Makale

Osmanlının Toprağa Mührü: Türbeler-Mezarlıklar

Osmanlının Toprağa Mührü: Türbeler-Mezarlıklar

Lütfi Bergen

Müslümanlar Umumi Harp’ten mağlup çıktılar. Osmanlı yıkıldı. Necip Fazıl’ın “siyasal evi” (Osmanlı İstanbul’u) yıkılınca düştüğü kaldırımlar, Paris’in kaldırımlarıdır. Şair, orada kendi benliğini dünyadan söküp kazımaya çalışacaktır. Oysa Ziya Osman, “yıkılan evi” tevekkülle karşılamış, başını sokacak kadarına razı fakir insanın hayatına tercüme etmiştir. “Toprak” başlıklı şiirinde: Ne kadar istiyorum, akşamleyin, ezanda, / Eski bir evde olmak, orda Eyüp Sultan’da; / Bir yanda ölmüşlerim, bir yanda kalanlarım /…/ Toprakta yatan annem, eli dizimde karım” dizelerinde yaşam ile ölüm iç içe ve barışıktır. Bu durum Osmanlı şehir kültüründe mezarların ve kabirlerin semt içlerinde bulunması gerçeği ile de mutabıktır.
Abdülhak Şinasi Hisar, Z. O. Saba’nın görüşlerinin temelinde “medeniyet” fikri olduğunu teslim ediyor görünmektedir. “Bu çocukluk zamanlarımızın evleri, münferit ve yalnız kalan evler değildi. Yolları bahçeleri, mesireleri, mahalleleri vardı. Etraflarında bir cemiyet, bir medeniyet, bir mescit, bir mezarlık, bir sebil ve beyaz güvercinler vardı.” der.
Ziya Osman’da ev, içindeki ailesi, mahallesi ve mezarları, sebilleri, mesireleri ile bir bütün oluşturmaktadır. Ölmekle birlikte yaşayan bir hayat kurmuştur: “Ben artık korkmuyorum, her şeyde bir hikmet var / (…) / En güzel, en bahtiyar, en aydınlık, en temiz / Ümitler içindeyim, çok şükür öleceğiz.”
Peyami Safa da Fatih Harbiye romanında Neriman’a şöyle söyletir: “Allah aşkına bak! dedi, yol üstünde mezarlık olur mu? Koskoca cadde… Ortasında mezarlık… Mezarlar arasında yaşıyoruz.” Toprak ölülerimizi tuttuğu gibi dirimizin de tutunduğu bir zemin olur. “Bozuşma bir doğmaya ve doğma da bir bozuşmaya denklik oluşturur.” (Levinas: Ölüm ve Zaman)
Müslüman şehirlerini dünyanın kentlerinden ayıran en önemli husussiyetlerden biri iskân sahalarının mezarlarla birlikte imar edilmesidir. Bazı mezarlıklar evlerin arasında kalmıştır, bazı mezarlıklar ise içinde mahalleler barındırır.
Eski İstanbul mezarlıklarla çevrelenmiştir. Suriçi İstanbul’u Edirnekapı Mezarlığı’na değmekte iken Üsküdar ve Kadıköy, Karacaahmet’e sırtını dayamıştır. Fatih Ordu, “Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Romanlarında İstanbul’u Tamamlayan Bir Unsur Olarak Mezarlar ve Mezarlıklar” makalesinde “pozitif mekân”, “negatif mekân” ayrıştırması yapar. Negatif mekân kavramıyla şehirde çoğu zaman görmezden gelinen, oysa şehrin çok belirleyici mekânsal bir unsuru olan ‘boşluk’ları işaret eder. Evler bostanlara, bostanlar yangın yeri harabelerine, harabeler boş meydanlara, meydanlar mezarlıklara açılırken; bitti denilen yerden tekrar mahalleler ortaya çıkar ve şehir kendi içinde büyümeye devam eder.
Fatih Ordu’ya göre, “Mezarlıklar eski İstanbul’un hususi taraflarından biridir. Onların kaybolması İstanbul’un da kaybolması anlamına gelir.” Bir negatif mekân olarak mezarlıklar, evleri ve işyerini de tamamlayarak yaşanan kentin şehre dönüşmesinde etkili bir unsurdur.
Yahya Kemal bu gerçeği şu dizeleriyle aktarır:
Âhiret öyle yakın seyredilen manzarada O kadar komşu ki dünyaya duvar yok arada
Ahmet Hamdi Tanpınar da “Beş Şehir” kitabında, “İstanbul halkının beğendiği, benimsediği adama ölümünden sonra verebileceği tek rütbesi vardı: evliyalık” diyecektir. Tanpınar’a göre, “Halkın sevgisini kazanmış adam mübarek tanınır, ölünce veli olurdu. Onun içindir ki İstanbul evliya ile doludur. Bu cinsten köşelerde gülü, serviyi yahut çınarı yetiştiren tabiatın cömertliğinden başka hiçbir israf ve debdebeleri yoktur. Hemen her yerde, çoğu surların etrafında olmak üzere, fetih şehitlerinin mezarları vardır. Bunlar İstanbul’un tapu senetleridir.” diyecektir.
Tanpınar, aşağıya aldığım cümleleriyle şehir inşasının yol haritasını veriyor:
“İstanbul’da bizim hayatımız bu şehit türbelerinin etrafındaki hürmetle başladı. Bizans’ın asırlarca işlenmiş, bin türlü külfet, merasim ve adapla dolu, altına ve sırmaya gark olunmuş derin ilahili ruhaniliğini dedelerimiz bu şehit türbelerinin başında yaktıkları ilk mumla yendiler. Bu suretle semt semt halkça kutlu yerler ortaya çıktı. Sonra mimari geldi, bu kutluluğu küçük bir mescitle ve yeşil renkle giydirdi (...) Hülasa, kendi tecrübesini başkaları için faydalı bir şey yapan büyük adam veli olurdu (...) Zaten bu velilerin çoğu, hayatlarında ev, dergâh, bahçe olarak mezarlarını hazırlarlar. Yaşadıkları ve ibadet ettikleri yerler, onlar için koza gibidir. Oraların mezarlık hâline gelmesi daha sonra ruhaniyetlerinden feyz almak isteyenlerin de onlara komşu olmayı tercih etmelerindendir.” (Tanpınar, Beş Şehir, 1979: 48.)
Erol Güngör de, “Türbesi yatırı olmayan bir Müslüman kasabası mümkündür, ama böyle bir Türk kasabası düşünülemez.” demişti.
Ahmet Yesevi, 63 yaşına geldiğinde Hz. Rasulüllah Efendimiz (s.a.s.) o sene ahirete teşrif ettiklerinden, kendisine mahsus bir hücre yaptırdı. Merdiven ile inilen mezar misali o yerde talebeleriyle ilim tahsiline mezarda devam etti. Ahmet Yesevi’nin 125 yaşına kadar yaşıdığı rivayet edilir. Anadolu’ya gelen Horasan Erenleri’nin pirleri olan Ahmet Yesevi’den getirdikleri “dirim-ölüm” birlikteliği Müslüman Türklerin şehir felsefelerine yansımış vaziyette idi.
Osmanlı’daki mezarlıklar hakkında çalışan ender kişilerden biri de Süheyl Ünver’dir. Onun yazılarından derlenen İstanbul Risaleleri’nin 3. cildinde “İstanbul’da Sahabe Kabirleri” başlıklı bir makale vardır. Süheyl Ünver, İstanbul’un fethine katılan askerlerin makam, kabir, türbe ve mezarlarının hangi hassasiyetle ihya edildiğine değinmiştir.
Süheyl Ünver, “İstanbul’u fetheden kumandan ne güzel kumandandır! Onu fetheden askerler ne güzel askerlerdir!” hadisinde geçen “Ni’me’l-ceyş=mutlu asker”, “Ni’me’l-emir=mutlu emir” methine işaret etmektedir.
Ünver, “İstanbul muhasarasında şahsen ve ismen bulunanlar bu unvanla tevkir olunmuş ve öldüklerinde namlarına birer abide dikilmiştir. Türk milleti isimleri sonlarına bir de “Dede” lakabı ekleyerek onları evliya mertebesinde tutmuştur. (...) Bunların çoğu İstanbul’u her yüz senede bir tamamen yakan yangınlar yüzünden kaybolmuştur. (...) Bazılarını eski kayıtlardan bulabiliyoruz. Bunlar yalnız askerlerden ibaret değildir. İçlerinde zabitler, âlimler, şeyhler ve devlet adamları ve bizzat başlarında padişah olan Fatih de vardır. Çoğunun namlarına cami ve mescit gibi hayrat da yapılmıştır. Fakat bir kısmı kitabeli veya kitabesiz mezarlardır. (...) Bir kısmı tarihlere geçmiş amma yerlerini bilemiyoruz. (...) Bunlar hâlâ birçok köşe ve bucakların inanılır bir uğurudur.” (Süheyl Ünver, İstanbul Risaleleri, c. 3, s. 230.) diyerek mezarların önemini vurgular.
Süheyl Ünver, Yahya Kemal’e de atıf yapar. Ünver’in aktarımına göre, Yahya Kemal, halkın Yeniçeriliğin lağvedilmesinden sonra “Devletimiz ordusuz kaldı” diye halkın maneviyatının kırıldığını, mezaristanda Yeniçeri kavuklarına kadar büyük tahribat yapılmasına reaksiyon verdiğini bahis konusu etmektedir. Sultan Mahmud İstanbul’da sahabe namına yapılan “makam” türbeleri yeniden ihya ederek halkın kendisine karşı kırılan gönlünü tamire çalışmıştır.
Yahya Kemal’in adı geçmişken onun hakkında anlatılan bir anekdota yer vermek abes değildir:
Yahya Kemal’e Varşova büyükelçiliği görevinde iken Türkiye’nin nüfusunun kaç olduğunu sormuşlar. O da hiç düşünmeden: “Seksen milyon”, demiş. Bunun üzerine: “Beyefendi, bildiğimiz kadarıyla on beş milyon kadar imişsiniz” deyince, şair yine hiç düşünmeden şöyle demiş; “Ben ölülerimizi de saydım. Zira biz ölülerimizle beraber yaşarız.” cevabını vermiş.
Hüseyin Rahmi Gürpınar, Galata civarındaki mezarların kaldırılmasını şöyle tasvir eder:
“Yüksek, ihtiyar servilerin gölgeleri altında uyuyan koca kavuklu mezar taşları. İstanbul Türklüğünün bu tarihî şahitliğinden hiçbiri yerlerinde yoktu… Bütün bu ahiret evleri yeni asrın kazma kürekleriyle süpürülmüşlerdi. Kim bilir nereye? Lazım gelmez miydi ki hep bu kemikler diğer bir mahalle nakledilerek gömülsün ve üzerlerine bir işaret dikilsin… (…) Mezarlığın dümdüz edilmiş zemini üzerinde şimdi ‘bar’lar kuruluyor.”
Modern zamanlarla birlikte “ölülerimizle birlikte yaşama” imtiyazımızı kaybettik. Ölülerimize ait makam-türbe-mezarlar ile toprağı da İslam’a hasretmiş olmakta, toprağı “darü’l-İslam” kılmış olmaktaydık. Şimdilerde gözden ırak olan “mezar tarlaları” ile ölüm hayattan sürüldü. Ailenin fertleriyle ilişkisi, toprağın kendisinden oluştuğu şeyle aynıdır. Bu nedenle toprak bir şantiye değildir. Mezar, insanın ölümle yokluk ve varlığı kavrayışını hatırlatan bir sütundur. Onunla dünyaya yerleşiriz ve onunla varlığı keşfederiz. Osmanlı bunu algıladığı sürece ölüleriyle mezar ve türbeleriyle yaşamıştı. Osmanlı devrinin mezarlıkları kavuklu-fesli-sarıklı mezar taşları nedeniyle karanlık gecelerde vird-zikir için toplanmış mürid halkaları gibidir. Günümüz mezarlıklarında bu ruhu hissedemeyiz.
Müslüman Türklerin mezarlıkları ölü gömmenin dışında büyük fonksiyonlar icra etmiştir. Biz artık bu topraklarda ölülerimizle mukim olamadığımız için bir türlü yerleşememekteyiz.