EMANETE SAHİP ÇIKIYOR MUYUZ?
Gürsel BAYRAM
Eskişehir Tepebaşı İlçe Müftülüğü Şube Müdürü
Allah (c.c.) tarafından Hz. İbrahim ile oğlu İsmail’e (a.s.) Kâbe’nin temellerini yükseltmeleri emri verildiğinde baba ile oğul Beytullah’ın temellerini yükselttikten sonra ellerini açıp şöyle dua etmişlerdi: “Ey Rabbimiz! Bizden kabul buyur! Şüphesiz sen hakkıyla işitensin, hakkıyla bilensin. Rabbimiz! Bizi sana teslim olmuş kimseler kıl. Soyumuzdan da sana teslim olmuş bir ümmet kıl. Bize ibadet yerlerini ve ilkelerini göster. Tövbemizi kabul et. Çünkü sen, tövbeleri çok kabul edensin, çok merhametli olansın. Rabbimiz! İçlerinden onlara bir peygamber gönder; onlara ayetlerini okusun, kitabı ve hikmeti öğretsin ve onları her kötülükten arındırsın. Şüphesiz, sen mutlak güç sahibisin, hüküm ve hikmet sahibisin.” (Bakara, 2/127-129.)
Asırlar öncesinde yapılan bu dua kabul olmuş, miladi 610 yılında Hz. Muhammed (s.a.s) peygamberlikle vazifelendirilince âlemler nura kavuşmuştu. Nübüvvetin sonlarına doğru Peygamberimiz (s.a.s.) Arafat’ta yüz binlerce sahabeye toplu olarak son kez seslenirken ve onları tebliğine şahit tutarak kıyamete kadar gelecek ümmetine, bizlere sıkı sıkıya sarılmamız gereken iki emanet bırakıyordu: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu şaşırmayacaksınız: Allah’ın Kitabı ve Peygamberinin sünneti.” (İmam Malik, Muvatta’, Kader, 3.)
Onun Refîk-i â’lâ’ya vuslatıyla peygamberlik müessesesi sona ermiş ancak getirdiği değerler insanlık var olduğu müddetçe kıyamete kadar devam edecektir. Şimdi kendimize sormamız gereken soru şu: Peygamber Efendimizin ümmete miras bıraktığı değişmez değerler olan Kur’an ve sünnete ne kadar sahip çıkabildik? Emanette emin olduk mu? Hayatımızı onun sünneti doğrultusunda inşa edip güzel ahlakını kuşanıyor muyuz? Allah’ı ve Resulü’nü sevmenin neresindeyiz?
Niçin bizden değildir?
Şahit, müjdeci, uyarıcı ve etrafını aydınlatan bir kandil olarak gönderilen Allah Resulü bazı davranışlarda bulunanları, “Bizden değildir!” diyerek ikaz etmiştir. İkaz edilen bu davranışları yapanlar ya kâmil manada mümin değildir ya davranışı İslam’a uygun değildir ya da ahlakı İslam ahlakına yakışmıyordur. Bizi aldatan (Müslim, İman, 43.), küçüğümüze merhamet etmeyen, büyüğümüze hürmet göstermeyen, iyiliği emredip kötülükten uzaklaştırmayan (Tirmizi, Birr, 15.), bizden başkalarına benzemeye çalışan (Tirmizi, İstizan, 7.), komşusu açken tok yatan (Hâkim, Müstedrek, II, 12.) bizden değildi nebevi anlayışta. Peygamberimizin dilindeki bu ikazların her biri bireysel ve toplumsal bir yaramıza parmak basarken nasıl inandığımızı, inancımızla davranışlarımızın örtüşüp örtüşmediğini sorgulamamız gerektiğini gösteriyor. Bize, “bizden değildir” diyen Hz. Peygamber’in sesine kulak vermemiz gerektiğini hatırlatıyor. Resulüllah’ın bu hadislerindeki ikazlara uyarak kendimizi ateşe düşmekten korumalıyız.
Üzerimize düşmesinden, altında kalıp ezilme endişesinden korkmamız gereken günahları burnumuza konan sinekler misali küçük görüyoruz. Büyük küçük demeden dünyada iken işlediklerimiz, önümüze konulduğu zaman “Vay hâlimize!” diye feryat edeceğimiz günahlar için ne gözyaşı dökebiliyor ne de dizlerimizi dövüyoruz. Ama bu dünyada pişman olmadıklarımızdan ahirette perişan olabileceğimizi hiçbir zaman aklımızdan çıkarmamalıyız. “Kitap ortaya konur. Suçluları, kitabın içindekilerden korkuya kapılmış görürsün. ‘Eyvah bize! Bu nasıl bir kitaptır ki küçük, büyük hiçbir şey bırakmadan hepsini sayıp dökmüş!’ derler. Onlar bütün yaptıklarını karşılarında bulurlar. Senin Rabbin hiç kimseye zulmetmez.” (Kehf, 18/49.)
Kitap ve sünnetten uzak yaşamanın sonunda bir de iflas tehlikesi var. Dünyada namazla, oruçla ve diğer ibadetlerle kazandığımız hayır ve hasenatı, dilimizin ve elimizin cezası olarak istemeyerek de olsa haksızlık yaptıklarımıza vereceğiz. Resulüllah (s.a.s.), “Müflis kimdir, biliyor musunuz?” diye sordu. Ashabı, “Bize göre müflis, parası ve malı olmayan kimsedir.” dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber, “Şüphesiz ki ümmetimin müflisi, kıyamet günü namaz, oruç ve zekâtla gelir. Aynı zamanda şuna sövmüş, buna iftira etmiş, şunun malını yemiş, bunun kanını dökmüş ve şunu dövmüş bir hâlde gelir. Bunun üzerine iyiliklerinin sevabı şuna buna verilir. Üzerindeki kul hakları bitmeden sevapları biterse hak sahiplerinin günahları kendisine yüklenir. Sonra da cehenneme atılır.” buyurmuştur. (Müslim, Birr, 59.) Amellerin tartılacağı, hiç kimsenin kimseye faydasının olmayacağı, boynuzsuz koyunun boynuzlu koyundan hakkını alacağı o gün için salih amel biriktirmek gerektiğini unutmamak lazım. Resulüllah’ın sünnetini takip etmeli, dosdoğru yoldan, sırat-ı müstakimden ayrılmamalıyız.
Yaşamaya çalıştığımız hayatımız Kitap ve sünnete uymuyorsa ne dünyada ne de ahirette felaha kavuşuruz. Biz de “Bizden değildir!” itabına düçar olmakla karşı karşıya kalabiliriz. Ahiretin tarlası olan dünyada hesap sorulmuyor, sadece imtihan yapılıyor. Yapılan imtihanın sonuçları da ahirette açıklanacak. Bu dünyada yaşadığımız hayatın hesabını ahirette vereceğiz. Bizim kendimize iyi dememiz, nefsimizi temize çıkarmamız bizi kurtarmayabilir.
Ahirette zerre kadar iyiliğin karşılığını alacak, zerre kadar şerrin hesabını vereceğiz. Hoca Ahmed Yesevi’nin dediği gibi iyi ve kötü orada, ana yurtta belli olacak:
Âdemoğlu ölesi, yer altına giresi,
Kim iyidir kim kötü, orada mâlum olası.
Burada özünü bilenler, Hakk’a kulluk kılanlar,
Hak yoluna girenler, aydınlık yüzlü olası.
“Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Âl-i İmran, 3/31.) emrine uymaktan ve Allah Resulü’nün emanet olarak bıraktıklarına sahip çıkarak emanette emin olmaktan başka çaremiz ve yolumuz yok, vesselam.