Makale

Prof. Dr. Sadettin ÖKTEN: “Bizim kadim medeniyetimizin temelinde bir kitap ve bir insan var: Kitap Kur’an, insan da peygamber.”

SÖYLEŞİ

Ali AYGÜN

Prof. Dr. Sadettin ÖKTEN: “Bizim kadim medeniyetimizin temelinde bir kitap ve bir insan var: Kitap Kur’an, insan da peygamber.”

Sayın Hocam, dergimizin bu sayısında gündemimiz “Cami ve Kitap”. Eskilerin kitapla kurduğu bağı gösteren mühim platformlar hiç şüphesiz camilerdir. Camiler, medrese eğitiminin bir parçası olmaları hasebiyle takrir olunan ve kitapları ihtiva eden kütüphaneleriyle dikkati çeker. Cami kitap, kütüphane ilişkisi üzerine neler söylersiniz?
Şu anda biz kütüphane deyince cami aklımıza gelmiyor. Kitap ve cami ilişkisi de aklımıza gelmiyor. Şu anda biz kütüphane deyince tamamen seküler bir kurum anlıyoruz. Ve o kurumda birçok kitap var. Birçok elektronik cihaz da var. İnsanlar gidiyorlar, ders çalışıyorlar, araştırma yapıyorlar vs. ama biz kütüphane dediğimiz zaman bunu anlıyoruz ama benim çocukluğuma dönersem aşağı yukarı altmış yıl önceye dönersem mesela şöyle sözler geçerli: Ayasofya hafız-ı kütübü, Beyazıt hafız-ı kütübü, Süleymaniye hafız-ı kütübü. Bu, camilerin daha eski yıllarda birer külliye olduğunu biliyoruz. Yani bugün cami dediğimizde esasında külliye kimliğinden arındırılmış, çok, tek, yalnız kalmış bir olgu. Hayatımızın dışında zaten cami, sadece namaz kılınan yer olarak algılanıyor. Ama Osmanlı medeni diyorum, bunun özgün olduğu zamanlarda hayatımızda külliye var. İsminden de anlaşılacağı üzere bütün bir hayatı kapsayan, bütün fonksiyonları ihtiva eden bir yapılanma. Cami onun içerisinde reis pozisyonunda. Dolayısıyla kütüphane de medrese de o külliyenin içinde bir bütün. Yani bir medeniyet tasavvuru var, o tasavvurun hayata yansıyan fiziksel bir yapılanması var. Buna külliye diyoruz: Camisi, kütüphanesi, medresesi ile bir üçlü. Dünyaya ait hayatı düzenliyor. Öteye ait simgeler, türbeler var ve diğer hizmet yapıları var: darüşşifa, menzilhane vs. Dolayısıyla bugün hayatımızda cami deyince kitap ve kütüphane, kitap kütüphane deyince cami aklımıza gelmiyor. Çünkü parçalanmış bir medeniyet tasavvurunu yaşamaktayız. Bu, seküler bir medeniyet tasavvuru. Kiliseden arındırılmış, rasyonel Batı düşüncesinin ürettiği bir medeniyet tasavvuru. Kütüphane özgür bir yer, özerk bir yer. Kitaplar var içerisinde. Bu kitapların bir kısmı belki teolojik olabilir, ama o bir alt öge olarak duruyor. Bunun aynısı şu anda bize de yansımış durumda.
Sezai Karakoç “Hızır’la Kırk Saat”te: “Kâğıt endüstrisinde/ Müthiş bir gerileyiş tekniği/ Papirüs/ Mermer/ Tuğla/ Ceylan derisi/ İpek/ Kumaş/ Odun/ Saman/ Kepek” dizeleriyle insanlığın medeniyetini artırdıkça kâğıtla ilişki kurma biçiminin değiştiğini ironik bir dille anlatır. Artık okullarımızda kitabın yerini tablet bilgisayarlar aldığına göre çağın insanı için etrafında bir medeniyet teşekkül etmiş kâğıt ne ifade eder?
Kâğıt, kullanım metaı hâline geldi. Kullan at. Bunun en tipik örneğini kâğıt mendilde, kâğıt havluda görüyoruz. Kâğıt, kullan at oldu. Kâğıt, benim çocukluğumda aşağı yukarı kutsal addediliyordu. Kesinlikle ziyan edilmezdi. Niye böyle? diye sorduğumda, üzerine yazı yazılır derlerdi. Onların yazıdan kastı da kutsal bir öğüttü: ya bir ayet ya bir hadisti veya onların açıklamasıydı veya bir sözdü mesela lafza-i celal gibi, kelam-ı kibar gibi. Hikemi bir sözdü. O medeniyet tasavvurunda malayani yoktu. Bu kelimeyi bile bugün insanlar söyleyemiyorlar. Boş lakırdı, safsata söz konusu değildi. Anneme sorardım, niye anne böyle? Derdi ki: “Oğlum nefes sayılı.” Tabii çocukken insan nefesinin sayılı olduğunu anlamıyor. Ama eş dost, büyükler dünyadan gidince hakikaten nefes sayılı. Bu sayılı nefesi boş sözlerle tüketmemek lazım.
Kâğıt bir meta hâline geldi çünkü hikmet artık kayboldu. İlim, kayboldu. Şimdi bilim var ve havaiyat var, o da tüketim metaı, kâğıt da bir tüketim metaı hâline geldi. Nereye, ne yazacaksınız?
İnsan hayatında kitap önemlidir. Ama Müslüman için kitap aynı zamanda iman konusudur. Onun için kitap denince akla öncelikle Allah’ın kitabı Kur’an gelir. Diğer kitaplar bu ana kitabın rehberliğinde okunur ve değerlendirilir. Ancak bunu gerçekleştirmede günümüz Müslümanı oldukça zorlanmaktadır. Sezai Karakoç: “Her evde kutsal kitaplar asılıydı / Okuyan kimseyi göremedim / Okusa da anlayanı görmedim” dizeleriyle âdeta çağın Müslümanlarını eleştirmektedir. Bununla ilgili neler söylersiniz?
Akif de söylemiş bunu. Bir medeniyet krizi yaşıyoruz. Bizim kadim medeniyetimizin temelinde bir kitap ve bir insan var. Kitap Kur’an, insan da peygamber. Bu iki ögeyle bizim medeniyetimiz kuruluyor. Bu medeniyet kriziyle beraber bu iki öge fiilen hayatımızdan geri plana çekiliyor. Yok olmuyor, ama geri plana çekiliyor. Dolayısıyla o eski izler kalıyor, ama o izler hayatımıza şu anda hâkim değil. Hele bir elli sene evvel hiç hâkim değildi. Şimdi yavaş yavaş tekrar o izlere doğru bir dönüş başladı. Ve o izleri acaba bulup onları bugüne getirip bugün onların rehberliğinde yaşayabilir miyiz diye bir deneyim, gayret içerisindeyiz bugün. Kitap da böyle bir şey. Şu anda kitap deyince aklımıza kesinlikle Kur’an gelmez, her şey gelir. Kitap deyince eski insanlar bir kutsiyet atfederlerdi çünkü muhtevası öyleydi. Bugün kitap deyince işte bunlar da kitap yani, şu görmüş olduklarınız. Bunlar biraz farklı, o tarafa doğru çekiyor insanları sanki. Yani bak böyle bir şey de varmış diyor, tabii esasında bunu ben kendime söylüyorum. Anladığım kadarıyla olay böyle. O eski izler çok kolay silinmez. Onlar durur bir yerde. Aynı Batı dünyasında o ortaçağın, o mümin Hristiyan dönemin izlerinin durduğu gibi. Ama onlar belli zamanlarda hatırlanır sonra rafa kaldırılır. Çok büyük bir mana ifade etmez. O rafta durur onlar, gerekli olduğu zaman alır kullanılır. Böyle bir çağı yaşıyoruz. Ama şu anda Türkiye’mizde, çok şükür, kendi değerlerine doğru, kitabına ve peygamberine doğru bir yöneliş, bir arayış başladı. İnşallah müspet sonuçlanırsa yeni bir medeniyet hamlesi, yeni bir canlanma göreceğiz. Tabii kitap ve insan, onu birbirinden hiç ayırmıyorum ben. Bir kitap ve bir insan, bu çok önemli. Bu ikisinin birlikteliğinden yeni bir medeniyet yorumu yeniden çıkacak. Bir iz düşüm çıkacak yeniden.
Cemil Meriç: “Her kitap tılsımlı bir saray. Her kitapta kendimizi okuruz. Kitaplar, metruk kervansaraylar gibi boş. Onları dolduran senin kafan, senin gönlün.” diyerek kitaba okuyucuyu da katıyor. Bu bağlamda okuma kültürüyle ilgili neler söylemek istersiniz?
Ben çok kitap okumadım. Türkiye’deki insanlara göre çok kitap okudum da çok kitap okumadım. Benim tercihim şudur, bundan çok da memnun oldum. Belli temel kitapları hayatımın farklı dönemlerinde tekrar tekrar okudum. Bu şuna benziyor: Bir mimari eser, belirli bir zaman diliminde ona bakarsanız içinde bulunduğunuz ruh haline göre o size bir şey söyler ve yorulur bırakırsınız teması. İnsanlarla olan ilişki de böyledir. Belirli bir zaman diliminde iki kişinin ilişkisi içinde bulundukları ruh haline göre şekillenir. O zaman geçer, insan için belki üç beş gün, bir ay; mimari eser için belki üç beş sene, kitap için de böyle. Tekrar bir araya geldiğinizde bu defa kitap size başka bir şey söyler. Ve giderek o söylediği şeyleri hatırlarsınız. O kitap size göre bir külliyat oluşturur. Kendisi bir ciltse sizdeki güve birkaç ciltlik bir öz oluşturur. Her kitapta bu olmuyor. Her yazarda bu olmuyor. Çünkü niye sadece düz bir olayı anlatıyor, arka planı yok. Ondan. İnsan için de böyle. Bazı insan basmakalıptır, ama bazı insanın hayatının farklı dönemlerinde dostluk, ilişki kurduğunuz zaman ondan size yansıyanlar çok farklıdır. Kitap için de böyle. Benim insanlara, özellikle gençlere, hatta yaşlılara önerim: bazı mühim, temel kitapları hayatın farklı safhalarında tekrar tekrar okumaları ve bir de farklı insanlara okutup onlardan geri dönüşüm almaları. Böylece o kitabı yazanın ruh ve zihin dünyası size aktarılmış oluyor çünkü ciddi kitaplarda ya düşünsel ya duygusal bir tecelli ve ilham vardır. O ilhamdan nasipdar olursunuz. Mesela benim bu son zamanlarda yaptığım bir şey. Yunus divanından iki şiir seçiyoruz. O şiirin çağrışımlarını kaydediyoruz bir özel radyoda. Belki on sene önce aynı şiirleri okusaydım o çağrışımlar bir şey söylemeyecekti bana ama şimdi söylüyor. Bir on sene sonra yaşarsam belki başka bir şey söyleyecek. Onun için Cemil Meriç üstat fevkalade çok doğru söylemiş. O kitapta yazılıyor, net, sabit hale geliyor. Ama onun sizin ruhunuzdaki çağrışımları her an değişebiliyor. Okumak böyle bir şey bana göre.
Başucu kitaplarınız var mıdır?
Önemsediğim kitaplar var ama başucu kitabım yok. Benim başucu insanlarım oldu. Belki hayatımın son yirmi senesinde her an hatırladığım ve her an kendisinden bir anekdot naklettiğim, gönlümün hafif titrediği bazen gözümün yaşardığı başucu insanlarım var.
Rasim Özdenören:”Bol bol okuyun, okumayı terk etmeyin. Derdi olan insan okur, derdi olmayan da okuyarak dert sahibi olur. Aslolan bir derdimizin olmasıdır.” diyor. Sizce niçin okumalıyız?
Mutlaka okumalı ve seçerek okumak zorundayız. Çünkü o kitabın muhtevası hem düşünsel hem de duygusal bir mesaj taşıyor. Belki o kitabı okuduktan sonra onun üzerine kuracağım bir başka yapı bana başka imkânlar temaslar sağlayacak. Böylece ortaya bir evrilme çıkacak. Benim bol bol okumaktan anladığım, seçerek, ama aynı seçilmiş kitabı hayatın farklı safhalarında okumak. Bir de güvendiğim eş dosttan kitap tavsiyesi almak. Şunu okudun mu, bak şu da var. Güvendiğim insanlara bana tavsiye edin diyorum.
Gençlere ne tür okumalar tavsiye edersiniz?
Biz şiirin çocuklarıyız. Divan şiirinden zevk almayı öğrenin. Fuzuli’den ve Şeyh Galip’ten zevk almayı öğrenin. Çıta çok yüksek azizim. Bugün biz tekrar yeni bir dirilişe geçiyorsak medeniyet nokta-i nazarından, o çıtanın üzerine çıkmak zorundayız, en azından o çıtaya yaklaşmak zorundayız ve o çıtayı bugünkü dille söylemek zorundayız. Çıta çok yüksek. Çok samimiyim. Biraz Yahya Kemal hissetmiş ve şiirini yazmış. Ama aşmamış, aşamamış, aşması mümkün değil. Dil çok önemli. Yeni bir medeniyet hamlesi yapacaksak bizim ciddi bir dile ihtiyacımız var. Bugünkü Türkçeyle olmaz. Öyle özgeçiyle, özveriyle olmaz bu iş. Feragat, fedakârlık başka bir şey. Özgeci, özveri ile olmaz.
Medeniyetimizde camiler, bir ibadet mahalli olmanın yanı sıra, bilgi ve hikmet merkezi de olmuştur. Hz. Peygamber’den (s.a.s.) alınan ilhamla sonraki dönemlerde camiler, âdeta bir kültür-sanat düşünce okuluna dönüşmüştür. Bugün camiler; hayatın, tarihin kalbi olma işlevini yerine getirebiliyor mu, bugünün dünyasını şekillendirebilecek bir kültür ve medeniyet tasavvurunu inşa edebilir mi?
Hayır, şu anda edemez. Şu anda bizim realitemiz alışveriş merkezleri. Bu anda Türkiye’deki insanların bütün fonksiyonlarının geçtiği yer, ister idrak etsin ister etmesin AVM’dir. Şimdi oraya birer mescit de koymuşlar. Bu iş bitti. İslamiyet’i bir Katolik gibi bir noktaya indirgesek çok rahat edeceğiz. İşte bayramlarda, ramazanlarda İslamiyet var, onun dışında çok problem yok. Seküler hayatı yaşar, Katolik böyledir. Din bana uyar, lazımdır. Bu da olmadı. Ama gelirken şurada Batışehir diye bir yer var. Onun da arkasına bir cami yapmışlar. Bir camiye baktım, bir Batışehir’e baktım, ya camiyi kaldıracağız ya Batışehir’i kaldıracağız. Nispet bozuk. O Batışehir’e camiyi koyamazsın, o kadar büyük cami yapsan olmaz. Peki, ne olur? Onu ben bilmiyorum. Ama ben şunu görüyorum: Türkiye’deki toplumsal yapı kendini bulma süreci içerisinde, oraya doğru gidiyor. Giderken yolunda çok engel var. Ama giderek kendini netleştiriyor. Son bir cümle söyleyeyim. Bu 15 Temmuz kalkışmasında toplum toplandı, toplumsal mutabakat dediler, öyle ya da böyle, eyvallah diyelim. Slogan neydi? Ya Allah Bismillah, Allahü ekber! Var mıydı başka slogan? Herkes bunu söyledi. Bitti. Kodlar, arkada kodlar duruyor. O kodları hatırlıyor. Belki o kodlara göre yaşamıyor, ama niye çünkü o kodlar güvenilir kodlar.
Son olarak dergimiz vasıtasıyla okuyucularımıza iletmek istediğiniz bir mesajınız var mı?
Muhabbet, muhabbet, muhabbet… Merak etsinler, ama merakı tecessüs mertebesine indirgemesinler. İlmin ve hikmetin talibi olsunlar.

Prof. Dr. Sadettin ÖKTEN

Sadettin Ökten, 1 Eylül 1942’de Beyazıt’ta dünyaya gelmiştir. 1949 senesinde Koska’daki Koca Ragıp Paşa İlkokulu’na okumayı bildiği için ikinci sınıftan başlayan Ökten’in ikinci okulu ise, başlangıçta Arapça, daha sonrasında Kabataş, Darüşşafaka ve Vefa Liselerinin unutulmaz edebiyat hocası ve İmam Hatip okullarının kurucusu Mahmud Celaleddin Ökten’in yani babasının dost sohbetleridir. 1953 senesinde Vefa Lisesi’ne kaydolan Ökten, lise tahsilini tamamladıktan sonra İstanbul Teknik Üniversitesi’ni kazanır. Yüksek inşaat mühendisi olmasına rağmen şehir ve medeniyet, özellikle de İslâm medeniyeti konularındaki entelektüel birikimiyle tanınan Prof. Dr. Sadettin Ökten Mimar Sinan Üniversitesi Emekli Öğretim Üyesidir.