Makale

HZ. PEYGAMBER’İN TEBLİĞİNDE AHİRET İNANCININ YERİ

HZ. PEYGAMBER’İN TEBLİĞİNDE
AHİRET İNANCININ YERİ

Prof. Dr. İlyas ÇELEBİ
İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi


İslam dininin temel kuralları, ana çerçeveyi oluşturan usul (ana esaslar) ve ikincil konuları oluşturan füru olmak üzere iki kısma ayrılır. Bu esaslar ortaya konulurken Cibril hadisine müracaat edilir. Bilindiği üzere bu hadiste Cebrail’in soruları üzerine, Hz. Peygamber (s.a.s.) İslam’ı, kelime-i şehadet, namazı dosdoğru kılma, zekâtı verme, ramazanda oruç tutma, imkânı olanın haccetmesi; imanı da Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe ve kadere inanma; ihsanı ise Allah’ı görüyormuşçasına O’na kulluk etme şeklinde tanımlamıştır. (Müslim, İman, 1.) Bu taksimat yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’de ise ağaç örneği ile anlatılarak iman ağacın köküne, ameller gövdesine, güzel ahlak ise meyvesine benzetilmiştir. (İbrahim, 14/24-25.)
İslam dininin akaid esasları içinde yer alan ahiret inancı, İslam’ın kabullenilmesinde, emir ve yasaklarının yerine getirilmesinde ve ahlaki buyruklarına riayet edilmesinde çok önemli bir yaptırım gücünü oluşturmaktadır. Bilindiği üzere insanları motive eden yaptırımlar ya dünyevi/siyasi ya uhrevi/manevi ya da her ikisini içinde barındıran türden olur. Mekke döneminde dünyevi/siyasi otoriteye sahip bulunmayan Hz. Peygamber, insanları uhrevi yaptırımlarla motive etmekteydi. Bu nedenle Mekke döneminde nazil olan sure ve ayetlerde kıyamet ve ahiret konularına çokça yer verilmiş, inananlar cennetle müjdelenirken dünya hayatını ebedî hayat kabul edip ahireti inkâr edenler (Casiye, 45/24.) cehennem azabı ile tehdit edilmiştir. Bu tehditlere örnek olarak Mekke’de nazil olan şu ayetler gösterilebilir:
“Böylece biz sana Arapça bir Kur’an vahyettik ki şehirlerin anası olan Mekke’de ve çevresinde bulunanları uyarasın. Hakkında asla şüphe olmayan toplanma günüyle onları uyarasın. Bir grup cennette bir grup ise cehennemdedir.” (Şura, 42/7.), “Onlar, o azabı imkânsız sanıyorlar, biz ise onun mutlaka meydana geleceğini kesin olarak biliyoruz, o gün ki gök erimiş maden gibi olacak, dağlar atılmış pamuk hâline dönüşecek, hiçbir dost bir dostun hâlini sormayacak. Birbirlerini görürlerken; inkârcı, o günün azabından kurtulmak için ister ki oğullarını, karısını, kardeşini, kendisini koruyan kabilesini ve yeryüzünde kim varsa hepsini fidye olarak versin de tek kendisini kurtarsın; ama asla! O sırf bir alevdir, derileri söküp kavuran bir ateş.” (Mearic, 70/6-16.)
Hz. Peygamber, Mekke’de insanları İslam’a davete başladığı günden itibaren ahiret inancını, tebliğinde güçlü bir yatırım unsuru olarak kullanmış, inananları cennetle müjdelemiş, inkâr edenleri ise cehennem azabından sakındırmıştır. Nitekim Mekkelileri aleni olarak İslam’a davet etmek üzere Safa tepesine çıkıp onlara, “Ey Kureyş topluluğu!” diye hitap ettiğinde, onu dinlemek üzere etrafında toplananlara, “Şayet size şu dağın arkasında bir süvari birliği var desem bana inanır mısınız?” diye sormuş, Mekkeliler de “Evet, çünkü senin yalan söylediğini görmedik.” cevabını verince “Öyleyse ben büyük bir azaba düçar olacağınızı size haber veriyorum. Ey Abdülmuttalipoğulları! Ey Abdülmenafoğulları! Ey Zühreoğulları!... Allah bana en yakın akrabamı uyarmamı emretti. Siz, ‘Allah’tan başka ilah yoktur.’ demedikçe benim size ne dünyada ne de ahirette bir faydam dokunacaktır.” diyerek ahiret azabından açık bir şekilde söz etmiştir.
Hz. Peygamber, Medine’den gelen bir toplulukla Akabe’de görüşürken onlara okuduğu Kur’an ayetleri içinde de ahiretle ilgili şu ifadelerin yer aldığını görüyoruz: “O gün yer başka bir yere, gökler de başka göklere dönüştürülür ve insanlar bir ve Kahhar (her şeyin üzerinde yegâne hâkim) olan Allah’ın huzuruna çıkarlar. O gün, suçluları zincirlere vurulmuş olarak görürsün. Gömlekleri katrandandır. Yüzlerini de ateş bürüyecektir. Allah herkese kazandığının karşılığını vermek için böyle yapar. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir. Bu Kur’an; kendisiyle uyarılsınlar, Allah’ın ancak tek ilah olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri düşünüp öğüt alsınlar diye insanlara (gönderilmiş) bir bildiridir.” (İbrahim, 14/48-52.)
Hz. Peygamber Medine’ye hicret edince orada, Mekke’de sahip olmadığı bazı imkânlara kavuştu. Bunların başında önce site devleti olarak kurulan, sonra da dönemin imparatorluklarına meydan okuyan İslam devletinin kurulması gelmektedir. Hz. Peygamber, bu devlet sayesinde siyasi otoriteye sahip oldu. Artık bu otorite ile insanlar arasındaki ihtilafları hallediyor, haklı ile haksızı birbirinden ayırıyor, haksız bulduklarına ceza veriyordu. Ancak o, siyasi yaptırıma sahip olmasına rağmen otoritesini sadece buna dayandırmıyor, aksine Allah’tan korkma, ahirette O’na hesap verme, cehenneme atılma gibi manevi yaptırımlara da dayandırıyordu. Kur’an-ı Kerim, ahiret gününde hüküm sahibinin sadece Allah Teâlâ olacağını, kimsenin kimseye yardımının olmayacağını (İnfitar, 82/19.), zalimlerin hiçbir dostunun ve sözü dinlenen şefaatçisinin bulunmayacağını (Mümin, 40/18.), kalplerin bütün sırlarının ortaya çıkarılıp inceleneceğini (Tarık, 86/9.) ve zerre miktarı şaşmaksızın herkese yaptıklarının karşılığının verileceğini (Zümer, 39/70; Zilzal, 99/6-8.) haber verir. O gün Allah’ın düşmanlarının bir araya getirilip ateşin karşısında toplanacaklarını, bölük bölük oraya sürüleceklerini, tam ateşin karşısına geldiklerinde kulakları, gözleri ve derilerinin yaptıkları işler hakkında aleyhlerinde şahitlik edeceklerini bildirir. (Fussilet, 41/19-21.)
İslam’da dünya hayatı ile ahiret hayatı arasında asla ihmal edilmemesi gereken bir ilişki söz konusudur. Bu ilişki, insanların dünya hayatında yaptıklarının ahiret hayatında sonuçlarını görmeleri ve ebedî mutluluğu veya cezayı yaşamalarıdır. İslam inancına göre dünya hayatı, ahiret hayatının kazanılması için bir hazırlık ve imtihan yeridir. İnsanlar, Allah’ın emirlerine uyarak ve iyi işler yaparak ahiret hayatında ebedî mutluluğu kazanmayı hedeflemelidirler. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.s.), dünyanın ahiretin tarlası olduğunu bildirmiştir. Cenab-ı Hak da verdiği nimetlerle ahiret yurdunda kendimize bir yer sağlamak için uğraşmamızı, ancak dünyadan da nasibimizi unutmamamızı öğütlemiş (Kasas, 28/77.), ahirette bazı yüzlerin ak bazılarının ise kapkara olacağını da şöyle haber vermiştir: “O gün bazı yüzler ağarır bazı yüzler kararır. Yüzleri kararanlara, ‘İmanınızdan sonra inkâr ettiniz, öyle mi? Öyle ise inkâr etmenize karşılık azabı tadın!’ denilir. Yüzleri ağaranlar ise Allah’ın rahmeti içindedirler. Onlar orada ebedî kalacaklardır.” (Âl-i İmran, 3/106-107.)
Abese suresinde bu tablo şöyle dile getirilmektedir: “O kulakları sağırlaştıran ses geldiğinde, kişinin kardeşinden, anasından , babasından, eşinden ve çocuklarından kaçtığı zaman, işte o gün herkes yalnız kendi derdiyle meşgul olacak. O gün kimi yüzler sabah aydınlığı gibi parıldayacak, gülecek ve sevinç içinde olacak; kimi yüzler de o gün toz toprağa bulaşmış olacak, onları bir karanlık ve siyahlık kaplayacaktır. İşte onlar küfürle birlikte günahlar içinde yüzüp giden inkârcılardır.” (Abese, 80/33-42.)
Hz. Peygamber (s.a.s.), sahabe-i kiram efendilerimizi maddi ve manevi yaptırımı bir arada değerlendiren bir ruhla yetiştirmiştir. Bu nedenle onlar dünyada işlenmiş cürümlerle ahirete gitmek istemiyorlardı. Bunun en bariz örneği ashab-ı kiramdan Maiz b. Malik örneğidir. Sahih-i Müslim’in Hudud kitabının 22. babında yer alan bir rivayete göre Maiz, Hz. Peygamber’e gelerek işlediği bir günahı itiraf etmiş, böyle bir günahla ahirete gitmek istemediğini söylemiş ve kendisini cezalandırmasını istemiştir. Hz. Peygamber kendisine git ve tövbe et demesine rağmen o, vicdanen rahat edemediğini söyleyip cezalandırılmasını ısrarla istemiştir.
Kısacası İslam’ın altı iman esasından biri olan ahiret inancı, kıyametin kopuşundan sonra insanların diriltilmesi (el-ba’sü ba’de’l-mevt) ile başlayan ve haşr, mizan, sırat, cehennem ve cennet gibi aşamalarla devam eden bir hayatı kapsar. İslam’a göre dünya hayatı fâni, ahiret hayatı ise kalıcı ve ebedîdir. Bu nedenle Kur’an, dünya hayatını oyun ve eğlence olarak nitelemiştir. (Ankebut, 29/64.) Hz. Peygamber ise dünya ile ilişkisini, bir ağacın altında gölgelenen, sonra da oradan kalkıp giden binitli bir yolcuya benzetmiştir. (Tirmizi, Zühd, 44.)