Makale

Özgürlüğün Kitap Döşeli Yolu

Kültürsanatedebiyat

Özgürlüğün Kitap Döşeli Yolu

M. Emin GÜRDAMUR

AMERİKA tarihinde “zenci yasaları” olarak bilinen kanunların özellikle güney eyaletlerde utanç verici biçimde uygulandığı yıllarda Frederick Douglass (1818-1895), okuması ve yazması yasak olan kölelerden biriydi. Kanunlar sadece siyahileri değil, onlara okuma yazma öğreten beyazları da kapsıyor, mesela Güney Carolina’da zencilere okuma yazma öğrettiği tespit edilen beyazlara altı ay hapis ve 100 dolar para cezası veriyordu. Okurken suçüstü yakalanan kölelere ise 10 kırbaç vuruluyor, suçun tekrarlaması halinde işaret parmağı birinci boğumdan kesiliyordu.
Henüz on yaşlarında olan Douglass, çalıştığı çiftlikte, kızına kitap okuyan hanımefendisini usulca dinlemeyi alışkanlık haline getirir. Dinlemekle kalmayıp yavaş yavaş her biri bir sese tekabül eden harfleri, harflerin yan yana dizilişiyle ortaya çıkan sözcükleri anlamaya başlar. Çiftliğin efendisi, köle Douglass’ın alfabeyi öğrenmeye başladığını duyduğunda öfkelenir ve karısına, o etraftayken kızına hikâye okumamasını salık verir. Gerekçesi ise kayıtlara şöyle geçer: “Okumak onun aklına özgürlük fikri sokacak!” Çiftliğin reisi yüzde yüz haklıdır. Douglass, bütün engellere rağmen okumayı öğrenir, kelimelerin gücünü kavrar. Yirmi yaşına geldiğinde kaçar ve kölelik karşıtı bir mücadele başlatır. Diğer zencilere okuma yazma öğretir, Ku Klux Klan’a karşı mücadele eder, gazete çıkartır. 1895’te öldüğünde ondan geriye sadece siyahileri ilgilendirmeyen şu sözler kalmıştır: “Bir kere okumayı öğrendin mi, sonsuza dek özgür olacaksın.”
Okumakla özgürlük arasındaki bu güçlü bağın izini, katı ideolojik örgütlerde karşımıza çıkan okuma kısıtlamalarında da sürmek mümkündür. Bir insanı kendi aklından ve kendi iradesinden mahrum etmenin, sadık bir tebaa hâline getirmenin, kısaca köleleştirmenin yolu her şeyden evvel onun bilgi ve yorumlama kanallarını denetlemekten geçer. İdeolojik yapılar, dondurulmuş zihinlerin üzerine basarak yükselirler. Araştıran, irdeleyen, soran insanlar, bu yapıların paydaşı olmak şöyle dursun başına beladır. Onlar kılçıksız insan, programlanmış davranış, öngörülebilir sorular isterler. Meşruiyetlerini topluma dayattıkları “tek hakikatçilik” üzerinden devşirdikleri için kendileriyle hizalanacak başka bir hakikati anlamak bir kenara, karartmak, nefessiz bırakmak, yok etmek isterler. Aslında temellük ettikleri “hakikat” değil, onun bir aksinden ibarettir. Kendi gerçekliklerini yaşatmak için başka gerçekliklerle savaşmalarının gerçek nedeni de budur.
İslam dünyasında okuryazarlık en baştan beri itibar görür, el üstünde tutulur. Evvela, bugünkü manada literal bir ‘okumayı’ kastedip kastetmediği hususunda her ne kadar ittifak olmasa da vahyin ilk sesinin “Oku!” olması, sonraki yüzyıllarda Müslümanlar arasında ilme ve okumaya dair reflekslerin temel referansı kabul edilmiştir.
İslam medeniyeti aslında bir tür kitap medeniyetidir. Kitapla büyümüş, kitapla serpilmiştir. Kitapla arasına mesafe koyduğu zaman da inkıtaa uğramıştır. Devlet adamları ilim ehline hürmetkâr davranmış, dev kütüphaneler kurulmuş, kitap çevresinde incelmiş zevkler, estetik meşgaleler gelişmiştir. Sadece Endülüs Kütüphanesi’nde altı yüz bin kitap olduğu söylenmektedir.
İslam tarihine baktığımızda orada okuryazarlığın hürriyetle hizalandığı, bir tutulduğu ve hatta takas edildiği eşsiz bir manzaraya şahit oluruz. Bedir, Müslümanların ilk savaşıdır. Savaşın sonunda Mekkeli müşriklerden esir düşenler olmuştur. Bu esirlerden okuma yazma bilenler on Müslümana okuma yazma öğretmek şartıyla serbest bırakılmıştır. Orta Çağ’da kanlı bir harbin sonunda kurulan terazide okuryazarlık ile insan hürriyetinin birbirini tarttığı başka bir örnek bulmak zordur. Bu uygulamada Hz. Peygamber’in okuma yazma bilen bir toplum arzusu, tarihsel bütün yaklaşımların fevkinde bir vesikadır.
Öte yandan bildik şekliyle ‘okumak’, okuma türleri arasında başı çekmekle beraber yegâne okuma biçimi değildir. Yegâne okuma biçimidir, dersek biz de bir tür tek hakikatçilik gütmüş ve kendi gerçekliğimizle başka gerçeklikleri zedelemiş oluruz. Dinleyerek, gözlemleyerek, tefekkür ederek, susarak icra edilen okuma biçimleri de zamana, zemine ve manaya mukayyet olarak öne geçebilir, kıymet arz edebilir ve hatta başı çekebilir. Sözgelimi halk irfanı diye bilinen derin ırmağın bildik anlamda bir alfabesi olmamakla beraber kıvrılıp akarken beslediği, büyüttüğü, olgunlaştırdığı toplumlar vardır. İnsana ve hakikate giden yollar pek çoktur. Bu minvalde okumayı ve bilmeyi birbirinden ayıran Yunus Emre’nin sesine kulak verecek olursak, alfabenin de üzerinde bir alfabe olduğunu duyarız: “Yiğirmi dokuz hece / Okursun uçtan uca / Sen elif dersin hoca / Manası ne demektir?”
Gerçekte sadece hakikat değil, gündelik hayat ve ölüm bile yirmi dokuz harfin kâmilen kavrayamayacağı, taşıyamayacağı ve aktaramayacağı olgulardır. Böyleyken salt okuryazarlık, zihinsel özgürlüğe giden yolun sadece taşlarını döşeyebilir. O yolda yürümek insanın iradesine, daha spekülatif bir ifadeyle özgürlüğe olan sadakatine, düşkünlüğüne bağlıdır. Prof. Dr. Mümtaz Turhan, “Yamyam bir topluma sadece okuma yazmayı öğretirseniz, o toplum okuma yazma bilen yamyam bir toplum olur.” der. Sanayi devrimiyle aklını bilimin eyerine oturtan ve ağırlık yaptığı için vicdanını fırlatıp atan modern insanın son yüzyıl içinde ortaya koyduğu korkunç savaş performansı, sonuçları itibariyle “okuma yazma bilen yamyamlar” ifadesinin içini fazlasıyla doldurur niteliktedir.
Bir metni birinin elinde saman kâğıdına, öbürünün elinde alev alev yanan ocağa, bir kitabı birinin gözünde ölü denize, öbürünün gözünde fırtınalı okyanusa dönüştüren muamma, kişinin karakteriyle alakalıymış gibi gözükse de gerçekte hürriyete olan sadakatiyle alakalıdır. İnsanlar ekseri kendilerine hak veren kitapları okumaktan haz alırlar, kendi seslerini boşa düşürecek seslere tahammül edemezler. Böyle olunca da okumak, sonu gelmez bir kendini tekrarın, sağlaması yapılmaya yapılmaya büyüyen bir yanılgının kollarında değerini yitirmekle kalmaz, aynı zamanda duvarları özgürlük posterleriyle dolu bir hapishaneye dönüşür. Evet, okumak bir hapishaneye dönüşebilir. Yollar simülasyon, ufuk yağlı boya, koku sentetik olabilir. Bu dört duvar arasında kendini özgür zanneden insan esaretin belki de en beterini yaşar. Çünkü onun bilinci gönyesini yitirmiş, tam da esareti hürriyetten ayırt edecek yerinden dumura uğratılmıştır. Güneş bütün ihtişamıyla yerinde durmaktadır lakin ondan istifade edecek gözler zedelenmiştir. Artık o kendi gerçekliğiyle baş başadır. Aldanışın en dokunaklı biçimi budur. Platon’un alegorik mağarasında hâlâ insanlar yaşamaktadır. Ellerinden ve ayaklarından zincirlenmiş insanlar, ışığa sırtlarını dönüp duvara karşı oturmaktadır ve nesnelerin duvara yansıyan gölgelerini yegâne gerçeklik zannetmektedirler. Aksini görebilmek için gözleri acıtan ışığa bakmak gerekir. Dünyanın ilk gününden beri bu böyledir; “Bilmek acı verir.”
Sadece tembeller değil, korkaklar da zihinsel konforlarını bozmayı göze alamazlar. Aksine o konforu sürdürebilmek adına gerekirse gün gibi aşikâr doğruların kolunu kanadını kırmayı yeğlerler. Gerçekte insan ve hayat, karşılıksız bir soru olarak birbirine bakar. Bu karşılıklı sessizliği “okuyarak” aşmaya yeltenenlerin göze alması gereken daha büyük bir sessizlik vardır. Cemiyetin gürültüsünden, planyasından, emniyet dairesinden uzaklaşmak ve basılacak taşları dürterek, yoklayarak seçmek, yeri geldiğinde devrilen sütunlar, çöken tabular, tutuşan hatıralar görmek zordur. Ne yollar tek şeritlidir, ne insan tek boyutludur, ne de hayat ölüm kadar gerçektir. Bir kalbe bin bir iniş çıkış, bin bir telaş sığdıran Âdemoğlu’nun dünyadaki yolunu kısaltacak gizemli bir patika, büyülü bir reçete yoktur. Mağaradan dışarı çıkmanın yolu, kitabın içinden sızan ışığa doğru yürümekten geçer. Bu yürüyüşte o göz yakıcı aydınlığa tahammül, gölgelerle hesaplaşmak ve kapıları tek tek yoklamak vardır. Her seferinde tam buldum zannederken kaybetmek, yeni baştan yola koyulmak, yeni baştan aramak vardır. Eskiler, aramanın bulmak kadar değerli olduğunu söylerler. Kim bilir, herkesin “Buldum!” diye çığırtkanlık yaptığı yerde aramaya devam etmek güzel bir “bulmak” şeklidir.