Makale

ZİKİR: HER AN O’NUNLA OLMAK

ZİKİR:
HER AN O’NUNLA OLMAK

Prof. Dr. Ali ERBAŞ
Diyanet İşleri Başkanı

Yaratılış amacı âlemlerin rabbine samimiyetle bağlanarak adalet, merhamet, ibadet ve salih amel üzere yaşamak olan insanın en öncelikli görevi hiç şüphesiz dili, kalbi ya da her ikisiyle birlikte Allah’ı zikretmesidir. Günümüzde oldukça dar bir anlam alanına sıkıştırılan zikir, esasen Allah’ı daima hatırda tutup hamd, tesbih ve tekbir ile övmek, O’nun ayetlerini tefekkür ve tezekkür etmek, bahşettiği nimetlerin kıymetini bilmek, onlar için şükretmek, emir ve yasaklarına riayet ederek O’na ibadet etmek ve bütün hükümlerini benimseyerek hayata aksettirmektir. Bu sebeple Kur’an-ı Kerim, Allah’ı zikretmenin her şeyden üstün olduğunu vurgulayarak (Ankebut, 29/45.), O’nu anmanın bütün ibadet ve itaatlerden önemli olduğunu bildirmiştir. (Bakara, 2/152.) Nitekim “Ey iman edenler! Allah’ı çok çok anın. Sabah akşam O’nun yücelik ve eşsizliğini dile getirin.” (Ahzab, 33/ 41-42.) ayeti, müminleri her zaman ve mekânda Allah’ı zikretmekle sorumlu tutan ilahi bir fermandır. Bu ilahi ferman, musibet, felaket ve afet zamanlarında olduğu kadar, ferahlık, rahatlık ve afiyet zamanlarında da sürekli Allah’ı zikretmeye davet etmektedir.
İmanın tezahürü, ibadetlerin özü, kulluğun en güzel ifadesi olan zikir, huzur ve mutluluğun yegâne kaynağıdır. İnsanı Allah’ın rahmet, mağfiret ve inayetine ulaştıran, günahlara, kötülüklere, çirkinliklere karşı uyanık tutan, onun zihnini ve kalbini berraklaştıran, fıtratındaki temizliğin ve berraklığın hayatın tüm şubelerini kuşatmasını sağlayan bir bilinç hâlidir. Bu sebeple Peygamber Efendimiz, Allah’ı zikreden ile zikretmeyen kimse arasındaki farkı, diri ile ölü arasındaki farka benzetmiş; müminleri her dem zikir ile hemhâl olmaya davet etmiştir. Cenab-ı Hakk’ın “Kulum beni bir toplulukta anarsa ben de onu daha hayırlı bir toplulukta anarım” (Müslim, Zikir, 2.) müjdesine istinaden değeri dünyevî hiçbir şeyle ölçülemeyecek ulvi bir payeye talip olmaya çağırmıştır.
Varoluş gayesinin Cenab-ı Hakk’a inanmak ve O’nun rızasını kazandıracak bir hayat yaşamak olduğunu bilenler için zikir elbette büyük bir imkândır. Zira insanın Allah’ı anmaktan uzak bir hayat yaşaması, onu bitip tükenmek bilmeyen dünyevi arzu ve isteklerin cenderesine hapsedecek, Rabbinden uzaklaştırarak kendisine yabancılaştıracaktır. Kur’an-ı Kerim bu gaflet hâlinden dolayı insanları uyarmakta ve kalplerin ancak Allah’ı anmakla huzura kavuşacağını beyan etmektedir. (Ra’d, 13/28.) Bu sebeple gerçek bir huzura ve itminana ulaşmanın yolu, her durumda Allah’ı zikretmekten geçmektedir. Nitekim Yüce Allah, “Onlar ayakta dururken, otururken, yatarken hep Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler (ve şöyle derler:) “Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, seni tenzih ve takdis ederiz. Bizi cehennem azabından koru!” (Âl-i İmran, 3/191.) ayetiyle zikrin her vesileyle ve her durumda yapılması gerektiğini haber vermektedir.
Hayata dair her alanda olduğu gibi zikir hususunda da müminler için en güzel örnek, sevgili peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.)’dir. Onun hayatına baktığımızda her hâlinin tezekkür ve tefekkür ile örülmüş olduğunu görmekteyiz. O, yatarken, uykudan uyandığında, yemeğe başlarken, elbisesini giyerken, bineğine binerken, kısacası her zaman ve zeminde sözünün, işinin, davranışının merkezine zikrullahı nakşetmiştir. Dilinde, gönlünde ve zihninde hep Allah’ın adı olmuştur.
Hz. Peygamber (s.a.s.), “Allah’a itaat eden Allah’ı zikretmiş olur.” (Beyhakî, Şuabü’l-îmân, I, 452.) hadis-i şerifiyle de zikrullahı iman-amel birlikteliğini pekiştiren önemli bir unsur olarak beyan etmiştir. Nitekim onun hayatının her aşaması Allah’ı zikretmenin sağladığı manevi motivasyonla şekillenmiştir. Böylece müminlere ihsan bilinci ve takva şuuru kazandıracak her bir amel, onun sünnetinde hayat bulmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s.)’in yolunu ve izini takip eden ashab-ı kiram da Allah’ı anmayı hayatlarının odağına yerleştirmişlerdir. “Beni anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin, nankörlük etmeyin.” (Bakara, 2/152.) ayet-i kerimesini hayat düsturu edinmişlerdir. Hiç şüphesiz onları insanlık için numune-i imtisal kılan da budur.
Bu itibarla Allah’a gönülden iman etme ve Hz Peygambere ümmet olma şerefine erişen her Müslüman, Allah’ın yüceliğinin idrakiyle hem zikrini hem de şükrünü en güzel şekilde yerine getirmenin çabası içinde olur. Her zaman ve durumda Allah’ı anıp O’nun rızasını kazanmaya çalışarak hem dünyanın hem de ahiretin sıkıntılarından kurtulmanın gayreti içinde olur. Dünyevî hiçbir meşguliyet, sahip olunan hiçbir statü, mal, mülk, servet ve evlat, imanını yüreğine sindirmiş bir Müslümanı Allah’ı zikretmekten, ayetlerini tezekkür etmekten, yarattıklarını tefekkür etmekten ve nimetlerine şükretmekten alıkoyamaz. Çünkü o, “…gözlerin ve gönüllerin dehşetle sarsılacağı bir günden korkar.” (Nur, 24/37.)
Müslümanlar olarak bugün en büyük sorumluluğumuz, zikrimizin gafletimizi ne kadar giderdiğini, günah ve hatalara, helal ve haramlara karşı bizi ne denli koruduğunu, hayatımıza ne oranda yön verdiğini ve bizi hakikate ulaştırmada ne kadar tesirli olduğunu muhasebe etmektir. Her şeyin fani olduğu bu âlemde baki olan yegâne hakikatin Allah olduğu bilinciyle her fırsatı zikre tahvil ederek O’nun dostluğunu kazandıracak bir hayat yaşamanın azmini kuşanmaktır. Kuşkusuz böyle bir yaklaşım, Cenâb-ı Hakk’a bağlılığın sembolü olan ibadetlerdeki istikrarı, düşünce, tutum ve davranışlardaki istikameti ve Hz. Peygamber (s.a.s.)’den tevarüs edilen bilgi, hikmet, marifet, adalet, merhamet ve güzel ahlak gibi hayata anlam katan değerleri tahkim edecektir. Kısa vadeli emeller arasında istikamet bulmada zorlanan günümüz insanına, varoluşunun nihai gayesine uygun bir kurtuluş reçetesi sunacaktır.
“Allah’ım! Seni anıp zikretmek, nimetine şükretmek, sana layık ibadet etmek için bana yardım eyle.” (Ebu Davud, Vitir, 26.)