Makale

Türkiye'de dini Hayat ve Diyanet

Türkiye’de
Dinî Hayat ve Diyanet
Prof. Dr. Vejdi Bilgin
Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

İnsan dünyası, diğer canlılarla mukayese edilemeyecek kadar geniş bir dünyadır. Yeryüzünde bir yer işgal eden her varlık cansızlıktan canlılık durumuna, oradan hareket kabiliyetine, nihayet duygu ve akıl derecesine doğru yükseldikçe kendi dünyasını da genişletmiş olur. Bu açıdan, aynı gezegeni paylaşmamıza rağmen bir taşın, bitkinin, hayvanın veya insanın dünyaları farklı farklıdır. Çok geniş bir duygu ve ihtiyaç yelpazesine sahip olan insanın yuvası olan toplum, birbiriyle ilişkili pek çok faaliyetin de sergilendiği bir alandır. Ailevi, iktisadi, siyasi, hukuki, eğitsel, iletişimsel vb. faaliyetler gibi dinî faaliyetler de insan dünyasının ayrılmaz bir alanını oluşturur.
Dinî hayatın boyutları
Bir toplumda yaşayan insanların dinî faaliyetlerinin toplamına dinî yapı veya dinî hayat demekteyiz. Dinî hayatın birkaç boyutundan bahsetmek mümkündür: Her şeyden önce dinî faaliyetlerin bir “bilgi boyutu” vardır. Kişi dinin gereği olan bir davranışı yapabilmek için önce bilgilenmek zorundadır. Bu bilgi, formel biçimde resmî eğitim kuruluşlarından öğrenildiği gibi, aileden, dinî gruplardan, kitle iletişim araçlarından, kitaplardan vs. de öğrenilebilir. Dinî hayatın ikinci boyutunu “davranış” oluşturur ki, bunlar da ibadetler veya doğrudan ibadet olmasa bile niyet itibarıyla ibadete dönüşen eylemlerdir. İbadetlerin biçimi her zaman için önemlidir. Namazlardaki tadil-i erkân bunun örneğidir. Kişi, bu biçimi, sağlam bir bilgiyle gerçekleştirir. Ancak ibadetin insan için esas fonksiyonu, biçimden bir adım öteye giderek duygu boyutuyla gerçekleşir. İhlas ve samimiyetten yoksun bir ibadet, şekil şartlarını yerine getirmiş ama henüz insanın ruhuna nüfuz edememiş davranışları ifade eder. Demek ki dinî hayatın üçüncü boyutunu “duygu” oluşturmaktadır. Peki, kişi bu duyguyu nereden kazanacak veya nasıl hissedecektir? İşte burada dinî hayatın dördüncü boyutu olan cemaat, yani “müminler topluluğu” gündeme gelir. Dinî duygular çoğunlukla bir topluluk hâlinde dinin yaşanmasıyla zirveye çıkar. Bireysel olarak gerçekleştirilen bir dindarlıkta böyle yoğun bir duygu durumunun yaşanabilme ihtimali zayıftır.
Dinî hayatın içinde Diyanet
Yukarıdaki bilgiler ışığında konuya baktığımızda, Türkiye’deki dinî hayatın üç sacayağı olduğunu iddia edebiliriz: Birer resmî eğitim kuruluşu olan İmam Hatip Liseleri ve İlahiyat Fakülteleri, resmî anlamda örgütlenme imkânları sınırlı olan dinî gruplar ve nihayetinde Diyanet İşleri Başkanlığı. Zaman zaman toplumumuzda Türkiye’deki dinî hayatın canlılığının kime bağlı olduğu şeklinde popülist tartışmalar yapılıyor ve bazı suçlamalarda bulunuluyor. Kanaatimizce saymış olduğumuz bu üç öğeden sadece biri hayatta olsaydı, ülkemizdeki dinî hayat çok zayıf olurdu. Kaldı ki, böyle bir durum sadece faraziyedir. Zira her zaman için resmî olarak örgütlenmiş dinî kuruluşlar olacağı gibi bunlardan bağımsız dinî gruplar da var olacaktır. Bu olgu toplumsal hayatın bir gereği olarak karşımıza çıkar.
Bu üç sacayağı içinde Diyanet İşleri Başkanlığının durumu nedir? Başkanlığın resmî bir kuruluş olması doğal olarak kendi içinde bazı avantajlar ve dezavantajlara neden oluyor. İslam tarihinde, Batı tarihinde olduğu gibi siyasi otoriteden bağımsız bir dinî teşkilat söz konusu olmadı. Bunun temel sebeplerinden bir tanesi ruhban sınıfının İslam dünyasında olmayışıdır. Özel bir ayinle normal halk tabakasından ayrılan bir zümrenin kendi içerisinde bir hiyerarşi kurması ve siyasi otoriteden bağımsız hâle gelmesi çok daha kolaydır. Kendi tarihimize baktığımızda, Osmanlı Devleti’nde Şeyhülislamlık veya Meşihat’ın doğrudan siyasi otoriteye bağlı olduğunu görürüz. Bu statü modern Cumhuriyet sonrasında da korunmuştur. Ancak Osmanlı Devleti zamanındaki yapının günümüzden önemli bir farkı, Meşihat’ın ülkedeki dinî hayatı tamamıyla kontrol altına almayışıdır. Bu her şeyden önce, pratik sebeplere dayanmaktaydı. Zira ulaşım ve iletişim araçlarının bu derece gelişmediği modernlik öncesi dönemde ülkenin bütün köşelerine ulaşmak, imam tayin etmek, ücretini vermek, denetlemek doğal olarak mümkün değildi. İkinci bir neden olarak ise, Osmanlı Devleti dinî hayat konusunda, modern tabirle sivil inisiyatife bir hak tanımaktaydı. Her ne kadar resmî bir kuruluş olsa da, Meşihat’ın dinî hayat konusunda son sözü söyleme gibi bir yetkisi yoktu. Ancak Osmanlı Devleti’nin son yıllarına doğru imamlara devlet tarafından maaş bağlandığını, tarikatlarla ilgili düzenlemeler yapıldığını görüyoruz. Bu merkeziyetçi tavır, Cumhuriyet’ten sonra peyderpey zirveye çıkmıştır. Bugün geldiğimiz noktada artık Başkanlığın denetimi dışında kalan herhangi bir caminin ve din görevlisinin olması hukuken mümkün değildir.
Diyanet’in Türk dinî hayatındaki en büyük rolü işte burada ortaya çıkmaktadır: Tekke ve zaviyelerin kapatıldığı, tarikatların yasaklandığı, Kur’an öğretme gibi basit bazı dinî davranışların takibata alındığı dönemlerde Başkanlık elindeki resmî yetkiye dayanarak her yerleşim yerinde bir caminin ve din görevlisinin bulunabilmesi için çaba harcamıştır. Bugün bile çeşitli dinî grupların küçük yerleşim yerlerinde faaliyet göstermediğini düşündüğümüzde, Türkiye’nin sıkıntılı yıllarında Diyanet İşleri Başkanlığı olmadığı takdirde pek çok yerde camilerin kapanacağı veya din görevlisi olmadığından dolayı fonksiyonsuz kalacağı aşikârdır.
Başkanlığın çok büyük bir resmi kuruluş olması bazı dezavantajları beraberinde getirmektedir şüphesiz. Bunların başında siyasi otoriteye bağlılık geliyor. Gerek teşkilatın üst düzey yönetimi, gerekse daha alt kademede çalışanlar birer devlet memurudurlar. Bağımsız kararlar alma veya hareket etme imkânına sahip değildirler. Başkanlığın diğer önemli bir dezavantajı gönüllülük esasına göre değil de, diğer kamu kuruluşları gibi maaş karşılığı çalışan personelden meydana gelmesidir. Bu da bütün çalışanlarda aynı samimiyet ve özverinin görülmemesine neden olabilmektedir. Ancak bu saydıklarımızın hiçbiri Başkanlığın önemini azaltmıyor. Zira yukarıda belirttiğimiz üzere, din görevlileri sadece gönüllülük esasına göre çalışmış olsalar bu kadar geniş bir coğrafyada, bugün sayısı seksen bini geçmiş olan ve önemli bir kısmı kırsal kesimde yer alan camilerin her birinde birer imam istihdam etme imkânı olamayacaktı. Din görevliliği bilgi donanımı, halkla ilişkiler, temsil kabiliyeti, çalışma saatleri gibi faktörler düşünüldüğünde çok zor bir meslektir. Bugün bazı kişilerin bu görevi asgari oranda yapıyor olması bile önemli bir hizmet olarak kabul edilmelidir. Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilatı sayesinde dileyen her vatandaş, kafasında hiçbir soru işareti ve endişe olmaksızın bir din görevlisinden temel dinî bilgileri alabilmekte, cemaate iştirak ederek ibadetini eda edebilmekte, mübarek gün ve geceleri ihya edebilmektedir.
Diyanet İşleri Başkanlığı siyasi otoriteye bağlı olsa da, İslam’ın orta yolundan hiçbir zaman ayrılmamış; İslam’ın temel naslarına aykırı görüş belirtmemiş, insanların dinî duygularını rencide edecek beyanlarda bulunmamış, inananlar arasında yıkıcı tavırlar sergilememiştir. Türkiye’de genç kızların üniversitelerde başörtülü okuyamadıkları dönemlerde, bazı İlahiyatçıların farklı tesettür yorumlarının da olmasına rağmen Başkanlığın veya Din İşleri Yüksek Kurulunun mevcut siyaset yanlısı bir fetva vermemesi, İslami hassasiyetinin en basit ama önemli göstergesidir.
Son yirmi yıl içinde Başkanlığın, dinî hayatın canlanması adına daha büyük adımlar attığını ayrıca zikretmek gerekir. Bu adımların başında artık gelenekselleşen Kutlu Doğum haftaları geliyor. Bu haftanın etkisi, özellikle küçük yerleşim yerlerinde daha iyi hissedilmektedir. İlçe merkezlerinde ve beldelerde konferanslar tertip edilmekte, esnaf, hastane vb. ziyaretler yapılmakta, kitaplar dağıtılmakta, ikramlar yapılmakta; Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) dünyayı teşrifi yöre halkı için gerçek bir bayram hâline gelmektedir.
Bugüne kadar Diyanet’in din hizmeti cami eksenli ve erkeklere yönelikmiş gibi dururken, toplumun yarısını oluşturan kadınlara yönelik önemli faaliyetler başlamıştır. Camilerde, belirli günlerde vaizeler kadınlara hitap ederken, artık hemen her mahallede olan Kur’an kursları çoğunlukla kadınların bir araya geldikleri ve dinlerini öğrendikleri merkezler olma hüviyetini kazanmışlardır.
Öğrencilik çağındaki çocukların katıldığı yaz Kur’an kursları artık özel kitaplarla ve daha pedagojik olarak gerçekleştirilirken; birkaç yıldır çocuklar, tatillerde aileleriyle birlikte umre yapma imkânına kavuşmuşlardır. Bu uygulamanın da gelenekselleşmesi, Türk insanının çocukluğundan itibaren mukaddes beldelerle, dolayısıyla diniyle yakından irtibat kurmasına vesile olacağı kanaatindeyiz.
Netice olarak Diyanet İşleri Başkanlığının Türkiye’nin dinî hayatının önemli ve vazgeçilmez bir öğesi olduğu inkâr edilemez bir gerçektir. Bu kısa yazı içinde temas etme imkânı bile bulamadığımız Diyanet Eğitim Merkezleri, Aile İrşat Büroları, Cezaevi Vaizliği gibi alt kuruluş ve uygulamalar; Başkanlığın farklı dinî ihtiyaçları, toplumun farklı kesimlerine ulaştırma gayretinin bir sonucudur. Bu ivme ile yakın gelecekte, Diyanet’in Türk dinî hayatının daha da gelişmesi yönünde yepyeni projelere imza atması
bütün inananların beklentisidir.