Makale

HER DEM YENİDEN ÖZE DÖNÜŞ

HER DEM YENİDEN ÖZE DÖNÜŞ

Abdurrahman AKBAŞ
DİB Başkanlık Müşaviri


İslam’ın erdemli insan ve huzurlu toplum hedefine yönelik en temel gereklilik, insanların zihin ve gönül dünyalarında Allah bilincinin devamlı surette mevcut olmasıdır. Her an ilahi bir gözetim altında olduğu şuuruyla yaşama imkânı sunan bu bilinç, insana güçlü bir otokontrol kabiliyeti kazandırarak onu her türlü haksızlık, hadsizlik, hayâsızlık ve fenalıktan alıkoyacaktır. Söz konusu bilincin diri, kavi ve baki kalabilmesi ise ancak Allah’ın varlığını, birliğini, kudretini, azametini, nimetini, merhametini ve gazabını hissettirecek bir anma (tezekkür) eyleminin sürekliliğiyle mümkündür. Böyle bir eylem, yiyip içmek ve solumak kadar gerekli ve ötelenemez beşerî bir ihtiyaçtır.
“Hafıza-i beşer, nisyan ile maluldür.” sözüyle dikkat çekildiği üzere insan unutkan bir varlıktır. Bir hatırlatıcı olmazsa kolayca unutabilir. Yaratıcısını, kendisini, ahdini, var oluş gayesini ve en temel sorumluluklarını gündeminden çıkarabilir. Dolayısıyla düzenli bir şekilde Allah’ı anmayı temin edecek zihnî, kalbî ve bedenî bir etkinlik içerisinde bulunmadığı sürece insanın zamanla hakikate dair bir bilinç kaybı yaşaması kaçınılmaz hâle gelir. O zaman insan; erdem, fazilet, izzet ve asalet gibi değerlerden uzaklaşarak “esfel-i safilin” düzeyinde, bayağı bir hayat yaşamaya mahkûm olur. Böylece günbegün hakikatten ve kendi gerçekliğinden uzaklaşan insan, zıddına inkılap ederek bütün düşkünlüğüne, zayıflığına ve acizliğine rağmen anlamsız bir kibre sürüklenebilir. Nitekim modern çağın belirgin bir fenomeni olarak kimi insanların sahip oldukları maddi ve itibari imkânlarla böbürlenmesi, böyle bir mahkûmiyetin bir tezahürüdür. Her yönüyle sınırlı bir mahlûk olduğu hâlde insanın kendini müstağni görüp varlığın aşkın boyutundan yüz çevirmesi de kategorik olarak aynı yanılgıdan başka bir şey değildir.
Aslında insan, özünde değerli bir varlıktır. Akıl, şuur ve iradeye sahip; onur, izzet ve iffete ehil olarak yaratılmıştır. Yani fıtri kıvamı güzeldir. Ancak bu kıvamın muhafazası, ciddi bir emek, özverili bir gayret ve sağlam bir dirayet gerektirir. Böyle bir tavrı ortaya koyabilmesi için de kişinin öncelikle yaratılışı tefekkür ve yaratıcıyı tezekkür etmesi önemlidir. Kısacası, fıtratı korumanın yolu, kendini bilmekten ve her boyutuyla yalnız Allah’a kul olmaktan geçmektedir. İnsan, yaratılıştan gelen seçkinliğini ancak bu şekilde sürdürebilir. “Eşref-i mahlûkat” olma potansiyelini ancak bu şekilde açığa çıkarabilir. Bunu başaramayan, dünya hayatının oyalamaları ve şeytanın ayartmaları sebebiyle fıtratından uzaklaşacağından değersizleşmekten, sıradanlaşmaktan kendini koruyamayacaktır. Zira varlığın gerçek sahibi unutulduğunda, bireysel ve toplumsal hayata insan onurunu, güzel ahlakı ve değerleri ikame edecek bir alan da kalmayacaktır.
Şu bir gerçek ki Allah’ı tanımaktan ve O’nu anmaktan mahrum kalan birinin, kulluk ekseninde ciddi savrulmalara düçar olması yakın bir tehlikedir. Çünkü Rabbini unutana mal mülk, makam mevki, şan şöhret, servet dört bir koldan musallat olur. Allah’a kulluktan uzak kalan, zamanla farkına bile varmadan kendi nefsinin, heva ve hevesinin veya herhangi bir şeyin kulu kölesi oluverir. Bu yüzden insan, kendisine Allah’ı asla unutturmayacak istikrarlı bir hatırlatıcıya her zaman muhtaçtır. Bu bağlamda en büyük zikir olan namaz ibadeti, dünyevi olanın tasallutundan korunarak onurlu bir hayat yaşama hususunda insana muazzam bir imkân sunmaktadır. Çünkü namaz, unutkanlık zafiyetini bertaraf edecek güçlü ve sürekli bir hatırlatıcıdır. Namaz, her vakit yeniden Allah’ı anma ve hatırda tutma sürecidir. Nitekim Resul-i Ekrem (s.a.s.), “Her kim namazını (vaktinde kılmayı) unutursa onu hatırladığı zaman hemen kılsın. Çünkü Allah: ‘Beni anman için namaz kıl!’ (Taha, 20/14.) buyurdu.” (Müslim, Mesacid, 309; Ebu Davud, Salât, 11.) hadisiyle namazın bu yönüne dikkat çekmiştir. Dolayısıyla namaz ibadetinin sayı ile değil de vakit ile farz kalınmış olmasının en önemli hikmeti, müminlere her vakit yaratıcıyla buluşma fırsatı verdiğinden Allah bilincine canlılık ve süreklilik kazandırması olsa gerektir.
Günde beş vakit ilahi huzura çıkan insan, öncelikle kendisinin kim olduğunu ve kime ram olduğunu yeniden idrak eder. Böylece varoluş gayesini ve sorumluluklarını hatırlar. Daha gün doğmadan sabah namazının diriltici iklimiyle başlar bu hatırlama. Gündüzün meşgalesiyle unutacak kadar vakit geçmez ki öğle namazı yetişir imdada. Bu geçici dünyanın aldatıcı güzelliği akılları cezbetmek üzereyken ikindi namazı yeniden uyarır, uyandırır insanı. Gün zevale dönerken akşam namazının segâh nağmeli daveti aydınlatır, karanlığa evrilen âlemin ufkunu. Yatsı namazıyla ahitler yenilenir ve yeniden buluşmak üzere sabahın Rabbine niyazla kapatılır günün sayfası. Böylece beş vakit huzura kabul edeni hamd ile tesbih ederek bilincini tazeleyen insan unutmaz, unutamaz kim olduğunu...
Benzersiz bir zikir, şükür ve tefekkür imkânı olarak namaz, bir taraftan insanı kendi ruh derinlikleriyle buluşturup dünyevi sıkıntı ve meşgalelerin yükünü hafifletirken diğer taraftan da evrenin ötelerine doğru yolculuğa çıkarır. Bu anlamda Yahya b. Muaz’a isnad edilen, “İbadet bir kuş olsaydı şüphesiz onun kanatları namaz ve oruç olurdu.” sözü, son derece zarif ve bir o kadar da gerçekçi bir betimlemedir. Nitekim namaz için her vakit gök kubbede yankılanan “hayye ale’l-felâh” sedası, insanı sonsuz huzura, kurtuluş ufkuna doğru kanatlanmaya davet eder. Onun için namaz, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) gündeminin daima odağında yer almıştır. Allah Resulü, “gözümün nuru” diye nitelendirdiği namazı her boyutuyla ilahi bir lütuf bilmiştir. Namaz için ezan okumasını istediğinde Hz. Bilal’e, “Bizi rahatlat ey Bilal!” (Ebu Davud, Edeb, 78.) diyerek sıkıntılı ve kederli durumlarında hep namazla teselli aramıştır. (Nesai, Nisa, 1, Mevakit, 46.) Namazlarını Cenab-ı Hak için hamd ve şükür vesilesi kılmış; gece namazlarında ayakları şişinceye kadar kıyam etmesini, “Allah’a daha fazla şükreden bir kul olma” (İbn Mace, İkame, 200.) arzusunun dışavurumu olarak beyan etmiştir.
Namaz, aynı zamanda Müslüman şahsiyetinin alametifarikasıdır. Yüce Allah, “Onların secde eseri olan alametleri, yüzlerindedir.” (Fetih, 48/29.) buyurmaktadır. Sevgili Peygamberimiz ise “Kişi ile şirk ve küfür arasında namazı terk etmek vardır.” (Müslim, İman 134.) diye buyurmak suretiyle namazın Müslüman kimliğini belirginleştiren yönüne dikkat çekmektedir. “İşin başı İslam, direği namaz, doruğu cihaddır.” (Tirmizi, İman, 8.) beyanıyla da insanın kulluk sorumluluğunun odağında yer alan namazı, İslam binasını ayakta tutan en önemli unsur olarak tanımlamaktadır. Çünkü mütemadiyen kılınan bir namaz, Müslümanı günahlardan, kötülüklerden, haramlardan beri kılar. Her türlü savrulmalar karşısında muhkem bir kale gibi himaye eder. Namazla yalnız Allah’a boyun eğme şuuruna erişen Müslüman, O’nun dışındaki her otoritenin karşısında Müslümanca bir duruş kuşanır. Bir bakıma kalbî ve zihnî hürriyetini teminat altına alır. Böylece her daim başı dik, yüz ak ve alnı açık yaşama erdemine erişir.
Her bir şart ve erkânıyla namaz, daha nice güzelliklerin membaıdır. Abdest ile maddi manevi kirlerden arınmayı, iftitah tekbiri ile en büyük olanın kim olduğunu, kıyam ile insan onurunun yalnız Allah’ın önünde el pençe divan durarak korunacağını öğretir. Kıraat, hâlini Allah’a arz etme fırsatıdır. Müslüman, O’nun sözleriyle O’na seslenir. Her rekâtta okunması vacip olan Fatiha suresi, başlı başına bir manifestodur. Daha ilk ayetiyle her hayırlı işin Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla başlaması gerektiğini bildirir. O’nu anmadan yapılan her işin, güdük kalacağını hissettirir. Bütün yüceliklerin Âlemlerin Rabbine, hesap (ahiret) gününün Rahman ve Rahim olan sahibine mahsus olduğunu haber verir. Allah’ın kendinden başkasına kulluk etmekten ve başkasından medet ummaktan men ettiği müminlere, gazaba uğrayanların ve sapkınlık içinde olanların yolundan uzaklaşma şuuru verir. İlahi nimete erenlerin, peygamberlerin, sadıkların, şehitlerin ve salihlerin izinde sırat-ı müstakim üzere kalma bilinci aşılar. Bu bilinçle rükûa varan mümin, Allah’tan başka kimsenin önünde eğilmeyeceğine dair ahdini teyit eder. Ruhunu kuşatan bencillik, gurur, kibir gibi hastalıkların ilacını ise bütün benliğiyle kapandığı secdede bulur. Son oturuş ile tahiyyata ulaşır; esenliğe, sekînete, huzura kavuşur. Çünkü namaz en büyük zikirdir ve kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur. İnsanı her türlü fenalık, hayâsızlık, azgınlık ve taşkınlıktan alıkoyacak huzur tam da budur. (Ankebut, 29/45; Rad, 13/ 28.)
Namazla huzur bulan, huzurla Rabbini anan ve her vakit özüne dönen insan, elbette hem dünyevi musibetlere hem de nefsani kötülüklere karşı direnebilecek ve fazilet namına bütün güzelliklerin kapısını aralamış olacaktır.