Makale

Kur’an’ın Güttüğü Hedefin NERESİNDEYİZ?

DİN DÜŞÜNCE YORUM

Kur’an’ın Güttüğü Hedefin NERESİNDEYİZ?


Doç. Dr. Halil ALTUNTAŞ
DİB Başkanlık Müşaviri

İSLAM toplumunun yabancı kimlik ve kültürlerle temasa geçtiği 9. ve 10. asırlarda karşılaştığı temelde Kur’an’a yönelik fikri ve kültürel meydan okumaları göğüsleyen enerji Abbasi-İslam yönetimi tarafından Beytü’l-hikme’nin devreye sokulması ile üretilmeye başlamıştır. Modernizmin dayattığı hayat algısı ise neredeyse bütün yansımaları Kur’an’la zıtlaşan çok daha güçlü meydan okumaları temsil ediyor. Bu meydan okumaları aşmak sadece savunma sistemlerimizi tahkim etmekle mümkün olmaz. Bundan daha da önemlisi hayatın her alanında bize maddi manevi kazanımlar sağlayacak zihinsel ve fiili dönüşüm gelişimi gerçekleştirmektir. Bu dönüşüm bir başkalaşma dönüşümünü değil, asli çizgi doğrultusunda yeni şartlara uyum sağlamayı ifade edecektir. Müslüman bilinçaltının, istilasına uğradığı ezilmişlik duygusunu aşmasını sağlayacak bir bilinç yenilenmesi anlamına gelecektir. Bu da davranış stratejileri ve ufuk algısıyla, davranış ve algıların asli kaynaklarından beslenmesiyle ilgilidir. Kur’an-ı Kerim etrafında sergilenen her renk ve kıvamda görüş ve çalışmalar vadisinde bu hamleyi sağlayacak zihni ve fikri atılımın işaretlerini almıyor değiliz. Zaman süzgeci tarihte örneğini çokça gördüğümüz şekilde bunların uçlarda olanlarını ayıklayıp Kur’an’ı anlama faaliyetlerine hız ve verimlilik kazandıracaktır. Evet, bir geçiş dönemi sancılarının işaretleri yer yer kendini gösteriyor. Bu sürecin fiilen başlayıp sonuç alıp almayacağı sorusunun cevabı zamanın omuzlarındadır. Cevap ortaya çıktığı zaman Müslümanlar olarak Kur’an’ı anlama yoluna girmiş olacağız.
Kur’an’ı anlamak ve ihtiyacımız olan dönüşümü sağlamak sadece zihinsel faaliyetlerle mümkün olmaz. Bu konuda asıl itici güç onun içerdiği mesajın sistemi bireysel ve toplumsal olarak yaşamakla sağlanacaktır. Kur’an toplumun hayatına şekil vermiyorsa teorik hâlde ve zihinsel planda bırakılmış demektir. Daha önce, hayatın ortaya çıkardığı problemlere hayatın içinde yaşanarak getirilmiş Kur’an kökenli içtihadi çözümler bile eskiyebilirken, yaşanma uygulama imkânı bulmayan ilkeler üzerinden konulacak teorik anlama faaliyeti ne kadar verimli olur? Kur’an’dan pratik çözümler çıkaramıyorsanız onu gereği gibi anladığınızı söylemeniz zordur. İman İslam’a, davranışlara, hayat tarzına dönüştürülmedikçe Kur’an’ın hakkı verilmiş olmaz. Kur’an’ı ellerinden düşürmeseler de yaşayışlarında etkisi görülmeyenler, onun ne dediğini anlasa da ne demek istediğini anlamamış demektir.
“Elif Lâm Râ. Bunlar kitabın, apaçık olan Kur’an’ın ayetleridir.” (Hicr, 15/1; Yusuf, 12/1.) gibi ayetleri okuyan bir kimse için yukarıda Kur’an’ın anlaşılmasına dair söylenenlerin hepsi dayanağını kaybetmiş olmaz mı? Böyle bir soru ilk bakışta haklı gibi görülebilir. Ancak belirtelim ki bu ayetlerdeki “apaçık” kelimesi Kur’an’ın bütünü ve her yönü ile her kesimden insanın kolaylıkla anlayacağı, arka planını kavrayabileceği türden bir metin değildir. Bu bir Kur’an’ı veya mealini okuyan hemen herkesin fark edebileceği bir durumdur. Nitekim Kur’an bir yandan “apaçık” “beyan edilmiş” olduğunu söylerken, bir yandan da “muhkem” ve “müteşabih” ayetlerden söz ediyor. Her şey bir yana, sürelerin başındaki ne anlama geldiklerini net olarak bilemediğimiz harfler (huruf-i mukatta’a) var.
Öte yandan eğer Kur’an apaçıksa, Hz. Peygamber’i onu açıklama (tebyin) görevi neyi ifade ediyor? Bu soruların cevabı, “apaçık” ifadesi ile mutlak değil, kayıtlı, şartlara bağlı bir anlam kastedildiğinde yatmaktadır. Buna göre Kur’an’ın apaçık oluşu, Allah’tan nasıl gelmişse, hiçbir harfi dahi gizlenmeden tebliğ edilmiş olması; ön yargılardan uzak, normal işleyen bir aklın onun Allah kelamı olduğunu kolayca anlayabileceği, bunun için ince araştırmalara, delillere ihtiyaç olmadığı anlamına gelir. Bu bağlamda söz konusu “apaçık” ifadesi Tevrat ve İncilin gizlenen bazı hakikatlerin ortaya çıkarmasına da atıfta bulunan bir ifadedir. “Ey kitap ehli! Kitaptan gizlemiş olduğunuz şeylerin çoğunu açıklayan, çoğundan da vazgeçen peygamberimiz size geldi. Ayrıca size, Allah’tan bir nur ve apaçık bir kitap da gelmiştir.” (Maide, 5/15.) ayetinde buna işaret vardır.
Müşrikler Kur’an’a inanmayıp ondan yüz çevirdikleri için Hz. Peygamber, “Ey Rabbim! Kavmim şu Kur’an’ı terkedilmiş bir şey hâline getirdi.” (Furkan, 25/30.) şikâyetinde bulunmuştu. Kur’an’a inanan ama inandığı kitaba yabancı bir hayat ve dünya görüşüne sahip olanlar için aynı şikâyet daha haklı gerekçelerle geçerli olacaktır. Celaleddin-i Rumi “Canım bedenimde oldukça Kur’an’ın kölesiyim.” (Rubailer, 1331) ile şu mesajı veriyor bize: Köle Efendisinin emirlerini nasıl harfiyen yerine getirmek durumunda ve bu zorunluluğunun bilincinde ise Müslümanlar Kur’an’ın emirlerine uyma, ondan uzaklaşmama konusunda aynı bilinç ve kararlığa sahip olmalıdır. Mushafı elde tutarken Kur’an’dan uzaklaşmak… İşte gerçek yıkım budur. Dört dönem İngiltere Başbakanlığı yapmış Lord Gladstone (öl. 1898) eline aldığı Kur’an’ı göstererek “Şu kitabı Müslümanların elinden almadıkça onları alt edemeyiz” sözü her iki yönü ile uygulamaya konuldu. Fiziki ciheti zaman süreci halletti. Zihinsel süreçte problemimiz bütün ciddiyeti ile devam ediyor.
Kur’an icraatçı bir kitaptır, faaliyet ve atılım ister. Bunun için inananlarına anlaşılması yolunca zihin faaliyeti çağrısında bulunur. Hâl böyle iken, elinde Kur’an olduğu hâlde asırlardır yerinde sayan, ileri doğru hamlelerini uzun zamandır yitirmiş, hatta hamle ruhunun anlamsızlaştığı bir dünya görüşü Kur’an ehli olmayı hak etmez.
Kur’an’ın hidayet kitabı oluşu (İsra, 17/9.) onun bu özelliğini kavranmadan etkin hâle gelemez. Müslüman düşünün ki iman ettiği kitabı bir kere okumamış, onu eline almamış, içeriğine bir hayat kadar uzak bir tutum içinde. Kur’an böyle birine yol gösterici olamaz. Kur’an’ın hidayet kitabı oluşu, hidayete ermeye teşne insanlar üzerinden kendini gösterebilir. Müminlerin dili üzerinden yansıtılan “Bizi doğru yola ilet.” (Fatiha, 1/6.) ayeti lafız kurgusu ve içeriği ile hakikati bulma azim ve kararına sahip bireylerden oluşan bir topluma işaret eder. Kur’an’ın hayata yön verme hedefi böyle aktif bir ruhun şekillenmesi ile mümkün olur. “Kim Kur’an’ın hidayet çağrısına uyarsa bunu kendisi için yapmış olur” (İsra, 17/15.) bunu söylüyor. Gerçekte Kur’an’ı savunmanın en güzel yolu da budur. Bunu yapmadan sadece onun maddi varlığına ve içeriğine yöneltilecek karşı duruşlara reddiyeler hazırlamak Kur’an’ı savunmak değil, onu sahiplenme konusunda yaşadığımız aczin verdiği ezikliği savma çabasının ifadesi olacaktır.
Kur’an’ı anlama çabaları sadedinde, Kur’an’ın sabitelerinin değişmez hüküm ve ilkelerinin de yorum ve değerlendirme ve değişime açık olduğu yönündeki bakış açısını ifade eden tarihselci görüşe de değinmek uygun olacaktır. Karşı konulamaz bir hızla akıp giden hayatın gelişmeleri karşısında Müslümanların yaşamakta olduğu ağır uyumsuzlukların ortaya çıkardığı sarsıntının eseri gibi duruyor bu hareket. Gerçekte yapılan şey bilinçaltında ki “Ben yapmadım, o yaptı” refleksi ile yaşanan sarsıntıyı Kur’an’a mal etme çabasıdır. Bu da hayatı değiştirmek, ona ilahi bir renk vermek için gelen Kur’an’ı değiştirme girişimi ile eş değer bir anlam taşıyor. Kur’an’ı ihtimali olmayan anlamlara hamletmek diye ifade edebileceğimiz “batıl te’vil” açmazına girmekle temelde birleşiyor. Mevlana’nın bu tür yanlışa düşenlere yaptığı uyarıya kulak verelim: “Sen el değmemiş sözü (Kur’an’ı keyfine göre) tevil etmişsin; Sen Kur’an’ı değil, kendini tevil et.” (Mesnevi, 1, 251.)
Kur’an’ın iman hakikatlerini anlama çabası sadedinde tedavülde bulunan Risale-i nurlar için yazıldığı dönemin olağanüstü şart-larında önemli bir boşluk doldurduğu söylenebilir. Risalelerin başlangıçta ortaya koyduğu bu çizginin günümüzde de devamlılığını sağlama çabaları sürdürülmektedir. Yazıldıkları dönem için bile bazı noktalarda seçici davranmayı gerektiren risalelerin sosyal medyada da yer aldığı gibi “semavi kitap” diye nitelemesi ile onlara beşer üstü bir statü yakıştırılmış oldu. İçinde bulunulan şartlar gereği olarak toplumun imanına sahip çıkma gayretini kendi kabiliyeti çerçevesinde ortaya koyan takdire şayan bir azim ve gayret örneğinden söz ediyoruz. Ama bu durum, resailin -temel amacı uyarınca- iman hakikatleri odaklı, bireyin kalbine ve ahlakına yönelik bir bakış açısına sahip olduğu, dinin toplumsal ve cevval tarafını başka çalışmalara bırakmış olduğu gerçeğini değiştirmez. Hâl böyle iken, eserlerin telif edildiği dönemin baskıcı ve dikteci şartları artık ortadan kalkmış olmasına rağmen, önceki dönemlerin kaç-göç ortamı içinde risale okuma gayretlerinin ortaya çıkardığı aşırı sahiplenme psikolojisi ne yazık ki sürdürülmektedir, bu da risaleleri “dokunulmaz” kılmaya yetmektedir.
Mehmet Akif merhumun tespiti ile Kur’an’ı bir ölüler kitabına, ya da fal bakma aracına indirgeme suçunun ağırlığı altında ezilirken bunu daha da ileri götürerek mezarlıkta okumayı “abi”lerin mezarına “risale” okumaya indirgedik. Üstelik mezarda Kur’an okuma uygulamasını hatırlatacak şekilde, metin üzerinden ya da ezber yöntemi ile. Metinleri ezberden okuma işinin eğitim çağındaki çocuklara yaptırılması da dikkate değerdir.
Kur’an bir hayat projesi sunuyor bize ve haydi uygulayın diyor. Bu görevin neresinde bulunuyoruz?