Makale

Diyanet İşlyeri Başkanlığı'nın, Dini Düşüncenin Gelişmesi ve Dini Hayatın Şekillenmesindeki Rolü

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın
Dinî Düşüncenin Gelişmesi Ve
Dini Hayatın Şekillenmesindeki Rolü

Prof. Dr. Bekir Karlığa
Marmara Üniv. ilâhiyat Fakültesi

Düşünce alanı, özgür ve bağımsız bir alan olmak durumunda bulunduğundan, her zaman için resmiyetten uzak durmayı, serbest hareket etmeyi yeğler ve bu bakımdan da herhangi bir kişiye veya kuruma bağımlı olmaktan uzak durmaya özen gösterir. Bağımlı ya da güdümlü düşünce çoğunlukla yaratıcılıktan uzak, sevimsizliklerle doludur. Dinî düşünce de bu değerlendirmenin dışında değildir.
Klâsik dönemde, İslâm dünyasında bilim ve düşünce, tamamen özgür ve bağımsızdı. Herhangi bir amaç için değil, salt bilim için bilim; düşünce için düşünce üretilmesi amaçlanıyordu. Bu maksatla serbest vakıflar kurulmuştu ve liyâkatli olan insanlara bu vakıflar malî destek sağlıyorlardı. Bilim ve düşünce adamları devlet bürokrasisi içinde yer almadıkları için politik konularda serbest davranabiliyorlardı. Böylece İslâm bilim ve düşüncesi altın çağını yaşamıştı.
Ancak bu durum zamanla kaos ortamının doğmasına neden oldu. Sayıları yüzleri bulan fıkıh ve itikat mezhepleri doğdu. Düzen ve birlik sağlanamadı. Özellikle Batınî ve Gnostik fikirler İslam dünyasında etkinlik kazanmaya başladı.
Nihayet Selçuklular devrinde bu durumu düzeltmek, bilim ve düşünceyi disiplin altına almak üzere "Nizâmı" eğitim sistemine geçildi ve "Ni- zâmiye Medreseleri" kuruldu. Bundan sonra bilim ve düşünce adamları belirli bir hiyerarşi içinde gelişmek durumunda kaldılar. Böylece ortaya "Ulemâ-i Rüsûm" denilen yeni bir zümre çıktı. Bunlar, yönetim ile bilim ve düşünce arasında sıkı bağlantılar kurarak etkinliklerini artırmaya çalışıyorlardı. Geleneksel yapı içerisinde özgür ve bağımsız fikir üretenler ise bunları hoş karşılamıyorlardı. Muhyiddîn İbnu’l-Arabi ve Mevlânâ’nın yazılarında karşılaştığımız "Ulemâ-i Rüsûm" ile ilgili ironik ifadeler bunun göstergesidir.
Osmanlı döneminde "Ulemâ-i Rüsûm"u temsil eden medreseye karşı tekkeler kurularak serbest düşünüşün merkezleri hâline getirilmeye çalışıldı. Bir süre sonra bu iki kurum arasında amansız diye niteleyebileceğimiz çekişmeler başladı. Bu çekişmeler zaman zaman söz konusu iki kurumdan birinin etkinliğiyle sonuçlandı ise de, neticede her iki kurum birlikte güç kaybetti. Medrese hiyerarşisinin tepedeki kurumu olan şeyhülislâmlığın başlangıçtaki tartışılmaz etkinliği, şeyhülislâm olan kişilerin karizmalarına bağlı olarak konjonktürel bir konum aldı.
Tanzimat ile birlikte ortaya çıkan modernleşme bağlamında medrese, tekke ile rekabetin yanında, bir de yeni kurulan mektep ile yarışmak zorunda kaldı. Bu da, entelektüel hayatın merkezini oluşturan bu kurumların gücünü bir kez daha zayıflattı. Bu nedenle medresenin, artık ne bilimde önderlik görevini yerine getirebilme imkânı kaldı, ne de entelektüel hayata yön verebilme gücü.
İkinci Meşrutiyet ile birlikte "Medreselerin Islâhı" projesi başlatıldı ise de, Birinci Cihan Harbinin patlak vermesi ve imparatorluğun dağılması nedeniyle yeterli sonuç elde edilemedi.
İstiklal Harbi’nde şeyhülislâmlığın Ankara’ya karşı net tavır almış olmasından dolayı, savaştan sonra bu kuruma ve bu kurumun temsil ettiği zihniyet yapısına, bir türlü sıcak bakılamadı. Nihayet Tevhîd-i Tedrîsât Kanunu ve Hilâfet’in kaldırılması ile birlikte, şeyhülislâmlık makamı da lağvedilerek, yerine din işlerini tedvir etmek üzere Başbakanlığa bağlı Diyanet işleri Başkanlığı kuruldu.
Bu kurum, şeyhülislâmlığın içine düştüğü yanlış politikadan uzak kalmaya ve yeni kurulan genç cumhuriyete destek vermeye çalıştı. Cumhuriyeti kuranlar da kurumun modern bir din anlayışının gelişmesinde etkili olması için özel gayretler gösterdiler. Dinin, ana kaynaklarından öğrenilmesi için anlaşılır bir Türkçe ile Kur’an-ı Ke- rim’in mealinin hazırlanması görevi, büyük şair Mehmet Akif’e verildi. Aynı şekilde çağın gelişmeleriyle uyumlu ve halkın anlayabileceği biçimde büyük bir tefsîrin yazılması görevi de Elmalılı Hamdi Yazır’a verildi. Kur’an’dan sonra Sünnî dünyanın en önemli kaynağı sayılan Buhârî’nin dilimize çevrilerek açıklamasının yapılması için de Ahmed Naim Efendi görevlendirildi. Onun vefatı üzerine bu çalışma merhum Kâmil Miras tarafından tamamlandı.
Böylece dinî düşünce alanında yeni açılımlara imkân verecek önemli adımlar atılmış oldu. Ne var ki bunlar, hızlı bir değişimin gerçekleşmesi için yeterli değildi. Daha büyük adımların atılması gerekiyordu. Fakat kısa bir süre sonra halkın arasında genç cumhuriyetin atılımlarına karşı tepkiler baş gösterdi. Bu tepkilerin bastırılması için bir yandan sıkı tedbirlere başvurulurken, bir yandan da başlatılan adımlara ara verilmek gereği duyuldu. Bu ara dönemde Diyanet işleri Başkanı Ahmed Hamdi Akseki, yazdığı bilimsel ve entelektüel düzeyi yüksek eserler ile meydana gelen boşluğu doldurmaya çalıştı.
Çok partili demokratik hayata geçiş ile birlikte, toplumda hem demokratik talepler arttı, hem de dinî talepler. Ne var ki Diyanetişlerf-Ba^ kanlığı, kadro bakımından da bilim ve düşünce potansiyeli bakımından da bu talepleri karşılayacak durumda değildi. Medrese kökenli bilginlerin büyük bir bölümü ortadan çekilmişti. Din eğitimi veren kurumlar da kapanmış olduğundan, yeterli sayıda yetişmiş uzman bulmakta zorlanıldı. Bu nedenle ellili yıllar boyunca Diyanet İşleri Başkanlığı’nın dinî düşünce alanında önemli bir etkinliğine rastlayamıyoruz. Acil hâle gelmiş bulunan toplumun dinî talepleri, alanın uzmanlarından çok, meslekî yeterliliği bulunmayan amatör kişilerce karşılanmaya başlandı.
Böylece otuz yıllık girişimler, dinî düşünce alanında yeni yaklaşımların doğmasına imkân vermek şöyle dursun, eskinin beğenilmeyen anlayışlarını tekrar edecek düzeyi bile yakalayamadı. Bu da ülkemizdeki dinî düşüncenin büyük çapta seviye kaybetmesine neden oldu.
Altmışlı ve yetmişli yıllar Diyanet İşleri Başkanlığı’nın teşkilât kanunu ve kurumsal yapılanma çalışmaları ile geçti. 1980’den sonra bilim ve düşünce ağırlıklı projeler hazırlanmaya başlandı ise de bunların, dinî düşüncenin gelişmesine yeterince katkı sağladığını söylemek mümkün değildir.
Diyanet işleri Başkanlığı’nın bıraktığı bu boşluğu dinî ağırlıklı özel vakıflar, şirketler ve yayınevleri doldurmaya çalıştı. Daha sonra kurulan Türkiye Diyanet Vakfı, bir yandan dinî yayınlar alanında etkinlik gösterirken, bir yandan da yeni bir İslâm Ansiklopedisi çıkarma projesini başlattı. 26. cildi yayınlanmış olan bu ansiklopedinin, dinî bilimler alanında önemli katkıları olacağı muhakkak ise de, Türk entelektüel hayatına yansıması henüz gözle görülür bir durum almamıştır.
Tabiatıyla Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ülkemizdeki dinî düşüncenin gelişmesine yeterince katkıda bulunamamasının bir diğer önemli nedeni de, din eğitimi veren yüksek öğretim ku- rumlarının yeterli düzeye gelememiş olmasıdır. 1949 yılında kurulan Ankara Üniversitesi ilâhiyat Fakültesi uzun yıllar bu alanda akademik çalışmalar yaptırabilen tek kurum olma özelliğini korudu. Daha sonra, Erzurum’da Atatürk Üniversitesi’ne bağlı olarak İslâmî ilimler Fakültesi açıldı. Merhum Ali Fuat Başgil’in gayretleriyle, 1959 yılında açılan Yüksek İslam Enstitülerinin sayısı bilâhare sekize çıktı. 1982 yılında, bu Enstitüler, bulundukları illerdeki üniversitelere bağlanarak ilâhiyat Fakültesi’ne dönüştürüldüler. Böylece yüksek din eğitimi alanında yeniden eğitim birliği sağlanmış oldu. Diyanet işleri Başkanlığı’nın yapısındaki asıl değişim de bundan sonra başladı.
Diyanet İşleri Başkanlığı, dinî düşünce alanında etkin bir rol alamayınca, dinî hayatın şekillenmesinde de fazla etkili olamadı. Özellikle, Başbakanlığa bağlı genel müdürlük düzeyinde bir kurum şeklindeki bürokratik yapısı nedeniyle, toplum tarafından, politikanın emrinde bir kuruluş olarak algılandı. Ancak seksenli yıllardan sonra bu algılanışın değişmeye başladığı görüldü.
Avrupa Birliği’ne giriş süreciyle birlikte dinî özgürlükler alanı önem ifade ettiğinden, Diyanet işleri Başkanlığı’nın etkinliği de o nispette arttı. Bugün toplumun güvenine en çok mazhar olan kamu kuruluşları arasında yer almaktadır.
Ancak bu yeterli değildir, içine girdiğimiz değişim sürecinde Diyanet İşleri Başkanlığı da kendini yenilemek, çağın gereksinimlerine ayak uydurmak ve toplumun dinî ihtiyaçlarını geriden ve mesafeli olarak takip etmek yerine, önden gidip öncülük görevini tam olarak yapmak zorundadır.
Öncelikle yazdığı eserleriyle haklı şöhret kazanmış bilim adamlarından ve Diyanet işleri Başkanlığı bünyesinde hizmet vererek uzmanlaşmış kişilerden oluşan, şeffaf biçimde seçilmiş kurullar oluşturmalı ve bu kurullar, Diyanet işleri Başkanı’nı seçmelidir. Başkanlık bünyesinde araştırma, geliştirme ve eğitim faaliyetlerine ayrı bir önem verilmeli, televizyon yayınları da dahil bütün kitle iletişim araçlarından yararlanılarak, toplumun dinî ihtiyaçları 21. yüzyılın gereklerine uygun biçimde karşılanmalıdır. Diyanet işleri Başkanlığı, yüksek din eğitimi veren kurumlarla yakın işbirliği içine girerek, bilimsel gelişmelerden yararlanmalı ve bu hususta geleceğe yönelik projeler hazırlatmalıdır.