Makale

OSMANLI VAKIF UYGULAMASINDAN BAZI ÖRNEKLER*

OSMANLI VAKIF UYGULAMASINDAN BAZI ÖRNEKLER*

Prof. Dr. Mehmet Emin MAKSUDOĞLU
Osmangazi Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dekanı

Certain Examples of Ottoman Vakf Practices
Vakıf, stemming from belief that any charitable action does not perish, has functioned as a non-governmental institution throughout Islamic world in various fields.
Vakıf practice served to lighten fiscal burden on the government during the Turkish Anatolian Civilisation under Sublime Ottoman State (Dawlat-i Aliyya-i Osmaniyyah) from the beginning to the end. For example, the madrasahs functioned depending on the income of the estates which were assigned (made vakıf) for this purpose, and the central government (Diwan-ı Hümayun) did not spare any budget for education.
In the Bayezid complex in Edirne, there were 21 people as doctors and other officers, to look after only 50 patients. The mentally ill were cured at Darusssifa of Edirne through music; 10 musicians carried out their art three days in a week for these purpose while the mentally ill were burned to death in Europe “on the grounds that they were possessed”

Key words:
Vakıf, Vâkıf, Mütevelli, Vakfname, İmaret, Külliye, Sebil, Müderris, Akça, Dirhem, Kervansaray.



İslâm-Türk medeniyetinde çok önemli bir yeri olan vakıf (vakf) kurumu, sosyal hayatta pek çok işlevi yüklenmiş, devletin işini kolaylaştırmış olan şâheser bir sivil toplum örgütüdür.
"Vakf kelimesi, Arapça’da durdurmak, alıkoymak mânâsına olup, ıstılah (terim) olarak, VIII. asır ortalarından XIX. asır sonlarına kadarki devrede, İslâm ülkelerinin ictimâî ve iktisâdî hayâtında ehemmiyetli bir rol oynayan dinî ictimâî bir müessesenin adıdır."
Vakf, sâdece Allâh rizâsını kazanmak için varlıklı kimselerin kurduğu ve faydasının, tamâmen, ihtiyâcı olanlara tahsîs edildiği hayır müessesesidir. Böyle bir müesseseyi kuran, yâni vakfeden kimse, daha önce sâhibi bulunduğu mülkü, tamâmen elden çıkarıp onu Allâh’ın mülkü hâline getirmektedir.
Vakf kuran, vakfta bulunan kimseye vâkıf (vakfeden) denilir.
Vâkıfta başlıca şu şartlar bulunmalıdır:
1.Vâkıf, hür, âkil, bâlig ve reşîd olmalıdır.
2.Vâkıf, kendi gönül hoşluğu ile, rizâsıyla vakfta bulunmuş olmalıdır, herhangi bir zorlama altında olmamalıdır.
3.Vakf’da gâye Allâh rızası kazanmak olduğu için, vâkıf, vakfetme işini, sevâp kazanmak ve hayır niyyeti ile yapmalıdır.
Vakfedilen malda da başlıca şu şartlar bulunmalıdır:
l. Vakfedilen mal, o sırada, vâkıfın mülkü olmalıdır. Vâkıf, kendi malı olmayan bir şeyi vakfedemez.
2 Vakfedilen mal, borca alınmış olmamalıdır.
3. Vakf olunacak mal, ev, dükkân, tarla, bahçe gibi, gelir getiren cinsten olmalıdır.
4.Vakfedilecek binâ veya ağaç gibi nesneler, yıkılması kararlaştırılmış olmamalıdır.
5. Vakıftan faydalanacak olanlar belli olmalıdır.
Vakfın nasıl işleyeceğini gösteren belgeye vakfiyye denilir. Vâkıf, vakfiyyede şartlarını belirtir. Vakfiyye, Kadı Sicilline işlenerek kesinleşir.
Vakfiyyede, Allâh’a hamd, Resûlullâh’a salât ve selâm bulunur. Sonra, hayır yapmayı özendiren, sadakanın sevâbını anlatan âyet ve hadîsler zikredilir. Bâzan, konuyla ilgili şiirler de konur.
Vakfiyyenin hukûkî, bağlayıcı bölümünde ise şu konular bulunur: 1.Vakfedilen malların neler olduğu,
2. Bu malların nasıl yönetileceği,
3. Vakf gelirinin kimlere ve nerelere sarfolunacağı,
4. Vakfı kimlerin idâre edeceği, (mütevelli hey’eti)
müessesede kaç kişinin çalışacağı,
bu çalışanlara ne kadar ücret ödeneceği,
bu ücretlerin hangi gelirlerden karşılanacağı,
kullanılacak, sarfolunacakların cinsi, fiyatı, vb.
konular, ayrıntılarıyla belirtilir.
5. Kadı’nın, bu vakfın gerek ve geçerli olduğuna ilişkin hükmü,
6. Kadı’nın mührü ve târih.
İslâm’da, Hz. Muhammed A.S.ın Medîne’de bulunan hurma bahçesini `Havâdisud Dehr’e, yâni İslâm’ın korunması için gerekebilecek olaylar ve âcil ihtiyaçlar için vakfettiğini biliyoruz. Fedek hurmalığını da `Ebnâ-yı Sebîl’e, yâni yolculara vakfetmişdir.
Hz. Ömer R.A. da hurmalık vakfetmiş, Allâh yolunda savaşan mücâhidler, kölelikten kurtulmak isteyenler, konuklar bu vakfın gelirinden faydalanmışlardır.
Osmanlılar da, ilk zamanlarından başlayarak, birçok mülkü vakfetmişlerdir. Bu cümleden olarak, daha ikinci hükümdâr Orhan Gazi’nin (1324-1362) vakfetdiği MEKECE köyünü biliyoruz. Fakhruddîn Osman oğlu Şucâ`uddîn Orhan, 724/1324 yılında Mekece’nin gelirini, oradaki hanikah’a vakfediyor. Hanikah’da, dervîşler, miskînler, garîbler ve fakîrlerden gelip geçenler doyurulacaktır, barındırılacaktır. Vakfiyye metni (tercümesi) şöyledir:
Ben, Fahruddîn Osman oğlu Şucâuddîn Orhan, ... hudûdu ile Mekece Nâhiyesinin tamâmını hâlisan muhlisan sırf Allâh rızâsı için Zâviyeye vakfetdim.
O zâviyede konuk olan gelip gidici dervîşleri, miskînleri, garîbleri, fakîrleri ve ilim ehlini barındırması için azadlı kölem Tavâşî Şerefuddîn Mukbil’i (vakf mütevellîsi olarak) tâyîn ettim. Geliri ne ise bunlara sarfedilsin ve her kim ki bu gelirden nasîb almağa müstahak değilse Zâviyede konuk olmasın. Bu vakfiyyeyi okuyanlar bilsinler ki Mekece’nin tevliyetini bu zâviyenin kullarının çocuklarından kim sâlih ise ona verdim ve bugünden itibâren gelene gidene elinden geldiğince hizmet etmek ve sarfetmek görevini Şerefuddîn Mukbil’e verdim. Bu hizmet karşılığında (ücret olarak) gelirlerin onda birini (öşür) alsın. Benim çocuklarımdan ve vârislerimden hiçbirinin bu gelirlerde hakkı yokdur. Bu mütevellîliğe, bu zâviyenin bendelerinin çocuklarının en iyileri nesilden nesile, batından batına ve asırdan asıra gelecektir.
Bu hususda nizâ eden ve bu manânın butlânına çalışan ve yalan, iftirâ, zulm ve adâvet gösteren kimse, Nebî Aleyhi Efdalus Salevât ves Selâm (ın teblîğ ettiği kurallara göre) makbûl olmaz. İkrâr ettiğim vechile, bu tevliyeti, bu zâviyenin bendelerinin çocuklarından en sâlih olanına hîn-i hâcetde (gerekdiği zaman) göstermesi için verdim, tâ ki, her kim olursa olsun, herhangi bir mahlûk çıkıp da müdâhale, müzâhame ve tagyîr etmesin. Kim müdâhale ve müzâhame ederse, Allâh Celle Celâluhu ve Resûlullâh Sallallâhu Aleyhi ves Selâm’ın lânetleri onun üzerine olacaktır. Bu vesîkayı okuyanlar, hâzır olan cemâatin şehâdetiyle bunu hakîkat bilsinler ve itimâd etsinler. Onların rızâlarıyla yazıldı. (Çünkü bu şâhitlerden dördü Orhan Beğin kardeşi, biri kızkardeşidir, üçü de Orhan Gâzi’nin kendi çocuklarıdır; bu kişiler, bu arâzinin gelirinden, kendileri de, çocukları da ebediyyen pay almayacaklardır).
Şâhidler:
Osman (Gâzi) oğlu Çoban Osman oğlu Melik Osman oğlu Pazarlu
Osman oğlu Hamîd Osman oğlu Pazarlu
Osman kızı Fâtıma Hâtûn Ömer Beğ kızı Mâl Hâtûn
Melik kızı Melik Akbaşlu kızı Efendi
Orhan (Gâzi) oğlu Sultân Orhan oğlu Süleymân
Orhan oğlu İbrâhîm ...
Benim mülkümden olan mezkûr Mekece’yi (bu vesîkayı okuyanlar) vakf bileler ve İnşâAllâhu Te`âlâ itimâd edeler.
Rebîul Evvel ortaları 724 (Mart 1324).
Orhan Gâzi, 1331 yılında İznik’i fethedince, oradaki büyük bir kiliseyi câmiye çevirdi, bir manastırı medrese yaptı. Yenişehir kapısı yakınında bir imâret yaptırdı, meşîhatını Hacı Hasan’a verdi. Hacı Hasan, Osman Gâzi’nin kayın atası Edebâli’nin mürîdlerinden idi. Orhan, kendi eliyle yemek üleşdirip, çırağını kendi eliyle uyardı.
Görülüyor ki, imâret yapıldığında, orada insanların sâdece mideleri doyurulmakla kalınmıyor, gönülleri de ihmâl edilmiyor, mânevî hayatlarının da iyileşdirilmesi için gerekli tedbîr alınıyordu. Bunu, imâretin başına mânevî âlemde derecesi yüksek kabûl edilen bir üstâdın getirilmesinden anlıyoruz.
İmâretin ayakta kalması, istenilen görevleri yerine getirebilmesi için ona gelir getirecek ve bu gelirin hiç kesilmeyeceği vakıflar yapılıyordu.
Burada şu noktayı da belirtelim ki, Osmanlı yönetimindeki halk Orhan Gâzi çağında öyle bir refâh düzeyine erişmişti ki, zekât virecek kimesne bulunmaz oldu.
Orhan Gâzi’nin oğlu ve üçüncü Osmanlı hükümdârı Murâd Hüdâvendigâr (1362-1389) Sırp Sındığı zaferine (1363) şükran nişânesi olmak üzere, Yenişehir’de bir İmâret, Pustin-Pûş adlı dervîş için bir zâviye yaptırdı. Bilecik’te bir cuma mescidi ve Bursa hisârında sarayda, kapı dibinde bir câmi yaptırdı. Bursa’da, Kaplıca’da da bir imâret ve üzerine medrese yaptırdı.
Osmanlı uygulamasında, sâdece hükümdarlar değil, sadrâzamlar, vezîrler, beğlerbeğleri, sancak beğleri, hâli vakti yerinde olan her Müslüman vakıf yapmakta yarışıyordu. Çünkü, biliyorlardı ve inanıyorlardı ki, vakfedilen eserden insanlar faydalandığı müddetçe -ki vakfın Kıyâmete kadar devâmı öngörülüyor ve vakfiyyelerde, `vakfın düzenini değiştirene, Allâh’ın, Resûlünün ve meleklerin lâneti olsun’ şeklinde bedduâ kısmı vardı- amel defterleri kapanmayacaktır ve sevâb kazanmağa devâm edeceklerdir. Zenginlerin vakıfta bulunmalarının bir sebebi de vakıf malının kazandığı dokunulmazlıktan dolayı, çocuklarına, torunlarına, torunlarının çocuklarına... sürekli gelir kaynağı sağlamış olmalarıydı. Çünkü, değiştirilmez şart olarak, vakfiyyede, vakfı kimin veya kimlerin idâre edeceği de belirtiliyordu. Bu sorumlu ve yetkili kişiler mütevellîlerdi. Vakıf kuran da, mütevellî olarak kendi çocuklarını tâyin ediyordu. Vakfedilen dükkânların, hanların, binâların, tarla ve bahçelerin kira gelirleri veya işletmeden doğan gelirler, hem vakfın bakımı, vakıftan yararlanacakların ihtiyaçları için, hem de mütevellînin ücretini karşılamak için kullanılıyordu. Meselâ, Orhan Gâzi’nin vakfetdiği Mekece Nâhiyesi’nin gelirlerinin, yâni oradaki tarlalardan kaldırılacak olan ürün tutarının onda biri (öşrü) mütevellîye âid oluyordu. Bu, hiç de küçümsenilecek bir meblâğ değildir.

Osmanlılar çağında insanlar, akla gelebilecek her türlü ihtiyaç için vakıflar kurmuşlardı. Öyle ki, İstanbul’un, yâni, sûr içindeki târîhi bölgenin üçte ikisinin vakıf olduğu ifâde edilmektedir.
Osmanlılar çağında kurulan vakıf çeşitleri şöyle sıralanabilir:
1. Câmiler, Mescidler, kırlarda yapılan Musallâlar, Namazgâhlar
2. Medreseler, Mektebler, Kütübhâneler, Zâviyeler, Ribâtlar, Dergâhlar
3. Çeşmeler, Sebiller, Sarnıçlar, Havuzlar, Kuyular, Göller, Yolların Tâmirleri, Tesviyeleri
4. Kervânsaraylar, Hastahâneler, Hazîreler, Makbereler ve zaif hayvanların otlayıp beslenmeleri için mer`alar, çayırlar
5. Mekke-i Mükerreme ve Medîne-i Münevvere ahâlisinden fakîr olanlara ve hac yolunda parasız kalanlara ve Huccâc-ı Kirâma su ve şerbet dağıtılmasına mahsûs (Haremeyn-i Muhteremeyn) vakıfları
6. Câmilerde va`z edilmesi, Tefsîr, Hadîs, Fıkıh okutulması, Câmilerde ve Türbelerde Buhâri-i Şerîf, Müslim-i Şerîf, Delâilul Hayrât vs. okunması, fakîr mekteb çocuklarına Nebe’ ve Mülk Sûrelerinin alınması, Kur’ân-ı Kerîm’i hatmeden çocuklara birer miktar para tevzi edilmesi için yapılmış vakıflar
7. Câmilerde, Zâviyelerde mevlid-i şerîf menkıbesinin okutulması, Lihye-i Saâdetin ziyâret ettirilmesi, kandil, mum, berat yaptırılması ve Câmi, Mescid, Zâviye duvarlarında ve etrâfında bitecek hüdây-ı nâbit otların yoldurulması için muhassas vakıflar
8. Ramazan-ı Şerifte ve sâir mübârek günlerde, akşamleyin Câmilerde cemaata hurma, zeytin, su tevzi-i için yapılmış vakıflar
9. Fakirlere vakit vakit ve bilhassa Ramazan-ı Şerifte, Regâib ve Beraet gibi mübârek gecelerde para ve erzak dağıtmak, fakir kızlara cihaz (çeyiz) tedârik etmek, fakir cenâzelerini kaldırmak, yetim yoksul çocuklara, fakir dul kadınlara bayram elbisesi satın almak, desti ve bardak gibi şeyleri kıran hizmetçileri serzenişten kurtarmak için kırdıkları şeylerin benzerlerini hemen alıvermek için yapılmış vakıflar
10. Yolculara yardım etmek, esirleri azad etmek, Mükâtiblerin kitâbet bedelini ödemek, azad edilmiş köle ve câriyelere muâvenette bulunmak için yapılmış vakıflar
11. Mesahif-i Şerifenin ve sâir dinî, ilmî kitapların yazılması, alınması, tamir ve teclid edilmesi ve hayır müesseselerinin yaşayabilmesi için yapılmış vakıflar...
Bunlar için bir çok paralar, akarlar, çiftlikler, hizmetçiler vakf ve tahsis edilmiştir.
Kısaca açıklayalım:
1. Câmiler:
Mescidler için yapılan vakıflarda, o binâda, imâm, müezzin, kayyum vb. kaç görevli bulunacaktır, bunların her birine ne miktar ücret ödenecektir, binâların bakım ve onarımı için ayrılacak meblâğlar, ayrıntılı olarak vakfiyede belirtilir. Mütevellinin ne miktar ücret alacağı, bu masrafların hangi akarlardan karşılanacağı belirtilmektedir.
Musallâ ve Namazgâhlar, Bayram Namazları gibi, cemâatın çok kalabalık olacağı kırlarda yapılırdı. Geniş bir alan bu işe tahsis edilir, etrafı çevrilir, minâre ve minber yapılırdı. Buraların bakımı, düzenlenmesi, iyi bir durumda tutulması için yapılan vakıftır.
2. Medreseler için yapılan vakıflar:
Vâkıf, inşâ ettiği medresede, Müderrise günde kaç akça ödeneceğini, her öğrenciye ne miktar harçlık verileceğini, hangi yemeklerde ne pişirilip ikrâm edileceğini, medresenin bakım ve temizliği, diğer hizmetleri için kaç kişi görevlendirileceğini, bunların, görevlerine göre, her birine ne miktar ücret ödeneceğini, bu masrafların hangi akardan karşılanacağını, vakfiyyesinde zikreder. Medreseler, Müderrise ödenecek günlük ücrete göre de isimlendirilirdi; otuzlu, kırklı, ellili... gibi.
Osmanlı’da, devlet, eğitim için para, kaynak ayırmıyordu. Çünkü, hayırsever Müslümanlar medrese kuruyorlar, bu medreselere dükkânlar, binâlar, tarlalar, bahçeler vakfediyorlardı. Medresedeki müderrisin ve öğrencilerin, yiyecek, giyecek vb. bütün masrafları vakfın gelirlerinden karşılanıyordu.
Medrese binâsının yapımında, dış dünyâdan soyutlanma şartlarının hazırlanmasına, öğrencilerin, bütün dikkatleriyle derse yönelmelerini sağlama şartlarının yerine getirilmesine büyük önem verilirdi. Bir avlunun etrâfına dizilmiş tek kişilik odalarda birer ocak bulunurdu. Odaların kapıları avluya açılırdı, avluda, bâzen bir havuz bulunurdu. Odaların dışa, sokağa bakan pencereleri, sadece ışık girmesi içindi, dardı, yüksekte idi. Dışarıdan içerisi, içeriden de dışarısı görülmezdi.
Medreseler, çeşitli seviyelerde idi: İlkokul seviyesinde olan medreseler, köylere kadar yayılmıştı.
Fâtih Sultân Mehemmed Hân’ın ve Kanûnî Sultân Süleymân’ın medreseleri ise, Üniversite düzeyinde idi.
Fâtih, câmiinin doğu tarafında dört ve batı tarafında dört medrese yapdırdı, bunlara sahn-ı semân veyâ semâniye medreseleri denildi. Medreselerin her birinde dokuzar oda vardı. Bu medreseler, üniversite düzeyinde idi. Bunların arkalarında da tetimme adıyla anılan daha düşük seviyede sekiz medrese daha vardı. Buralarda yetişen öğrenciler, sahn-ı semâna geçerlerdi. Sahn-ı Semân adlı medreselerden her birinde, gündeliği ellişer akça olan birer müderris (profesör) vardı. Her medresede birer de mu’iyd (doçent) vardı. Mu’iydlerin yevmiyesi beşer akça idi. Her odada bir öğrenci kalıyordu. Öğrencilerin yevmiyeleri ikişer akça idi. Yemek, imârette pişirilip veriliyordu. Medreselerde, temizlik ve kapıcılık işlerine bakan hizmetliler de vardı.
Tetimme adı verilen orta öğretim seviyesindeki medreselerde ise, her odada, birden fazla öğrenci kalıyordu. Yemekleri imâretten veriliyordu.
Süleymâniyye Külliyyesi’nde ise, ihtisâs için riyâziyye (matematik), tıb medresesi, ve dârul hadîs, eczâhâne, hastahâne vardı.
Ayrıca, ihtisâs medreseleri vardı:
Dârul Kurrâ : Hâfız yetiştiren, kırâat ilminde ihtisâs veren müssese idi.
Dârul Hadîs: Hadîs ilminde ihtisâs veren müessese idi.
Kütüphâne vakfı: Hâfız-ı kütübe ne ücret ödeneceği, diğer hizmetlilere ne miktar ödemede bulunulacağı, binânın bakım ve onarımı için nerelerden gelir geleceği ayrıntılarıyla belirtilirdi.
Zâviyeler ve Dergâhlarla ilgili olanlar, belli başlı tasavvuf kolları için daha çok hükümdârların yaptıkları vakıflar idi. Pişirilecek yemeklerin malzemesinin nerelerden geleceği, müessesenin başındaki Efendiye ayrılan tahsîsât vb. belli idi.
3. Çeşmeler:
Hayır için su getirten, çeşme yaptıranlar, bunların bakım ve onarımı ve bu işleri yapacak olanlara ödenecek ücretler için, gelir getirecek vakflar yaparlardı.
Su biriktirilmesi için sarnıçlar, sulama için havuzlar yaptırılması ve göllerin bu işe tahsîsi için vakıflar kurulmuştu. Ayrıca, yolların tamirleri, düzeltilmesi için de vakıflar vardı. Burada şu kadarına işâret edelim ki, Osmanlı Devletinin, ordunun geçeceği yolların bakım ve onarımı için, vergi almak yerine bu işlerle görevlendirdiği bir zümre de vardı. Bu, anlatılan vakıflar, bunun dışında kalan yerler için söz konusu olmalıdır.
Burada, Kanûnî Sultân Süleymân’ın Su Vakfiyyesinden kısaca bahsedelim:
Kanûnî Süleymân’ın İstanbul’a akıtıp getirttiği Kâğıthâne suları için tanzîm ettiği 23 Aralık 1565 târihi vakfiyyesinde, "İslâm ülkelerini imâretlerle bayındır ve bakımlı hâle getiren, Müslümanların beldelerinde, özellikle mübârek Kudüs ve korunmuş Kostantiniyye (İstanbul)de çok sular akıdan, Onuncu yüzün başında (her yüzyılın başında bir yenileyici, müceddid geleceğine telmîh, tabi-î Hicrî yüzyıl) dîni yeniden ihyâ edib, ilâhî desteklerle teyid eden..." Sultânın, "Ve in te’uddû ni’metellâhi le tuhsûhâ" (Allâh’ın verdiği nimetleri sayacak olsanız bitiremezsiniz) (İbrâhim Sûresi, âyet: 34 ve Nahl Sûresi âyet: 18) ve "Ve Eqiymûs Salâte ve âtûz zekete ve mâ tuqaddimû lienfusikum min khayrin tecidûhu `indellâhi innellâhe bime ta’melûne basiyrun" (Namaz kılın, zekât verin, kendiniz için işlediğiniz her hayrı Allah katında bulacaksınız. Şüphesiz ki Allah, yaptıklarınızı görür) (Baqara Sûresi, âyet: 110), "Leyse leke min dunyâke illâ mâ ekelte fe efneyte we mâ lebiste fe ebleyte we mâ tesaddaqte fe ebqayte" (Dünyâdan senin olanı, ancak yiyip tükettiğin, giyip eskittiğin ve tesadduk edip kendine bıraktığındır.) Izâ mâte ibnu âdeme inkata’a `ameluhu illâ `an selesin: veledin sâlihin yed’û lehu ve `ilmin yuntefe’u bihi ve sadekatin câriyetin. “Âdemoğlu ölünce, üç şey dışında, ameli kesilir: kendisi için duâ eden sâlih çocuk bıraktığı faydalanılan bilgi devâm eden hayır işi.” hadîs-i şerîfleri uyarınca, Aydos Kasabasını ve beş köyü, bütün gelirleriyle, bu su yolunun bakımı, tâmiri için vakfetmişdir. Kâğıthâneden, Sûr içindeki İstanbul’a su getirtmek için yapılan su yolu, tepelerden, vâdilerden geçiyordu, bu su yolunun işler hâlde tutulması için sürekli bakım gerekiyordu. Vakfedilen bu yerlerin geliri, su yollarının, çeşmelerin bakım ve tâmirine yetmediği takdîrde, Kanûnî’nin, Süleymâniyye Vakfının gelirlerinden de faydalanılacaktı.
Bu arada, bir de kuyu vakfı nakledelim:
Ahmetoğlu Nasûh Çelebi, Batı Anadolu’da, bahçesini, kalesinin muhâfızı bulunduğu Karaca Foça halkına vakfetmişdir. Bu vakfedilen bahçenin yanında olan, `kuyu kapısı’ denilen kuyunun, kovasına, urganına, zincirine ve ihtiyaç oldukça temizliğine bakılıp korunmasını şart koşmuştur. Vakfın mütevelliliğini, kendisi hayatta iken üstlenmiş olup, sonra çocukları ve torunlarına intikâl etmesi belirtilmiştir. Vâkıfın nesli tükendikten sonra, vakfı yönetenler kimi uygun görürlerse, onun mütevelli olmasını şart eylemiştir. Bu vakfın hâsılı 100 akçadır.
Sebillerde, sıcak yaz günlerinde, buz kullanılacaktı. Yâni, sebîlden akan su içine buz konulacaktı. Ayrıca, bâzı sebîllerde, akan su içine bal karıştırılması için bu sebillerin vakıfları içinde arı kovanları da olduğunu biliyoruz.
4. Kervansaraylar: Yolculuğun atlar, develerle yapıldığı zamanlarda, ticâret kervânlarının ve diğer yolcuların geçecekleri yollar üzerinde yapılan sağlam, savunması kolay yapılardı. Kervansarayda, yolcuların dinlenecekleri yatakhâne, ayrı odalar, odalarda ocaklar, yiyecek maddelerinin konulduğu kiler, yemeklerin pişirildiği mutfak, yolcuların atlarını, katır ve develerini kapatacakları ahır, hayvanlar için yem, samanlık, ticâret eşyâsının konulması için depo, mescid, şadırvan, hamam, hastahane, eczahane ayakkabı tâmiri için ayakkabıcı, hayvanların nallarını çakmak ve değiştirmek için nalbant bulunurdu. Bu hizmetleri görmek için bir yönetici heyeti, onların yazıhânesi, aşçı, berber ve diğer hizmet ehli vardı. Fakir yolculara, yeni ayakkabı ücretsiz olarak yapılıp verilirdi. Kervansaraya gelen yolcu, hangi milletten olursa olsun, kim olursa olsun, ücretsiz olarak üç gün ağırlanırdı, yolcudan, zengin bile olsa, ücret alınmazdı. Bütün bu işler için sarfedilecek meblâğlar, vakıf gelirlerinden karşılanırdı.
Kervansaraylar, bir kervanın sabahleyin çıkıp akşam olmadan ulaşabileceği mesâfelerde yapılırdı, her menzil arası, yaklaşık olarak 35-40 km. olurdu. Kervasaraya girenler, tam güven içinde olurlardı.
Vakfı olmayan bâzı küçük kervansaraylarda, giderleri karşılamak için, yolculardan az bir ücret alınırdı.
Kervansaray’a giren yolcu, her ne sebeple olursa olsun, geceleyin dışarı çıkamazdı, bırakılmazdı. Sabah olunca, herkes eşyâsını yoklar, hiç kimsenin eşyâsında kayıp, çalınma olmadığı anlaşıldıktan sonra, kapıcılar, `herkesi yoldaş edinmeyin, dikkatli gidin’ diye öğüt verirler, yolcular öylece yola çıkarlardı. Öte yandan, gece yarısında bile gelen olursa, içeri alınır, kendisine yemek verilirdi.
5. Hastahaneler: Osmanlılar, hastahane geleneğini, Anadolu Selçuklularından almış ve devâm ettirmişlerdir. Osmanlı döneminde, ilk hastahane, Yıldırım Bâyezîd tarafından Bursa’da yaptırılmıştı. Bu, aynı zamanda bir tıp medresesi idi, bugünkü deyimle, Tıp Fakültesi ve onun uygulama hastahanesi kurulmuştu. 1767 yılının Ocak ayında Bursa’dan geçen Danimarkalı C. Nichbur bu hastahanede akıl hastalarının tedâvî edildiğinden bahsetmektedir (cild III, s. 145, Tab. XII).
Fâtih Sultan Mehemmed tarafından İstanbul’da 1471 yılında inşâ ettirilen Fâtih Külliyyesi’ndeki hastahânede 1 Başhekim, 1 Başcerrah, 200 kadar görevli vardı, vakfiyyesi gereğince hastalara keklik, sülün eti bulunmazsa, bülbül ve serçe eti pişirilip verilmekte idi, akıl hastaları da mûsikî ile tedâvi ediliyorlardı. Akıl hastalarının tedâvîsinde, hastalığın çeşidine göre çeşitli mûsikî makamlarının icrâ edildiği bilinmektedir.
Fâtih’in oğlu İkinci Bâyezîd, 1484-1488 yılları arasında Edirne’de tesis etdiği Külliyye için 90 köy, İstanbul ve Edirne’de dükkânlar, hamamlar vakfetmişdi.
Külliyyedeki hastahanede 1 Başhekim, 2 hekim, 2 cerrâh, 2 göz hekimi, 1 eczâcı, 5 hastabakıcı, 1 berber, 1 gassâl, 1 sekreter, 1 vekilharç, 1 kilerdâr, 2 aşçı, 1 kapıcı olmak üzere 21 kişi çalışıyordu. Hasta sayısı ise, 50 olarak düşünülmüştü. Yâni, 50 hasta için 21 görevli vardı! Merkezî binâda, ipek yorganlar altında yatan hastalara ve delilere, ünlü seyyâh Evliyâ Çelebi’nin anlattığına göre, haftada üç gün 10 mûsikîşinâsdan kurulu heyet fasıl geçerdi. Hastaların ve akıl hastalarının beslenmelerine çok itina edilir, ayrıca, hastahane eczânesinden fakîr ve hasta halka da bedâva ilâç dağıtılırdı. Câmi, hastahane, medrese, tabhâne, fırın ve imâreti olan İkinci Bâyezîd külliyyesi, Edirne’de, Tunca Nehri’nin kıyısında, yeşil bir alanda kurulmuştu. Hastahanede, 12 küçük kubbeli, bir de ortada büyük kubbeli merkezî yapı, hemen onun yanındaki küçük avlu etrâfındaki poliklinik ve büyük avlu etrâfında sıralanmış 6 odadan meydana gelen tımarhâne, mutfak ve çamaşırhâne vardı. Hastahânenin yanında bir medrese vardı.
1767 yılının Haziran ayında Edirne’den geçen C. Niebuhr, Bayezid hastahanesinde, aklını kaybetmiş hastaların tedâvî edildiğini yazmakdadır (cild III, s.163-164). Birinci Cihan harbinden biraz öncesine kadar işletmede kalan bu hastahane onarılarak harap durumundan kurtarılmıştır.
Yavuz Sultân Selîm’in zevcesi, Kanûnî’nin annesi Hafsa Sultân’ın Manisa’da 1539 yılında hizmete başlayan külliyyesindeki hastahânede, 1 başhekim, 1 cerrâh, 2 göz hekimi, 1 akıl hastaları mütehassısı, 2 eczacı, 2 eczacı yardımcısı, 2’si gece, 2’si gündüz çalışan 4 hastabakıcı, 1 idâreci, 1 kâtip, 2 aşçı, 1 çamaşırcı görevli idi. Bütün bu görevlilerin hizmet edeceği hasta sayısı ise sâdece 20 idi! Manisa Mesîri veya Mesir Macunu denen şifâlı, birçok baharât ihtivâ eden şeker her sene Nevrûz Bayramı’nda bu hastahânede hazırlanarak hastalara ve artarsa fakîr ve hasta halka dağıtılırdı. Günümüzde de, Mesir Macunu, Manisa’da câmi kubbesinin üzerinden halka saçılmakta, bu hâtıra canlandınlmaktadır.
Kanûnî’nin annesi Hafsa Sultan’ın Manisa’daki bu külliyyesinde, bir imâret, bitişiğinde bir câmi, civârında 10 odalı ve bir dershâneli bir medrese, bir hastahane, imâretin yakınında bir hanikah, bir de sıbyân mektebi vardır. İmâretin tabhâne denilen dinlenme odaları, matbahı, yemek salonu, mahzeni, odunluğu, ahırı ve kenefi vardır.
A. Thevenot (Reysen des Herrn v. Thevenot’s in Europa, Asia und Africa, Frankfurt 1693, II, s. 28-29) Şam’da Sultan Süleyman’ın yapdırdığı hastahâneden bahseder. Târifine göre, bu müessese, her dindeki hacılar vs. için, Rodos Fâtihi Sultan Süleyman tarafından yaptırılmış. Çok güzel yapı olduğunu ve 4 köşeli bir manastır (tekke) olduğunu belirtiyor. Bunun, Mimar Koca Sinan’ın eseri olan Şam’daki Sultan Süleyman Tekkesi olduğu anlaşılıyor.
Hafsa Hâtun imâretinde her gün, 117 kişi, şu işleri görerek yevmiye almakta idi:
l. Bir mütevelli: her gün 50 dirhem (gümüş para) alacaktır.
2. Bir nâzır: her gün 10 dirhem (gümüş para) alacaktır.
3. Bir kâtip: her gün 6 dirhem (gümüş para) alacaktır. (Bu, vakfın umûmî kâtibidir.)
4. Bir ikinci kâtip. Bu, kişi, evkafın gelen gelirlerini yazacaktır. Her gün 6 dirhem alacaktır.
5. Bir üçüncü kâtip: Urla’daki evkafı yazacaktır. Her gün iki dirhem alacaktır.
6. İki tahsildâr: gündelikleri 2 şer dirhemdir.
7. Üç köyler tahsildârı: gündelikleri 2 şer dirhem. 8. Bir imâm: gündeliği 5 dirhem.
9. Bir hatîp: gündeliği 5 dirhem.
10. Bir müezzin: gündeliği 2 dirhem. 11. Bir muvakkit: gündeliği 3 dirhem.
12. On hâfız. Bu hâfızlar, haftada bir hatim indirecekler, mütevelli, bunlara, her hafta 100 dirhem yiyecek ve içecek parası verecektir. Ayrıca 2 şer dirhem de gündelik alacaklardır. Reislerinin yevmiyesi 3 dirhemdir.
13. Bir meddâh: Güzel sesli bir hâfız olacak, Hazreti Peygamberi öğen kasîdeler, na`tlar okuyacaktır.
14. Bir muarrif: Namaz zamanlarında, Hafsa Hatun’a ve bütün mü’minlere duâlarının ve ibâdetlerinin kabûlu için hayır duâlar edecekdir. Yevmiyesi 3 dirhemdir.
15. Otuz hâfız. Her gün öğle namâzından sonra câmi’de birer cüz Kur’ân okuyacaklar; yevmiyeleri 2 şer dirhemdir.
16. On tesbîhçi. Bunlar, her gün öğle namâzından sonra câmide tesbîh edecekler, ecrini ve sevâbını, vakfedenin rûhuna bağışlayacaklardır! Gündelik ücretleri 1 er dirhemdir.
17. İki kayyûm. Gündelikleri 2 şer dirhemdir.
18. Bir kandilci. Câmiin kandillerini yakacak, söndürecek. Gündeliği 2 dirhemdir.
19. Bir müderris. Bu müderris, tatil günlerinden başka her gün medresede ders verecektir. Aklî ve naklî ilimleri iyi bilen, müşkülleri çözebilecek bir zât olacaktır.
20. Medresede, istidatlı, iyi huylu, çalışkan 10 talebe bulunacak, bunlar her gün 2’şer dirhem alacaklardır.
21. Bir medrese bevvâbı. Her gün 1 dirhem gündelik alacak.
22. Hankâh-ı Sûfiyye denilen zâviyede 10 müridli bir irşâd edici şeyh bulunacaktır. Dervişler Hankâh’ın 10 odasında oturacaklar, bunlar, ehli sünnet ve cemâatden olacaklardır. Heva ve bid’at ehlinden olmayacaklardır. Bunlar, ibâdetle meşgûl olacaklardır. Şeyhe her gün 10, müridlere ikişer dirhem verilecektir.
23. Bir zaviye kayyûmu; gündeliği 1 dirhemdir.
24. Bir sıbyân mektebi öğretmeni. Yevmiyesi 5 dirhemdir.
25. Bir mekteb kalfası. Yevmiyesi 3 dirhemdir. Bu mektebte, fakîr, yetîm çocuklar okuyacaktır. Yetîm çocuklar için vakıftan her gün 2 şer dirhem ayrılacak, bu paralar toplanarak her sene Ramazan Bayramında kendilerine elbise alınarak dağıtılacaktır.
26. Çok güvenilir bir noktacı olacaktır. Görevi, görevli ve hizmetlilerin devâmını, gelip gelmediklerini tesbît etmektir. Tatil günleri dışında, vazîfesine gelmeyenlerin gündeliği kesilecektir. Bu noktacının yevmiyesi 10 dirhemdir.
27. Bir mimar bulunacaktır. Tamiri gereken yerleri onaracak, imârete akan su yollarının bakımını yapacaktır. Yevmiyesi 3 dirhemdir.
28. İki suyolcusu bulunacaktır. Bunlar, hamamın ve Kırkağaç köyündeki çeşmenin su yollarını tamir edeceklerdir. Her gün 1 er dirhem alacaklarıdır.
29. Çok emniyetli, nâzik ve terbiyeli bir imaret şeyhi bulunacaktır. Bu zât, yemeklerin listesini hazırlayacak, belli zamanlarda yemeklerin dağıtımında bulunacak, imârete gelen ve inen misafirleri güler yüzle karşılayacak, onlara, derecelerine göre ikramda bulunacak, hiç geciktirmeden yemeklerini verdirecektir. Bu konuklardan 10 adedinin her gün binek ve yük hayvanlarının arpaları sağlanacaktır. Üç gün sonra bu konuklara imâretten ayrılmaları için izin verilecektir. Şeyh, konukları yine tatlı dille, güler yüzle uğurlayacak, kat’iyyen asık çehreli ve sert olmayacaktır.
Bu şeyh, etleri, ve diğer gıda maddelerini pişmeden önce, inceleyecektir. Yemekler pişince tuzuna bakacak, mutlaka lezzetli olmasını temin edecektir.
Hademenin hizmetlerinde kusur edenlerini değiştirilmek üzere mütevelliye bildirecektir. İcabedenleri terbiye edecektir. İmâretde vazîfeli olanlar bu şeyhin emirlerini dikkatle yerine getireceklerdir. Yevmiyesi 10 dirhemdir.
30. Bir kilerci bulunacaktır. Yevmiyesi 3 dirhemdir.
31. İki imaret kayyumu bulunacaktır. Bunlar da namuslu ve iyi müslümanlardan seçileceklerdir. Bunlar yemekleri bölüşdürüp dağıtacaklardır.
32. İki imâret ferrâşı (yaygıcısı) olacak, bunlar, imâret yaygılarını serecek ve kaldıracaklar, daha başka işlere de yardım edeceklerdir.
33. Bir abdesthâne temizleyicisi ve bakıcısı olacak. Bu adam helâyı temizleyecek, abdest ibrikleriyle abdesthâne ibriklerini ayrı ayrı muhâfaza edecektir, günde 3 dirhem alacaktır.
34. İki mâhir aşçı, günde beşer dirhem alacaklardır.
35. İki aşçı yamağı bulunacaktır. Gündelikleri 2 şer dirhemdir.
36. Bir vekilharç bulunacaktır, yevmiyesi 4 dirhemdir.
37. İki ekmekçi; yevmiyeleri dörder dirhem.
38. Bir ambar memuru; yevmiyesi 2 dirhem.
39. Bir kapıcı; yevmiyesi 3 dirhem.
40. Bir gendum kup (buğday döğücü) bulunacak, bu kişi, yemeklere konulacak buğdayı adamakıllı dövecekdir, gündeliği 2 dirhemdir.
41. Değirmende bir buğday öğüdücü bulunacak, unu iyi öğüdecekdir. Gündeliği 4 dirhemdir.
Hafsa Hâtûn, iyi hizmet etmeyenlerin değiştirilmesi için de vakfiyyesine şartlar koymuştur. Bâzı küçük memurlar mütevellînin isteği ve emriyle görevlerinden atılacaklardır. İmâm, müezzin gibi hizmetlilerin azilleri ancak Kadı’nın emriyle, hükmüyle olacaktır.
Hafsa Hâtûn, imâretde sabahtan ve ikindiden sonra iki defa yemek pişirilip dağıtılmasını şart koşmuştur. Bu yemekler, fakîrlerle medrese talebesine, halka bilgi verene, hankâhtaki konuklara, imarete gelen ve inen seyyidlere, ulemâya, başka iyi kişilere ve konuklara ikrâm edilecekti.
Vakfiyyenin bir şartına göre, imârete, sipâhiler (yerli süvâri askerler), san’at erbâbı ve kazanç sâhipleri kesinlikle konuk edilmeyecekti.
Bütün bu giderleri karşılamak için, Hafsa Hâtûn, şu gelir kaynaklarını vakfetmiştir:
İzmir kazası mülhakatından Urla diye bilinen pazarı, 13 köyün geliri, kapan resimleri, Söbice kasabasının çarşısındaki dükkânlar, Kırkağaç köyü, oradaki hamam ve dükkânlar Manisa’da Kanûnî Sultan Süleyman kasrı yanındaki hamam, Manisa’nın üç köyünü, Körele kasabasındaki değirmen, Manisa yakınında Çatal Kenise köyünün altındaki koru.
Osman Nuri Ergin, câmi, medrese, hastahâne, aşhâne, misafirhâne, türbe, kale hattâ minârelere kadar binâları içine alan külliyyelere imâret adının verildiğini bildirmektedir. Bu imâretlerin en güzel örneklerinden biri, Sultan Üçüncü Mustafa’nın hanımı, Sultan Üçüncü Selîm’in annesi Mihrişah Vâlide Sultan’ın Eyüp’de yaptırmış olduğu külliyyedir. Eyüp İmâreti ve Külliyyesi, 1208/1793 yılında hizmete açılmıştır. O zamandan beri hizmetine devâm etmektedir.
Bilindiği gibi, Hz. Muhammed A.S. Medîne’ye hicret edince, Hz. Ebû Eyyûb Hâlid b. Zeyd el Ensârî’de konuk olmuştu. Halid b. Zeyd h. 50 yıllarında İstanbul’a kadar gelen bir İslâm ordusu içinde idi. Yaşlı sahabî, vefât ederek sûr dışında gömülmüştü. Müsteşriklerin `An Arab Soldier’ (bir Arab asker) diye geçiştirdikleri bu büyük zâtın kabrini, fetihten sonra hocası Akşemseddîn’e ricâ ederek bulduran Fâtih, bir türbe ve onun adına câmi yaptırmıştı. O bölgenin adı, Eyüp Sultan olmuştu. Bu hayırsever hanım da, orada vakf yapdırmıştı. Günümüzde de, sünnet çocukları ve yeni evlenen çiftler, bu zâtın türbesini ziyâret ederler.
5. Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere ahâlisinden fakîr olanlara ve hac yolunda parasız kalanlara, hacılara su ve şerbet dağıtımına mahsus Haremeyn-i Muhteremeyn vakıflarının oldukça yaygın olduğunu, şu iki misâlden anlayabiliyoruz:
* Tiryâki Hasan Paşa, 1601 yılında, Kanije’de çok kalabalık Avusturya ve Macar kuvvetleri tarafından kuşatıldığında, askerlerine: "Kanije ve çevresi Medine-i Münevvereye vakıftır; Allah, buranın, kâfir eline düşmesine izin vermez" diye onların mâneviyyâtını yükseltmişti. Demek ki, Osmanlı, tâ Avrupa’nın ortasındaki yerlerde, Haremeyn için vakıf kurmuştu.
* Fâtih, Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğunu yıktığı için, müsteşrikler onu affedemezler, çağının çok üstünde olan bu büyük zâtı kötüleyici yazılar yazarlar. Bir yandan da, bu büyük kabiliyeti, annesi Mara idi, Stella idi diye benimsemeğe çalışırlar. Halbuki, Fâtih’in annesi, Candaroğulları Beyinin kızı Halîme Hümâ Hâtûn’dur ve gelin olarak giderken yıkandığı hamam, gelin hamamı diye ünlüdür, Kastamonu ilinin Devrekâni ilçesinin Çayırcık Mahallesindedir. Günümüzde harabeleri bulunan hamam civarında, her yıl Mayıs ayında hâlâ şenlikler yapılır. Olayın konumuzla ilgili yönü ise şudur: Anadolu’daki bu hamam da Haremeyn Vakfı idi; bu hamama girip yıkananların ödediği ücret, Mekke ve Medîne halkına gidiyordu.
Osmanlı Cihân Devleti, vakıfların yönetimine büyük özen göstermiştir. Vakfedenlerin şartlarına uyularak, önceleri ve uzun zaman boyunca vakıflar ayrı ayrı yerlerden idâre edilmiş, bu yönetim kurumlarına nezâret adı verilmiştir.
1- Haremeyn nezâreti; Haremeyn’e bağlı vakıflarla Ayasofya, Sultanahmet, Nurıosmâniye, Yenicâmi, Şehzâde câmii, Üsküdar’da Çinili ve Atikvâlide câmileri vakıflarının idâresi Dârus Saâde ağasının nezâreti altında idi. İdâre merkezi saray müştemilâtından olan Darphane’nin üst tarafındaki yıkılan yerdi. Haremeyn Müfettişi nâmını alan ulemâdan biriyle sergi halifesi, veznedar başı, kâtip gibi memurlar tarafından idare ediliyordu.
2- Vezir nezâreti; Sadrâzamların nezâretiyle idâre olunan evkafı Fâtih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selîm ve Kanunî Sultan Süleyman vakıflarıyla bunlara katılanlardan ibaretti. Ulemâdan bir zat "Ser Müfettiş" nâmıyla, işlere bakardı.
3- Şeyhulislâm nezâreti; Sultan Bayezit Vakfı ile ona katılanlardan ibâretti. İdare merkezi Bayezit imâret dâiresi idi.
4- Tophane ümerası nezâreti; Hâmidiyye, Lâleli, Selîmiyye, Mihrişâh Vâlide, Sultân İkinci Mahmut vakıflarının mülhakatı idi. Darphâne tarafından yönetilirdi.
5- İstanbul Kadılar nezâreti; Meşruta olan evkafın hepsine İstanbul Kadıları nezâret ederdi.
Evkâf Nezâretinin kurulmasıyla bu nezâretlerden son dördünün idaresi bu yeni nezâretle birleştirildi, sonradan Haremeyn Nezâreti de bu yeni nezâret bünyesine alındı.
Kısacası, İbrahim Hakkı Konyalı’nın belirttiği gibi, "Türk ve Müslüman Vâkıflar, insanların her çeşit ihtiyaçlarına cevap verecek çok hayır müesseseleri bırakmışlardır, bunları sayabilmek için büyük ciltler doldurmak lâzımdır.
Müslüman Vâkıflar, dul kadınlar için, çeyizsiz kızlar için, yolcular için, düşkünler için, kimsesiz fakîrlerin ölülerini kaldırmak için, sâhiblerinden, efendilerinden korkan köle ve câriyeler için, kışın kar bastırdığında aç kalan kuşların beslenmesi için, işte çalışan kadınların çocuklarını bir yerde toplayarak onlara süt analar bulmak için, yetim ve fakîr çocuklarını korumak ve okutmak için, hattâ suya giderken testiyi kıran çocukların desti paralarını ödemek için, yollara atılan balgam ve sümükleri külle örtmek (dezenfekte etmek) için paralar, yerler vakfetmişlerdir. Mısır’da, Dârur Rezâ’a (Emzirme Evi) denilen bir Emzirme Yurdu vakfedilmişti. Fakîr kadınların çocukları burada emzirilirdi...
Vâkıflar, eski âbidelerimizin duvarlarına kuşlar için (kuş köşkü) denilen zarîf yuvalar yaptırırlardı...
Ödemiş’te Mürseli İbrahim Ağa, hastalanarak sürülerinden geri kalan leylekler’in bakılması ve beslenmesi için ciğer ve işkembe vakfetmiştir. Bir başka Vâkıf, kışın kar yağdığında şehirlere ve kasabalara inen kuşlara serpilmek için darı ve buğday vakfetmiştir. Kuşların kolayca su bulmaları için mezar sandukalarına kuş havuzları kazdıranlar pek çoktur. Yorulan hamalların yüklerini koyarak dinlenmeleri için şuralara buralara dinlenme yeri yaptırırlardı."
Hayır için yapılanlardan, son olarak, Sadaka Taşları’ndan söz edelim. Sadaka taşı, 1,5 metre kadar yükseklikte, bir sütun idi, üst tarafı biraz oyuktu. Sadaka vermek isteyen oraya bir miktar para bırakırdı. İhtiyâcı olan da, yatsıdan sonra, ortalıkta kimseler yokken, gider, oradan para alırdı. Verenle alan karşılaşmazdı. Bâzı sadaka taşlarının da üzeri örtülü idi; oradaki, para alıyor mu, yoksa para mı koyuyor, bilinmezdi.
Görüldüğü gibi, vakfedilen gelirlerden, insanlar, haysiyetleri rencide edilmeden faydalanırlar, hayvanlar da korunurdu. Kısaca vakıf uygulaması, çağımızda da "olabildiğince çok elde etme, çok tüketerek itibar kazanma" anlayış ve yarışındaki insanlara, insanlıklarını hatırlatacak "en medenî" yöntem olarak görünmektedir.
----------------------------
* Pretoria (Güney Afrika Cumhuriyeti)’daki Uluslararası 7. Fıkıh Konferansında 1 Ekim 2000 tarihinde İngilizce olarak sunulan bildiri esas alınarak hazırlanmıştır.
Bahaeddin Yediyıldız, "Vaki’ lslâm Ansiklopedisi, M.E. Basımevi, İstanbul 1993, c. 13, s. 53.
İsmâil Hakkı Uzunçarşılı,"Gazi Orhan Bey Vakfiyesi", Belleten, V, 19, Temmuz 1941, Ankara 1941, s. 280-282.
Neşrî, Kitâb-ı Cihân-Nümâ, yay. Faik Reşit Unat ve Dr. Mehmed A. Köymen, TTK yayını, Ankara 1949, c.I, s.162.
Neşrî, Kitâb-ı Cihân-Nümâ, yay. Fâik Reşit Unat ve Dr. Mehmed A. Köymen, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1949, c. I, s.186.
İbid., I, 202, 308.
"Kişi öldüğünde amelinin sevâbı kesilir, amel defteri kapanır. Yalnız: I- Sadaka-yı câriyesi, 2- İlmî bir eseri, 3- Kendisine duâ eden hayırlı bir evlâdı olan kimsenin amel defteri kapanmaz." Riyâzus Sâlihîn, Ankara, 1981, c. II, s. 303.
Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-u İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kamusu, c. 4, s. 302-304 (Vakıflar, İstanbul 1984’den naklen).
Kanuni Sultan Süleymanın Su Vakfıyesi, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 851, Hazırlayan : İbrahim ATEŞ, s. 24-25.
Cevat Bakkal, "Tapu Tahrir Defterlerinde Menemen ile İlgili Vakıf Kayıtları" Vakıflar Dergisi, XXVI, Ankara 1997, s. 80.
Osman Turan "Selçuk Kervansarayları" Belleten, Ankara 1946, c. X, sayı: 39, s. 477-494.
Arslan Terzioğlu, "İslâm-Türk Hastahaneleri", Belleten, XXXIV, sayı 133, s.136, Ankara 1970.
Loc. cit.
Ibid., 137-138.
Ibid., 138.
A. Terzioğlu, 139.
İbrahim Hakkı Konyalı, "Kanuni Sultan Süleyman’ın Annesi Hafsa Sultan’ın Vakfiyesi ve Manisa’daki Hayır Eserleri" Vakıflar Dergisi, VIII, s. 47-50, Ankara 1960.
Ahmet İNAN, "Vakfiyesinin Dilinden Eyüp İmareti" Vakıf ve Kültür, c. I, s. l, s. 23, Vakıflar Genel Müdürlüğü Yayım, Mayıs 1998.
Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul, 1993, c. 3, s. 579-580.
Mustafa Özdamar, "Kitablar Kütübhaneler ve Vakıflar" Vakıflar, s. 49, İstanbul Vakıflar Başmüdürlüğü yayını, İstanbul 1984.