GÖNÜL KÖPRÜSÜ
Şerife DOĞAN
Güneşin yavaş yavaş doğduğu, günlerin birbirine benzediği Anadolu’nun kırsal bir köyünde yaşıyordu Ayşe Kadın. Köylerde hayat erken saatlerde başlar. Ayşe Kadın, o sabah da erkenden kalkıp önce sobayı yaktı, üzerine çaydanlığı koydu. Sonra köy çeşmesinden evinin içme suyunu getirdi. Her sabah kahvaltıyı özenle hazırlardı. Eee dile kolay, otuz yıla yakın devlet hastanesinde hasta bakıcı olarak çalışıp birkaç ay önce de emekli olmuştu. Evinde uzun uzun kahvaltılar hiç yapamadı. Hep bir telaşı, hep bir koşuşturması vardı. Emekliliğinin tadını kocası Metin’le bol bol çay sohbetleri ederek çıkarıyordu. Metin’le birbirlerine olan sevgileri, saygıları dışarıdan bakan biri tarafından hemen fark edilirdi. Yıllar öncesinde dillere destan olmuştu sevdaları. Ayşe’nin rahmetli babası “Bu fakire vermem güzel kızımı.” demişti. Çok şükür eş dost araya girip gönlünü yapmıştı. Gerçi hayatı babasının dediği gibi kıt kanaat geçinerek sürmüştü. Hasta bakıcılık işini de babası ayarlamıştı. Kar kış, yağmur çamur demeden, bir gün bile mesaisini aksatmadan yıllarca çalıştı. Küçük yerlerde daimi iş bulmak çok zordu. Ayşe Kadın da elindeki işin kıymetini her daim bildi. Hayattan çok şey istemiyordu. Gönlünün huzuru, ağzının tadı yerinde olsun yeterliydi ona.
Metin bu dağ köyünde bulduğu her işte çalışır, ailesinin geçimine katkıda bulunurdu. İyi bir iş için gurbete gitmek gerekliydi. Ne kendisinin ne de Ayşe’nin gönlü vardı gurbete. Belki maddi imkânları yetersizdi ama yuvaları şendi. İki oğulları vardı; Şükrü ve Orhan. Şükrü evlenip İstanbul’a göç etmişti. Çok şükür huzuru yerindeydi. Orhan da iki yıl önce Meryem’le evlenmişti. Meryem sessiz sakin, kendi hâlinde bir kızdı. Çocuklarının olmasını, yuvalarının şenlenmesini beklerken aniden çıkan sinsi bir hastalığa yakalanmıştı. Ayşe Kadın, gelinini hastalığının başından itibaren çalıştığı hastaneye çok getirip götürdü ama nafile. Bu kötü hastalık Meryem’in tüm vücudunu sarmıştı. Altı ay kadar önce de sabaha karşı emanetini Yüce Yaradan’a teslim etmişti. Ayşe Kadın kendi evladını kaybetmiş gibi çok üzüldü, ağladı. Elden ne gelirdi ki giden dönmüyordu. Günler geçip gidiyor ama oğlu Orhan bir türlü kendini toparlayamıyordu. Güçten, takatten düşmüştü. İşini de aksatıyordu. Gözünün önünde evladının erimesi Ayşe’yi kahrediyordu.
Metin, ahırdaki hayvanları yemleyip gelmişti odaya. Sobanın arkasına oturdu, takkesini çıkardı. Ne olacaktı bu oğlanın hâli? Ayşe’nin yer sofrasını kurmasına yardım etti. Yıllarca hanımı çalıştığı için evdeki işlerin hep bir ucundan tutardı.
Orhan’ın amca oğlu çerçilik yapıyordu. Küçük köylerin her türlü ihtiyaçlarını karşılayan tuhafiye benzeri bir arabası vardı. Orhan da ona zaman zaman yardım ederdi. O gün Orhan uzak bir köye mal götürecekti. Kahvaltısından üç beş lokma ağzına atıp evden ayrıldı. Gittiği köyde arabanın sergisini açtı. Kadınların rahat bakması için bir köşeye çekilmişti. Anadolu’nun köylerinde haberler hızlı yayılırdı. Alışverişe gelen Leyla da duymuştu Orhan’ın eşinin vefat ettiğini. Leyla uzun uzun bakarken Orhan’a, göz göze geldiler. Orhan da dikkatlice baktı. Bu kızın gözlerinde ışık vardı. Acaba Orhan’ın hayatına da ışık verebilir miydi? Orhan kalbinde bir dalgalanma hissetti. Bundan sonra her şey hızlıca gelişmişti. Orhan bu küçük köye daha sık gelmeye başladı. Bir yolunu bulup Leyla ile buluştu. Ona karşı hissettiklerini usulünce söyledi, kederli hikâyesini anlattı. Leyla “Ben zaten duymuştum.” dedi. Ama Leyla’nın da anlatacakları vardı. Babası küçük yaşta zorla bir adamla evlendirmişti onu. Çok çile çekmişti. Bu kaba adama daha fazla dayanamayıp yanına üç yaşındaki kızını da alıp köyüne dönmüştü. Leyla “Kızımla beraber beni kabul edersen evlenebilirim.” dedi. Orhan hiç tereddüt etmeden “Beraber büyütürüz onu.” diye cevap verdi.
Ayşe Kadın, oğlunun yüreğindeki kıpırdanmaların farkındaydı. Orhan’ın yüzüne renk, adımlarına güç gelmişti. Bir ikindi vakti Orhan annesine açıldı. “Anne ben Leyla diye bir kızı sevdim. Ama başından bir evlilik geçmiş, küçük bir kızı var.” dedi. Ayşe zaten bu konuşmayı bekliyordu. Ufak ufak haberlerini almıştı, Leyla’yı da araştırmıştı. Kocasına çay sohbetlerinde duyduklarını anlatıyor, nasıl yaparız düğünü derneği diye sohbet ediyorlardı. Metin yüzünde gülümseme ile kafasını sallayarak dinliyordu. Zaten duygularını çok belli edemezdi ama çocuğunu uzun zamandan sonra ilk defa mutlu görüyordu. Ayşe, yaşadığı küçük köyün çok ilerisinde irfan sahibi bir Anadolu kadınıydı. Oğlunun mutluluğunun etrafta edilecek bir iki laftan, sözden daha değerli olduğunun farkındaydı. Orhan’a “Oğlum, sen sevdandan eminsen bizim için sorun yok. Çocuğuyla birlikte başımızın üstünde yeri var.” dedi. Ayşe, hayırlı işlerde acele etmek gerektiğini biliyordu. Kocasıyla istişare etti. İmkânlarının elverdiği ölçüde yuvalarını hazırlayıp düğünlerini yaptılar.
Ayşe Kadın gönlünün huzura erdiğini hissediyordu. Çok şükür Orhan’ı da mutlu bir çatıya kavuşmuştu. Zorlu çalışma hayatından sonra bağ bahçe işleriyle uğraşmak Ayşe’nin en büyük eğlencesiydi. Gelini Leyla ile beraber bahçeyi çekip çevirerek günleri geçiriyordu. Leyla’nın kızı Zeynep evin neşe kaynağı olmuştu. Kara gözlü, esmer tenli bu kızın yüzünden tebessüm eksik olmuyordu. Ayşe ninesi konuya komşuya, düğüne, mevlide giderken Zeynep’i yanından hiç ayırmıyordu. Onun yaşama sevincini artırmıştı. Kendisinin kızı yoktu ama Rabb’im torun tadında Zeynep gibi akıllı bir kız çocuğu nasip etmişti.
Yaşadığı köyde Ayşe öncü bir konumdaydı. Köy halkı tarafından çokça saygı ve hürmet gören, görüşlerine değer verilen biriydi. Âdeta bir yardım derneği gibi çalışırdı. Kimin neye acil ihtiyacı var bilir, evlenen her kızın çeyizine küçük de olsa katkı sağlar, askere gidenin cebine para koyar, doğan her bebeğe hediye hazırlayıp götürürdü. Çalıştığı hastanedeki arkadaşları da hayır hasenat yapmak istediklerinde hiç tereddüt etmeden Ayşe’nin kapısını çalar, verdiği adrese giderdi.
İnsanoğlu zorluklarla her daim sınanan bir varlıktı. Hayat bir ağacın yapraklarının değişimi gibi akıp giderken hazan mevsimi çalmıştı kapılarını. O gün sabahın erken saatlerinde Orhan’ın kalp krizi geçirdiği haberini komşuları söylemişti. Orhan hastaneye bile ulaşamadan yolda vefat etmişti. Her şey ne kadar hızlı gelişmişti. Ayşe sanki kör kuyulara düşmüş gibiydi. Yüreğindeki yangın tarif edilemezdi. “Ah ahhh!” diyordu, başka bir şey diyemiyordu. Sanki bir gecede on yaş almıştı. İçindeki acıyı dağa, taşa haykırmak istiyordu ama hiç sesi çıkmıyordu. Zeynep, Ayşe ninesinin yanından yamacından hiç ayrılmıyordu. Elini tutuyor, gözünün yaşını siliyordu. Onun da içinde fırtınalar kopuyordu. Yıllardır kendisine babalık yapan iyi kalpli bu adamı bir anda kaybetmişti. Annesi ayrı perişan, ninesi ayrı.
Günler akmıyordu artık Ayşe’ye. Bahçede, dağda, taşta hep ağladı ama gözyaşını Zeynep’le Leyla’ya göstermemeye çalıştı. Metin’le mutlu çay sohbetleri artık yoktu. Sessizce, dertli dertli çaylarını yudumluyorlardı. Ama Zeynep’i görünce ikisinin de yüreği aydınlanıyordu.
Zeynep verilen hiçbir emeği zayi etmeyen, derslerinde çok başarılı bir çocuktu. Büyüyüp liseyi bitirmişti. Üniversite sınavında öğretmenlik bölümünü kazandı. Onun nahif kişiliğine uygun bir meslekti. Çok şükür okulunu bitirip köyüne yakın ilçelerden birine atanmış, ailesinden uzağa düşmemişti. Kan bağı ile değil can bağı ile bağlıydı dedesine ve ninesine. Birkaç yıl sonra da Zeynep köyde sevilen, saygı gören bir ailenin oğlu ile evlenip yuva kurdu. Ayşe oğlunun emaneti olarak gördüğü bu kızın köklerinin çok sevdiği köyüne bağlanmasından dolayı mutluydu.
Ayşe Kadın, Orhan’ın vefatından sonra kendini daha da çok hayır işlerine adadı. Çevre köylerdeki ihtiyaç sahiplerine ulaştı. Gönül yangınını başkalarına yardım ederek söndürüyordu. Yardım edilecekler listesini kendisi hazırlıyor, kaymakamlığa bizzat teslim ediyordu. Ayşe, Zeynep’in hayatına kandil olduğu gibi başka kız çocuklarının hayatına da dokunmak istiyordu. En yakın komşusu Ayşe’ye sürekli “Ahretlik, Zeynep’e öyle güzel sahip çıktınız ki bu, hayrat olarak size yeter.” diyordu. Ayşe, Anadolu’nun küçük bir köyünde dahi öngörü, merhamet, yardımseverlik duyguları ile neler yapılabileceğinin en güzel örneklerini sergiliyordu. İhtiyacı olan herkes için ışığını canlı tutmuştu. Dünyada iz, kalpte tatlı bir his bırakmanın en güzel yolunun yetimin elinden tutmak, bir öğrenciyi okutmak olduğunu görmüştü. İnsanoğlu sadece kendi sorunları ile ilgilenirse dibe doğru iniyor, karayı bulamıyordu Ayşe’nin aydınlığı kullanmaktaki becerisi galiba karanlığı yaşamasından ileri geliyordu.
Zeynep ne zaman bir köprü görse hep Ayşe ninesini anımsıyordu. Çünkü Anadolu’nun bu irfan sahibi bilge kadını kim bilir kaç gönül köprüsü yapmıştı. Zamanın dokunduğu hiçbir şey sular altında kalmıyordu. Zeynep, Ayşe ninesinin kendisi için yaptıklarının farkındaydı. Öğrencilerine her zaman tekrar ettiği bir cümle vardı. “Uzun bir şimdide kısa bir ömür yaşıyoruz. Fâni dünyada iz bırakmak istiyorsak hepimiz gönül köprüleri inşa edelim.”