Makale

Söz ve öz bütünlüğü

Söz ve öz bütünlüğü

Prof. Dr. M. Şevki Aydın
Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı
msaydin@diyanet.gov.tr


Anlam arayışı geliştikçe insan varlık gerçeğini daha sağlıklı biçimde anlamlandırma imkânına kavuşur. Varlık dünyasını bütün olarak anlamlandırdığı takdirde kendi varlığını da doğru anlamlandırabilir. Böyle bir anlamlandırma, varlık gerçeğinin bütünlüğü içinde kendi konumunun ve bütünlüğünün bilincine varmasının yolunu açar. Bu bütünlüğün farkına varma, insanın anlam arayışının yöneldiği hedeftir.

Bu farkındalık/anlamlandırma, insanı rahatlatır/mutmain kılar. Çünkü insan yaratılıştan bu bütünlüğü aramaya eğilimlidir. İnsan, varlık bütünü içinde kendi konumunu tanıdığı, bütün varlıklarla ve tabii ki öncelikle de onların Yaratıcısı’yla ilişkilerinin mahiyetini doğru anladığı oranda tutum ve davranışlarını onlarla barışık olacak şekilde belirleyebilir. Böyle bir ilişki içinde olma, onu huzura kavuşturur. Eğer bir insan, büyük resmin bir parçası olarak kendini göremiyorsa o zaman bütünden kopar, işte o takdirde insan, o bütüne yabancılaşır ve bunun uzantısı olarak da kendine yabancılaşır. Bu yabancılaşma/bütünlük bilincinden yoksunluk, insanın yanlışlar yapmasına yol açar, onu ıstıraba sokar.

Allah’ı bu bütünlük içinde tanıyabilen insan kendi hayatıyla O’nu bütünleştirir. Bütün varlıklar, olup bitenler ve bizzat kendi tutum ve davranışlarıyla Allah arasında bir bağ kurar. Dolayısıyla, Allah’la her an sıkı bir irtibat içinde, O’nunla âdeta birlikte olma imkânına kavuşur. Böylece, hayatını muhsince yaşar hâle gelir.

Bu varoluşsal bütünlüğü kavrayıp anlamlandıran birey, bütün varlıklarla ilişkilerini düzenlerken iyi/doğru/güzel olanları tercih etmeye çalışır. Bu tercihleri, ister istemez birtakım ilkelere göre yapmaktadır. İşte varlığı anlamlandırma sayesinde sahip olduğu bu ilkelere değer diyoruz. (Bk. Aydın, Ağustos-2010) İnsan, benimsediği değerlere dayanarak davranışlarını ortaya koyar. Onun yapıp etmeleriyle değerler arasında sıkı bağlantı vardır; değerler onun tutum ve davranışlarını yönetirler.

Değerlerini oluşturan kişi, değerler bütünü içinde gerçekleştirdiği tutarlılığı genel varlık bütünü içinde olduğu gibi, kendi varlık bütünlüğü içinde de oluşturmak ister. Bu bütünlük içinde çelişkilere yer veremez. O, daima bütünlüğü, dengeyi arar ve bu denge halini bozacak çelişkilerden, uyumsuzluklardan, tutarsızlıklardan son derece rahatsız olur, onlara tahammül edemez. Hasbelkader bir çelişki oluşuverse, onu gidermeden rahat edemez. Artık o insanın iç dünyasında kalp-gönül, bilinç-duygu uzlaşması kolaylıkla sağlanır. Çünkü bunların hepsine, aynı ruh hakimdir.

Böylece insanın hayatını, benimsediği/inandığı değerler yönlendirir. Kendini hayatın akışına kapılmaktan kurtaran bu insan, hayatının her anını inandığı değerler doğrultusunda sürdürmeye gayret eder. Hâliyle, bilinçte meydana gelen değişimler, insanoğlunun hayatında meydana gelen diğer tüm değişimlerin anası olmaktadır. Dolayısıyla insanın dış dünyası, iç dünyasının ete ve kemiğe bürünüp somutlaşmasından ibarettir. İç tutarlılık dış tutarlılığı; içteki çelişkiler ise dışta çelişkileri doğurur. Sözü, özünü yansıtır. Sözleriyle, bütün yapıp ettikleri arasında tam bir bütünlük ve tutarlılık görülür. Bu insan ne iş yaparsa yapsın ve dünyanın neresinde bulunursa bulunsun, dış dünyasını iç dünyası belirler. Yaşama tarzı, düşünme tarzına/kanaatlerine bir ayna olur. İnsanın iç dünyası ne kadar güzelleşirse, dış dünyası da o kadar güzelleşir. Dış, için tezahürüdür.

Bütün bunlar şu gerçekliği dile getirmektedir: İnsanın kalp ve kafa dünyasıyla, tutum ve davranışları arasında kaçınılmaz bir bağ vardır. İnsanın tutum ve davranışları, durup dururken, kendiliğinden meydana gelmiyor. Bireyde meydana gelen davranış değişikliği onun iç dünyasındaki iş ve işlem süreçleriyle doğrudan bağlantılıdır. O, idrak dünyasının/beyninin verdiği komutlara göre tutum ve davranışlarını belirlemektedir. Değerlerini geliştirmiş birey, bu değerler doğrultusunda tutarlı bir duruş sergilerken, bundan yoksun kalıp dürtülerinin ve çevrenin güdümünde olan kişiler de bunların yönlendirmesine göre savrulmaktadır.

Onun için samimiyetle benimsenen bir değerler sisteminin, insanın dünyasında büyük ve köklü değişiklikler meydana getirmesi gayet tabiidir. Hele bir de bu değerler sistemi, İslam’ın tevhit inancına dayanıyor, ondan besleniyorsa onun, insanın iç dünyasına, dış dünyasına, her şey ve herkesle ilişkilerine yansıması ve bütün bu alanlarda tutarlı bir bütünlük/vahdet oluşturması doğal bir sonuç olacaktır.

Sahip olduğu iddia edilen değerler insanın yapıp etmelerini yönlendirmediğinde anlamsızlaşır. Eğer bir insan benimsediğini iddia ettiği değerler doğrultusunda eylemde bulunmaya gönüllü değilse, bu değerler onun yaşam tarzını, düşünüş ve duyuşlarını etkilemiyorsa bu değerler hoş, fakat boş sözlerden ibaret kalır. Bu durumda, o insanın söz konusu değerlere sahip olduğu iddiası tartışılır. Gerçekte onun değerleri olduğundan söz edilemez; sadece ezberlediği sözleri, bazı sebeplerle tekrarladığı söylenebilir.

Bugün tüm İslam dünyasında Müslümanların genelde böyle bir tutarlılık sorunu olduğu açıkça görülmektedir. İslam’ın öngördüğü güzellikleri temsil edememe, onlara ayna olamama gibi bir temel yetersizlik, bugünün Müslümanlarının sorunudur. (Bk. Aydın, Diyanet Aylık Dergi Ağustos 2009) Sayın Cüceloğlu’nun bir makalesinde (29.08.2010) bu konudaki durumumuzu dile getiren ilginç bir değerlendirme yapılmaktadır. Amerika’dan gelen bir misafirine verdiği su boğazına kaçıp öksürünce, “helal” diyor. Ne anlama geliyor, diye yüzüne bakınca. Anlatmaya başlıyor. Bunda da oldukça zorlanıyor ve “helal” kavramını daha iyi anlatabilmek için “haram” kavramını anlatmaya çalışıyor: “Suyu ben verdim; verdiğim suyu helal ediyorum, bu sana haram değil, sana bir kötülük olmasın, suyumu helal ediyorum.” Sonra bir örnek olay anlatıyor:

Tanıdığı genç kız evlenmeden önce mobilyacıları geziyor ve beğendiği koltuk takımını almak isteyince, satan kişi belirli bir fiyattan aşağı inmiyor. Bu takımı çok beğendiğini belli ettiği için satıcının fiyatı yükselttiğini düşünen bu kız, “Peki, alıyorum, ama hakkımı sana helal etmiyorum” diyor. Adam soğukkanlılıkla, “Hanım kızım, o zaman bu koltuk satılık değil, sana satmıyorum” dedikten sonra, kızın alma ısrarına rağmen, sırtını dönüp o yokmuş gibi davranıyor. Daha sonraki gün kızcağız, yanına bir de tanıdığı müftüyü alan babasıyla birlikte mobilyacıya gidiyor. Neticede genç kız babasının ve müftünün şahitliğinde, “verdiği parayı canı gönülden helal ettiğini,” ifade ederek istediği mobilyayı satın alabiliyor.

Amerikalı misafirin, benim su içmemle bunun ne alakası var, gibisinden baktığını görünce, “Suyu sana helal ediyorum, için rahat olsun.” diyor. “Helal etmesen ne olur, diye soran misafire, “Kul hakkıyla karşıma gelmeyin” anlayışından söz ediyor. Dikkatle dinleyen misafir soruyor: “Bu dediğin bir değer olarak yaşıyor mu, yoksa bir slogan gibi konuşulan alışkanlık hâline gelmiş bir söz mü?” “Ne fark eder?” sorusunu ise şöyle cevaplıyor: “Gerçekten bir değer olarak yaşıyorsa sizin ülkenizde rüşvet ve hak yeme olmaması gerekir, insanların birbirini kazıklamadığı bir toplum olmanız gerekir, diye düşünüyorum.” Cüceloğlu yazısına şöyle devam ediyor:

“Yüzüne baktım. Göz göze bakıştık. Yalan söyleyemedim. Biz dedim, yalan söyler, kazık atar ve hak yeriz. Ama dürüstlüğü dilimizden hiç düşürmeyiz. Güçsüzsen, arkan yoksa, sıradan bir vatandaşsan, bu ülkede hakkını araman çok zor, hakkını elde etmen daha da zor... Yüce Allah’ın “karşıma kul hakkıyla çıkmayın,” dediği bir dinimiz olduğu söylenir. Bunu rüşvet alanlar (da) söyler. Söylediğimiz yalana inanana enayi olarak bakarız ve onu kazıklamaya hak kazanırız. Ama senin içtiğin suyu helal etmeyi de ihmal etmeyiz.

Peki, neden böyle, diye sordu.
Çünkü biz inanırmış gibi konuşmaya önem veririz, ama konuştuğumuz gibi yaşamaya önem vermeyiz, dedim. “Mış Gibi Yaşamlar” adında bir kitabım olduğunu ve orada anlattığımı söyledim. Mış gibi tanımını anlamakta zorlandı, ama sonunda anladı.

Neden mış gibi, diye sordu. Güldüm, çok sorma, suyumu haram ederim, dedim.”

Bu tutum elbette ciddi bir sorun. Ancak neden böyle? Neden mış gibi yaşıyoruz? Bu hale gelmemizin kuşkusuz birçok nedeni bulunmaktadır. Ama bunların en önemli nedenlerinden biri, hiç kuşkusuz eğitim(sizliğ)imizdir. Aileden başlayıp okullarla ve sonrasında genel anlamda çevreyle devam eden eğitim anlayış ve uygulamalarımız, insanımızın anlam arayışını tetikleyip besleyecek yerde durduruyor. Onun eleştirel düşünme, sorgulama, ara(ştır)ma yeteneklerini dumura uğratıyor. Eğitimimiz (ve onun alt birimi olan din eğitimimiz), genelde bilgi kalıplarını ezberle(t)meyi marifet sayan ve istendiğinde bu bilgi kalıplarını kusmayı başarının biricik göstergesi kabul eden bir yaklaşıma sahip. Sonuçta, varlık dünyasını, kendi varoluşunu/hayatını anlamlandıramamış, değerlerini oluşturamamış; dolayısıyla kendini yönetemeyen, denetleyemeyen, dışa bağımlı kişiler yetişiyor. Bunların özü sözü bir, içiyle dışı, sözleriyle tutum ve davranışları birbiriyle tutarlı bireyler olmalarını beklemek nafile!

Din eğitiminde yeni bir paradigma ihtiyacımızın farkında olan Diyanet İşleri Başkanlığı, sözü edilen olumsuzlukların giderilmesine katkı sağlayacak ve diğer eğitim kurumlarımıza da örnek olacak yeni bir din eğitimi teori ve pratiğini gerçekleştirmeye çalışmaktadır.

Kaynaklar
Aydın, M. Şevki, “İslâm ve Müslüman”, Diyanet Aylık Dergi, Ağustos, 2009.
Aydın, M. Şevki, “Değerler ve Din Eğitimi”, Diyanet Aylık Dergi, Ağustos, 2010.
Cüceloğlu, Doğan, “Helal” Habertürk, 29.08.2010.