakirlik kelimesinin ‘maddî anlamda’ kullanıldığı görülür. Buna göre fakir, zengin olmayan, maddi sıkıntısı bulunan ve başkalarına muhtaç durumda olan kimse demektir. Dolayısıyla fakirlikten bahseden ayetlerin çoğunda bu mananın kastedildiği görülür.

Hadislerde geçen fakirlik kelimesinin de genellikle aynı anlamda kullanıldığı görülür. Hadis kaynaklarının Zühd (dünyaya rağbet etmeme) ve Rikâk (kalbe incelik verme) gibi bölümlerinde fakirlik ve fakirlerden bahseden çok sayıda hadis-i şerif mevcuttur. Bu hadislerdeki fakirlik kelimesinden de – ayetlerde olduğu gibi – daha çok maddi anlamdaki fakirlik kastedilmiştir. Bu rivayetlerde, fakirlik ve fakirlerden hem övgüyle hem de yergiyle bahsedilmesi dikkat çekicidir. Nitekim Peygamber (s.a.s.)’in “Allah’ım! Fakirlikten (fakirlik fitnesinin şerrinden) sana sığınırım...” (Nesaî, İstiâze, 14.) sözleriyle, fakirliğin olumsuz etkileri dikkate alınmak suretiyle istenmeyen bir durum olduğu ifade edilirken; “Bana cennet gösterildi de ahalisinin çoğunun fakirler olduğunu gördüm...” (Buhârî, Rikâk, 16; Müslim, Zikr, 94.) şeklindeki ifadeleriyle de, fakirliğin toplumsal bir vakıa olduğunu belirtip fakir insanların ümitsizliğe ve isyana kalkışmadan sabırla ve aktif bir tevekkülle ebedi hayatı kazanabileceklerini müjdelemiştir.

Zahitliği bir dünya görüşü olarak benimseyen tasavvuf doktrininde ise ‘fakr’ veya ‘fakirliğin’ özel bir anlam ve yeri vardır. İlk dönem mutasavvıflar da fakirliğin maddi anlamını dikkate alarak, mal ve metaı terk etmeyi temel bir prensip olarak kabul etmişlerdir. Nitekim ilk dönem sufilerinden İbrahim b. Edhem, kendisine on bin dirhem para vermek isteyen birine: “Bu parayla ismimi fukara defterinden silmek mi istiyorsunuz? Hayır, bunu yapamam” diyerek bu konudaki tavrını ortaya koymuştur. (Abdulkerim Kuşeyrî, Kuşeyri Risâlesi, (haz.S.Uludağ), Dergah Yay., İstanbul, 1991, s.440-1.) H. III. asırdan itibaren ise, sufilerin fakirlik kavramına ‘felsefî/manevî’ bir mana kazandırdıkları görülür. Buna göre ‘fakr’, Allah’tan başka herkesten ve her şeyden müstağni olmak ve sadece ‘Allah’a muhtaç olmak’ demektir. Bu anlamıyla fakir, günlük yiyeceği olmayan, hırpani, üstü başı yırtık ve maddeten yoksul kimse değil, Allah’a muhtaç olma bilinciyle yaşamını sürdüren kimse demektir. Meşhur sufî Şiblî (v. 334/945), fakiri, ‘Allah’tan başka hiçbir şeye sahip olmayandır’ diye tanımlar. (Ebu’l-Alâ Afîfî, Tasavvuf: İslam’da Manevî Hayat, (trc.E.Demirli-A.Kartal), İz Yay., İstanbul 1996, s.233-4.)
İslam’ın dünya malına bakışı

İslam’ın fakirliğe bakışını tespit edebilmek için öncelikle ‘dünya malı’na nasıl baktığını ve dünya nimetlerinden ne ölçüde yararlanmaya imkân tanıdığını belirlemek gerekir. Şunu ifade etmeliyiz ki, İslam, meşru veya gayrimeşru bir kayıt koymaksızın dünya malına karşı tavır almayı doğru bulmaz. Zira dünya malı da Yüce Yaratıcıya bakan cihetiyle mukaddestir ve insanın emrine amade kılınmış ilahî bir lütuftur. Dünya malına sahip olma arzusu, bir gurur, kibir ve tahakküm aracı olarak insanın iç dünyasına hükmetmedikçe ve insanı malın, mülkün kulu, kölesi (Abdu-Dînâr) haline dönüşmedikçe, müsamaha ile karşılanmış ve hatta teşvik bile edilmiştir. Nitekim Kur’an’da, “De ki, Allah’ın kulları için yarattığı ziynetleri ve temiz yiyecekleri kim haram kıldı? De ki: Bunlar dünya hayatında inananlarındır, kıyamet gününde de yalnızca onların olacaktır.” (A’râf, 32.) Yine Kur’an’ın ifadesine göre, “kadınlar, oğullar, yüklerle altın ve gümüş, salma atlar, davarlar ve ekinler”den her biri kendi varlığından çok peşine taktığı hırs ve ihtirastan dolayı aşağılanmıştır. (Âl-i İmrân, 14; ayrıca bkz. Hadîd, 20; Bakara, 201.) O halde bu tür olumsuzlukları barındırmayan bir dünya hayatı, hem dünyada hem de ahirette mutluluk vesilesi olabilecek meşru bir nimet olarak görülmektedir.

İslam’da hayatı idame ettirmek için çalışmak ve belli ölçüde mal varlığına sahip olmak esastır. Mal mülk sahibi olmak için de emek değerli bulunmuş ve ibadet sayılmıştır. Kur’an’da, Allah’ın geceyi dinlenme, gündüzü de geçim temini için yarattığı (Kasas, 73.), prensip olarak insanın çalışıp çabalamaktan başka bir kazanç ve başarı yolu bulunmadığı (Necm, 39.) belirtilmiştir. Cuma suresinde de, Müslümanlara namazdan sonra yeryüzüne dağılarak Allah’ın lütfundan yararlanmaları öğütlenmiştir. (Cum’a, 10.) Hz. Peygamber de bir hadisinde: “Hiç kimse elinin emeğiyle kazandığından daha hayırlı bir lokma yememiştir.” (Buhârî, Buyû’, 15; Zekât, 50.) buyurarak emekle elde edilen kazancın kutsiyetine işaret etmiştir. Bunlar gösteriyor ki, İslam, ister üreterek isterse ticaret yoluyla olsun, bireyin çalışıp kazanma girişimlerini meşru görmüş, hatta teşvik etmiştir.

Ancak bütün bu teşviklere bakarak, İslam’ın servet kazanma konusunda hiçbir sınır çizmediği ve tümüyle başıboş bıraktığı ve helal-haram ayrımı yapmadan her türlü kazancı meşru saydığı da zannedilmemelidir. İslam, mülk edinmenin meşruiyetini iki temel şarta bağlı kılmıştır. Bunlardan birincisi, malın batıl yollardan değil helal yollardan elde edilmesi; ikincisi de, elde edilen malın makbul ve meşru bir maksada hizmet için harcanmasıdır. Malı yalnızca biriktirip zenginliğiyle böbürlenmek ve kazanca hile karıştırıp servetin meşru ve tabii dağılımını engellemek, işte İslam’ın asıl karşı olduğu konu budur. (Sabri F.Ülgener, Zihniyet ve Din, İslam,Tasavvuf ve Çözülme Devri İktisat Ahlâkı, Der Yay., İstanbul 1981, s.67.)
İslam’ın fakirlik yorumu

İslam’ın dünya malına karşı herhangi bir olumsuz tutum sergilememiş olması, zenginliğin, istenmeyen ve hoş görülmeyen bir durum değil, aksine yükümlülükleri yerine getirildiğinde teşvik edilen bir değer olduğunu göstermektedir. Buna karşın İslam fakirliği de, özlem duyulan bir değer olmak yerine, toplumsal açıdan çözülmesi gereken bir problem, hatta zararından Allah’a sığınılacak bir musibet olarak değerlendirir ve bu beladan kurtulmak için insanlara çeşitli çareler önerir. Gerçekte İslam’ın yanında başka dünya dinlerinin de, ‘güçlülerin zayıflara zulmetmesine engel olmak, muhtaç durumdaki insanlara yardım etmek, yetime babalık edip aç ve açıkta kalanı barındırmak’ (Bkz. Kitabı Mukaddes, Süleymanın Meselleri, 21/13, 22/9; Tesniye, 15/7-8; Matta, 5/41-42; Luka, 11/41; 14/12-14.) şeklindeki söylemleriyle, yoksulluk sorununu her zaman dikkate aldıkları ve çözümü için çaba sarf ettikleri görülmektedir.

Kur’an’da maddi anlamda fakirliği öven veya özlenen bir değer olarak gören herhangi bir ayet bulunmadığı gibi, sahih bir hadis de mevcut değildir. Dünya malına karşı aşırı tutkuyu dengelemeye matuf bir tepki anlamı taşıyan zahitlik ve zahidane yaşantıyı öven sahih hadislerin, fakirliğe övgüyle baktığı şeklinde anlaşılması doğru değildir. Zahitlik için bile züht hayatına imkân sağlayacak dünya malına ihtiyaç vardır. Gerçekte zahit kişi, dünya malına sahip olup da onu elinde tutan, fakat asla gönlüne koymayan kimsedir. Hz. Peygamber’in, “Uhut dağı kadar altınım olsa üç günden fazla saklamazdım.” (Buhârî, Zekât, 4; Müslim, Zekât, 10.) şeklindeki sözlerinin bu bağlamda anlaşılması daha uygundur. Zira “Dünya malı tatlı ve çekicidir.” (Buhârî, Cihâd, 37; Müslim, Fiten, 26.) diye buyuran da yine odur ve bu sözüyle, herkesin kendisi gibi davranabilmesinin zor olduğunu ifade etmiş olmaktadır. Nitekim o (s.a.s.), Müslümanların servet edinmelerini meşru görmüş ve İslam’ın servetle ilgili olarak getirdiği yükümlülüklerin ifa edilmesi şartıyla zenginliğin bir nimet olduğunu ifade etmiştir: “(Meşru yolla kazanılmış) temiz mal, salih bir kul için ne büyük bir nimettir.” (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, IV/197, 202.) O her ne kadar gerçek zenginliğin gönül zenginliği olduğunu ifade ediyor olsa (Buhârî, Rikâk, 4; Müslim, Zekât, 40; Tirmizî, Zühd, 40.) da, onun bu sözlerinden mal zenginliğini yadırgadığı anlaşılmamalıdır. Zira o: “Şüphesiz Allah muttaki (Allah’ın emirlerine samimi bir şekilde uyan), zengin ve kendini ibadete vermiş kulu sever.” (Müslim, Zühd ve Rekâik, 11.) buyurur.

Fakirlik konusu, hadislerde daha kapsamlı bir şekilde ele alınmıştır. Peygamber (s.a.s.)’den menkul sahih hadisler, fakirliği gerek ferdî, gerekse içtimai yaşantıda olumsuz etkileri bulunan, önemli bir tehlike ve tehdit olarak değerlendirir. Peygamber (s.a.s.) çok açık bir dille fakirliğin istenmeyen ve sakınılması gereken bir durum olduğuna işaret etmiştir. (İbn Hanbel, II/231, 250, 410; Nesaî, Vesâyâ, 1; Zekât, 60; İbn Mâce, Vesâyâ, 4.) Nitekim kendisi bizzat “Allahım! Fakirlikten (fakirlik fitnesinin şerrinden) sana sığınırım...” (İbn Hanbel, VI/57, 207; Ebû Dâvud, Edeb, 101; Nesaî, İsti’âze, 14, 16; Sehiv, 90.) diye Allah’a dua ve niyazda bulunurken, etrafındakilere de şu tavsiyede bulunmuştur: “Fakirlikten, kıtlıktan, zilletten, zulmetmekten ve zulme uğramaktan Allah’a sığının.” (İbn Hanbel, II/540.) Keza onun döneminde toplumun refahını sağlamak ve fukaralığa engel olmak için ciddi tedbirlerin alındığı da bilinmektedir. Sözgelimi, muhacirlerle ensar arasında kardeşlik akdi yapılması (muâhât), kölelerin azat edilmesi, kamu yararına vakıf ve yatırımların teşvik edilmesi, kefaret, zekat, fıtır sadakası, infak, nafaka gibi fakirleri kalkındırmaya yönelik dinî mükellefiyetler, gerektiğinde borçlu ve fakirlere devlet bütçesinden destek sağlanması bu gibi tedbirlerdendir. (Bu konuda daha geniş bilgi için bkz. Yusuf el-Kardavî, Müşkiletü’l-fakr ve keyfe âlecehe’l-İslâm, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut, 1987, s.37 vd.)
Sonuçta;

İslam’ın istenmeyen bir durum olarak telakki ettiği fakirlik, insanların ferdî ve toplumsal yaşamını olumsuz yönde etkileyen temel problemlerden biridir. Fakirlik, insanların inanç esasları, ahlaki tavırları, düşünce dünyaları, ailevi yaşantıları ve sosyal gereksinimlerini temin açısından da büyük bir tehdit oluşturmaktadır. Bu gün ekonomik yönden geri kalmış İslam ülkelerinin dışa bağımlı hale gelmesinde, fakr u zaruretin önemli ölçüde rol oynadığını söylersek, sanırım yanılmış olmayız. Fakirlik, aynı zamanda Müslüman toplumların siyasi ve ekonomik alandaki bağımsızlığına karşı da önemli bir tehdittir. Tarihte olduğu gibi günümüzde de binlerce ve hatta milyonlarca insanın hayatını tehdit eden bu köklü ve temel sorundan insanlığın kurtarılabilmesi için, adalet, eşitlik ve insanlık onurunun saygınlığı gibi temel insanî değerleri merkeze alan evrensel bir anlayışla hareket edilmesi bir zarurettir.