Makale

VİCDAN AYNASINI TEMİZ TUTMAK

VİCDAN
AYNASINI
TEMİZ TUTMAK

Derya BULUT

"Çıkar konuşunca vicdan susar.” demişti Cemil Meriç. Çıkarların konuşmadığı, âdeta nara attığı, vicdanların ise sus pus olduğu, hayret verici bir çağda yaşıyoruz. Olup bitenler karşısında insan olmanın anlamını sorgular hâle geldik. Ahsen-i takvim olarak yaratılan ve dünyayı imar etmekle yükümlü tutulan insanın nasıl esfel-i safiline dönüştüğünü düşebileceğini görmüş olduk. Ekranlardan üzerimize vahşet boca ediliyor ve sormadan edemiyoruz: Yaşadıklarımız gerçek mi? Gökdelenlerden, caddelerden, plazalardan, finans merkezlerinden, üretim bantlarından oluk oluk kanlar akıyor. Zulmün, zalimin yanında saf tutanların gösterdiği cüret inanılır gibi değil. Ne yöne baksak, nereye el uzatsak, ne konuşsak kızıl bir leke yürüyor üstümüze. Ağızlarından hümanizm sözü düşmeyen modern elbiseli cellatların hüküm sürdüğü bir çağ bu. Olup bitenlere, şairin, “İnandır beni dünya, inandır yaşadıklarıma” dediği hayretin içinden bakıyoruz.
Tarihin bütün cellatları birbiriyle akraba sayılır. Cezayir’de, Bosna Hersek’te, Irak’ta, Myanmar’da, Hocalı’da, Doğu Türkistan’da insanlığın alnına kara çalan; aklı, vicdanı, ahlakı ayaklar altına alan cellatlar, bugün kanlı pençeleriyle Gazze semalarında dolanıyor. Geride bıraktığımız bir yıl boyunca dünyanın gözü önünde, alenen, fütursuzca gerçekleştirilen bir soykırıma şahit olduk. Sözde uygar dünya, kanlı bir arenanın balkonunda sıra sıra oturdu ve vahşi bir hayvan sürüsünün önüne atılmış çocukların çaresizlik içinde sağa sola kaçışmasını, kanlı pençelerin altında katledilmesini seyretti. Füzeler göstere göstere düştü bebeklerin beşiklerine; ölüm, göstere göstere uzandı çocukların masum yanaklarına. Onlarla birlikte insanlığın da yüzü kana bulandı.
Maşrıktan mağribe karanlık bir gücün karanlık kollarıyla kuşatıldı dünya. Akıl tutulmasıyla bile izah edemeyeceğimiz bir vicdan ve merhamet yoksunluğuyla karşı karşıya kaldık. Çocukların üzerine anbean bombalar atıldı, onların minik parçaları etrafa saçıldı, canavarlar doymak bilmedi, muhtemelen siz bu yazıyı bitirinceye kadar bir çocuk daha katledilmiş olacak. Gazze’de bir yıldır, saatte beş çocuk öldürülüyor çünkü. 7 Ekim’den bu yana yarısı çocuk, 40 binin üzerinde sivil öldürüldü, 100 bin kişi yaralandı. 2 milyon insan yerinden yurdundan edildi. Gelecek nesiller tarihin bu sayfalarını çevirirken ellerine kan ve gözyaşı bulaşacak. Vicdanını şeytana teslim edenler, tarihin bütün sayfalarını kana bulamaya ant içmişe benziyor.
Geride bıraktığımız bir yıl boyunca, “Vicdanlar susarsa, merhamet sırra kadem basarsa ne olur?” sorusunun cevabını talim ettik. Ciltlerce kitabın anlatmakta güçlük çekeceği şeyi aynelyakin gördük. Tıpkı geride bıraktığımız yüzyıl boyunca kendilerini seçkin, üstün, soylu sayanların; ötekini canavar telakki edenlerin insanlık onuruna karşı hangi cürümleri işleyebileceğini gördüğümüz gibi. Neticede bugün, modern(!) Batı uygarlığının ve onun sömürgecilikle palazlanan dünya görüşünün sonuçlarını yaşıyoruz. Katı pozitivizmin ve ilerlemeci anlayışın kanatlarını ardına kadar açtığı yirminci yüzyıla dönüp baktığımızda sekiz milyonun ölümüyle sonuçlanan Birinci Dünya Savaşı’nı, kırk milyon insanın ölümüyle sonuçlanan İkinci Dünya Savaşı’nı görüyoruz. İnsanlığın hayrına kullanılması icap eden bilimsel buluşları bile kendi acımasız hegemonyalarının istikrarı için kullanan seçkinci, çarpık, ilerlemeci ideolojiler, dünyaya kan ve gözyaşından başka ne vadedebilir ki?
Anladık ki vicdanını susturan, merhametini yitiren dünya, her şeyin mübah sayıldığı karanlık bir uçurumun önünde duruyor. Meğer insanlığın müşterek mirası denilen şeyler kolayca buruşturulup yere atılabilir şeylermiş. Batı’nın medeniyet önermelerinin tümü buraya, bu uçuruma kadarmış. Bu uçurum bize bireyi, aileyi, toplumu, eğitimi, hasılıkelam insanı en baştan, kendi değerlerimiz ışığında yeniden düşünmeyi, anlamlandırmayı salık veriyor.
Bugün sosyal bilimciler toplumların gizli pandemisi olarak yükselişe geçen bir şiddet sarmalından söz ediyor. Gerçekten de gün geçmiyor ki haberlerde acımasız cinayetlerle, örgütlü kötülüklerle, akıl almaz husumetlerle karşılaşmayalım. Uzmanlar ve bilim adamları toplumsal yozlaşma, bireysel çöküş, ahlaki erozyon tahlilleri yapadursun olup bitenlere Kur’an rehberliğinde baktığımızda kararan, pas tutan kalplerle karşılaşıyoruz. Hem dünya ölçeğinde hem toplumsal planda maruz kaldığımız şiddet ve merhametsizliğin ardında asli fonksiyonunu yitiren kalpler var. Kalp, asli fonksiyonunu yitirdiği zaman vicdan terazisi zedelenir, adalet ve merhamet duygusu kaybolur. Rehberimiz Kur’an-ı Kerim, kötü eylemler sebebiyle kalbin pas tutmasından (Mutaffifîn, 83/14), taşlaşmasından hatta taştan da sertleşmesinden (Bakara, 2/74), kilitlenmesinden (Muhammed, 47/24), hastalanmasından (Bakara, 2/10), mühürlenmesinden (Câsiye, 45/23) söz eder. Nitekim Allah Resulü de “Vücutta öyle bir et parçası vardır ki o, iyi (doğru ve düzgün) olursa bütün vücut iyi (doğru ve düzgün) olur; o bozulursa bütün vücut bozulur. Bilin ki o kalptir.” buyurarak bu kritik noktaya dikkat çeker. (Buhari, İman, 39)
Kalplerini arındırmayan, temizlemeyen, onu vicdan ve merhametle parlatmayan toplumlar, ilahi rahmetin tecellisinden mahrum olmakla kalmaz, dünyayı diğer insanlar için cehenneme çevirir. Nitekim bugün dünya sathında yaşanan zulmün, şiddetin, adaletsizliğin altında kalbi taştan da katı olanların imzası var. İlahi rahmetten nasibini alamayan kalpler sevgiden, şefkatten, ülfetten, merhametten, insanlıktan da mahrum kalırlar. Tam burada aklımıza Allah Resulü’nün o ürpertici ikazı geliyor: “Merhamet ancak kalbi katılaşmış inançsız bedbahtların kalbinden kaldırılmıştır.” (Ebu Davud, Edeb, 58)
Peygamber Efendimizin hayatı, insanoğluna kıyamete kadar yetecek çekirdek misallerle doludur. Bu noktada daima hatırımızda tutmamız gereken şey muhatap olduğu toplumda dürüstlüğü, eminliği, nahifliğiyle öne çıkan Allah Resulü’nün en çok da merhametiyle bilinmesidir. Onun çocuklara, kölelere, yetimlere, kimsesizlere uzanan eli, insanların akın akın İslam’a koşmasına vesile olmuştur. Bir gün bir bedevi Hz. Peygamber’e gelerek, “Sizler çocukları öper misiniz? Biz onları (hiç) öpmeyiz.” demişti. Peygamberimiz, o kişiye şu ibret verici cevabı vermişti: “Allah senin gönlünden merhameti çekip almışsa ben ne yapayım?” (Buhari, Edeb,18)
Yukarıda modern dünyayı seçkincilikle itham etmemizin sebebi, merhameti ve nezaketi kendinden olana hasreden çarpık anlayışından kaynaklanıyor. Nitekim bütün kötülükler, bu bilinç yarılmasından, insanları ben ve öteki diye konumlandıran yaklaşımdan neşet ediyor. Bir ahlak burcu olan Peygamberimiz ise insanlara gösterdiği vicdan ve merhametin bir benzerini diğer canlı türlerine de göstermiştir. Onun eşsiz şefkatinin hayvanları, bitkileri ve ağaçları aynı anda kuşattığını görürüz. Hayvanlara eziyet edilmesini kesin bir dille yasaklayan Peygamber Efendimiz, bir gün ensardan birinin bahçesinde inleyen, gözlerinden yaşlar akan deve görünce onun yanına gidip başını okşadı. Devenin ağlaması durunca bahçe sahibini arayıp bulan Allah Resulü, “Şu hayvanı sana veren Allah’tan korkmuyor musun?” diye onu ikaz etti. (Ebu Davud, Cihad, 44) Bir başka hadisinde onun cihanşümul şefkatinden ağaçlar da nasibini almıştı: “Her kim sidre ağacını keserse Allah onu başı üzeri cehenneme atar.” (Ebu Davud, Edeb, 158-159)
İnsanları soy, sınıf, mal, cinsiyet gibi statülerden arınmaya; Allah karşısında eşit kullar olarak davranmaya davet eden Efendimiz, ebedî kurtuluşa giden yolun merhametten geçtiğini hatırlatmıştı: “Nefsim kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki, birbirinize merhamet etmediğiniz müddetçe cennete giremezsiniz.” Bu sözü duyan sahabiler, “Ya Resûlallah, hepimiz merhametliyiz.” dediler. Bunun üzerine Allah Resulü şöyle buyurdu: “Benim kastettiğim merhamet, sizin anladığınız şekilde yalnızca birbirinize olan merhametiniz değil, bütün yaratılanlara şamil olan merhamettir.” (Hâkim, Müstedrek, IV, 185/7310)
Nitekim bu mübarek ikaz, onun nebevi öğütleriyle yoğrulan Anadolu’nun has ozanı Yunus Emre’nin mısralarında şöyle vücut bulacaktı: “Elif okuduk ötürü / Pazar eyledik götürü / Yaratılanı severiz / Yaradan’dan ötürü.”
Yaratılanın Yaradan’dan ötürü sevilmediği bir yerde merhametsizlik duygusu bulaşıcı bir hastalık gibi, sarmal hâlinde topluma nüfuz eder. Münferit merhamet duygusunun kaybını kolektif merhamet duygusunun zevali izler. Vicdanının sesine kulak veren, merhameti gerçek anlamda duyumsayan, söz ve eylemlerinde seçkincilikten arınan, bütün insanlığı kuşatıcı bir kemale erişmiş toplumlarda huzur ve barış kendiliğinden hasıl olur. Bunun için de ahlaki ilkelerin yaşamın bir parçası hâline getirilmesi, insani değerlerin daima el üstünde tutulması gerekmektedir.
İçselleştirilmemiş ahlaki ilkeler, ne bireye ne topluma ne de insanlığa huzur getirebilir. Onların söylem planında kalması ya da istismar mahiyetinde kullanılması, zamanla vicdanları da sağırlaştırır. Aklımıza gelebilir, vicdan gibi fıtri bir terazi nasıl olur da susturulabilir, sindirilebilir? Dilerseniz bu sorunun cevabını, çağımızın önemli edip ve düşünürlerinden olan merhum Rasim Özdenören’in “Vicdan Aynasını Ters Çevirmek” adlı yazısında arayalım. “Kandırmanın en onulmazı kendi benine karşı işlenmiş olanıdır.” diyen Özdenören, insanın kendini kandırmasının başlıca sebebini “vicdanını yatıştırma güdüsü”yle açıklar. Vicdan başkaldırır, itiraz eder, karşı çıkar. Çünkü vicdan aynası yalan söylemez. Peki, ne olacak? Cevabı usta yazardan dinleyelim: “Kendini kandırmak isteyenin yapabileceği bir tek şey kalıyor geriye: aynayı yüzüne kapatmak. Vicdanını susturmak. Vicdanıyla yüzleşmekten kaçmak. İşte burası, her türlü ilkenin çiğnendiği yerdir. İnsan, kendi ilkesini çiğnerse, bu yüzsüzlüğü bir kez icra ederse, yani kendine olan saygıyı hiçe sayarsa, onu yokluğa mahkûm ederse, geriye kendi de kalmaz. Geriye belki yaşayan bir gövdenin gölgesi kalır. Ne ki yaşadığı sanılan gövde artık yürüyen bir cenazeden başka bir şey değildir. O zaman insan ikileşir mi? Her vicdan bir insanı temsil ediyorsa, orada kaç insan kalır veya orada bir insanın kaldığı ileri sürülebilir mi?”
Modern dünya, tam da bu noktainazardan, söylem ve eylem tenakuzuna düşmekle sakatlanmış, kişilik bölünmesi yaşamış bir medeniyet teklifidir. Batı uygarlığının ikircikli davranışları, insanlığa huzur ve refah getirmek şöyle dursun gün yüzü göstermemiştir. Rekabet, başarı, güç, kazanç gibi kavramlar etrafında tesis edilen dünya düzeni, Özdenören’in ifadesiyle vicdan aynasını yüzüne kapatmış, merhameti ya sümen altı etmiş ya da kendine has kılarak gerçek anlamından uzaklaştırmıştır. Bugün haberlerde karşımıza çıkan soykırımların, cinayetlerin temelinde bu çarpık vicdan ve merhamet anlayışı yatmaktadır.
Hasılıkelam kalplerimizi işgalden kurtarmak, merhameti bütün insanlığa hatta bütün canlılara şamil kılmak, bir ödev olarak önümüzde duruyor. Merhamet, ömür boyunca uyanık tutulması gereken bir dikkati elzem kılıyor; aleyhimizde bile olsa hakikatten yana durmayı, gelip geçici dünya zevkleri uğruna harama bulaşmamayı, küçük büyük demeden kötülükten, şerden uzak kalmayı gerektiriyor. Vicdan aynasını temiz tuttuğumuz sürece, merhametsizlikten, adaletsizlikten sakınmış olacağız. Yazımızı Allah Resulü’nün çokça yaptığı duayla bitirelim: “Allah’ım! Senin katından öyle bir rahmet istiyorum ki, o rahmet vasıtasıyla kalbimi doğru yola ilet.” (Tirmizi, Daavât, 31)