Makale

İNSANIN RUHSAL OLGUNLUK VE ANLAM ARAYIŞINDA AHİRET İNANCININ DEĞERİ: KAYBOLAN BİR BİLİNCİN İZİNİ SÜRMEK

İNSANIN RUHSAL OLGUNLUK VE ANLAM ARAYIŞINDA AHİRET İNANCININ DEĞERİ:
KAYBOLAN BİR BİLİNCİN İZİNİ SÜRMEK


Prof. Dr. Asım YAPICI
Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Ahiret bilinci, hesap verme sorumluluğu ve sonsuzluk arzusunu besleyici özelliğiyle inanan insanların davranışlarını düzenleyici bir işleve sahiptir. Hesap verme sorumluluğu, gündelik hayatta ve sosyal ilişkilerde ahlaki tutumların sergilenmesini beraberinde getirir. Buna dinin sosyal etki boyutu da diyebiliriz. Sonsuzluk arzusu ise fânilik duygusunun tahrik ettiği kaygı ve endişelerin giderilmesine zemin hazırlar. Zira ahiret inancının beslediği ebedî yaşama arzusu, fanilik duygusunun oluşturduğu psikolojik sorunlarla baş edebilmede ziyadesiyle işlevseldir. Bunu da dinin bireysel etki boyutu şeklinde ifade edebiliriz.
Geleneksellikten moderniteye
oradan da postmoderniteye doğru evrilen insan, acaba ahiret inancından etkilenmekte midir? Dünyevi davranışlarından dolayı uhrevi hayatta hesap verme sorumluluğu taşımakta mıdır? Böyle bir sorumluluk onun bireysel ve sosyal iyi oluş düzeyini etkilemekte ve anlam arayışına cevap vermekte midir? Şayet hesap verme sorumluluğu taşımıyorsa içindeki sonsuzluk arzusunu nasıl doyurmaktadır? Bu sorulara cevap aramak için öncelikle dinin yapısal ve işlevsel özelliklerine odaklanmak durumundayız.
Gestalt psikolojisinin bize öğrettiği temel ilke şudur: Bütün, kendini oluşturan parçalardan daha farklıdır. Örneğin bir insanı sadece beynine, midesine, akciğerine, kollarına ya da ayaklarına indirgeyemeyiz. İnsan denilen varlık, kendini oluşturan parçaların birleşmesiyle oluşur, tıpkı suyun H2O’dan oluşması gibi. Daha açık bir ifadeyle sadece mide ya da akciğere “insan” denilemeyeceği gibi sadece hidrojen ya da oksijen tek başına “su” olarak tanımlanamaz. Bu hususu önemle vurgulamak gerekir. Zira aynı durum genelde tüm dinler, özelde de İslamiyet için geçerlidir.
Bilindiği üzere “iman”, “ibadet” ve “ahlak” İslamiyet’i oluşturan üç temel unsurdur. Söz konusu bu üç unsur arasındaki ilişki ve bütünlük kaybolursa dindarlık ve bunun beraberinde getirdiği yaşam biçimi zedelenmiş demektir. Kuşkusuz inanmayan bir insan Müslüman kimliği ve İslami dünya görüşünün sınırları içinde değildir. Ancak böyle bir insan vicdanlı, merhametli ve ahlaklı olabilir. Zira o, bu tür olumlu erdemleri dinden bağımsız kılarak bireylerarası ilişkilerde evrensel ahlaki kriterlere bağlanabilir. İnanan ve ibadetlerini ifa eden bir kişiden de gündelik hayatında ahlaki tutum ve davranışlar sergilemesi beklenir. Ancak inanan insan, ahlaki değerler sistemine uygun davranmıyorsa dinin talep ettiği insan modeline uygun hareket etmiyor demektir. Bu durum psikolojik anlamda bilişsel ve duygusal çelişkilere neden olmakta, birey bu çelişkileri aşabilmek için din ile ahlakın birbirinden farklı olduğu düşüncesini -farkında olarak ya da olmayarak- kendisine telkin etmektedir. Günümüzde ahlaki davranmayan Müslümanlara yönelik eleştirilerden hareketle İslam dini de eleştirilmektedir. Nitekim yapılan çalışmalarda dinî şüphelerin, dinden uzaklaşmaların, deizme ve ateizme yönelimlerin birinci nedeni olarak İslamiyet’in temsil sorunu olduğu sıklıkla vurgulanmaktadır. Bu durumu, “kusurlu Müslüman imajı” şeklinde değerlendirmek mümkündür. Tam da burada daha farklı sorular öne çıkmaktadır: Müslümanlar neden kusurlu olarak algılanmaktadır? Müslüman bilincini oluşturması gereken unsurlar arasındaki uyum ve ahenk sarsılmakta ve dağılmakta mıdır? Şayet bir sarsıntı ve dağılma varsa bunun nedenleri nelerdir? Günümüz insanları nasıl bir ahiret bilincine sahiptir? Nihayet ahiret bilinci, modern ve postmodern insanın anlam arayışına bir cevap sunmakta mıdır?
Kartezyen düşüncenin etkisiyle din ile ahlakın, dünya ile ahiretin, madde ile mananın, fizik ile metafiziğin, şekil ile özün birbirinden farklı olgular olarak algılanması yeni bir insan modelini beraberinde getirmiştir. Söz konusu yeni insan, ya dinden ve metafizikten tamamen uzaklaşarak katı bir şekilde sekülerleşme eğilimi göstermiş (modern sekülerleşme) ya da dini sadece ahirete tahsis ederek dünyevi yaşantısını dinî ve ahlaki değerlerden bağımsızlaştırarak yaşamayı (postmodern sekülerleşme) öncelemiştir. Neoliberal kapitalizme eklemlenen yeni insan, yaşadığı ruhsal boşluğu, birincisi kısmen dine dayanan maneviyatçı akımlarla, ikincisi dinden tamamen soyutlanmış ruhsal şifa arayışlarıyla, üçüncüsü ise sadece uhrevi kaygılardan beslenen geleneksel dindarlık biçimleriyle doldurmaya çalışmıştır. Birinci grupta, yani kısmen dine dayanan maneviyatçı akımlarda, zayıflatılmış hümanist bir Allah tasavvuru mevcuttur. Allah’ın bu şekilde tasavvuru, ister istemez ahiret bilincini de zayıflatmıştır. İkinci grupta, yani dinden tamamen soyutlanmış şifacı akımlara yönelenlerde kadir-i mutlak bir tanrı fikri ve ahiret bilinci genellikle mevcut değildir. Üçüncü grup yani dini sadece ahiret için yaşayan bireyler ise görünürde ahiret bilincini güçlü bir şekilde hissetmekte, ancak onlar bu hislerini dünyevi yaşantılarına yansıtmamaktadır. Bunların din algısı, inanmak ve ibadet etmek üstüne kuruludur. Çünkü din, dünyayı düzenleyen bir unsur değildir. Dahası bu grubun ibadet davranışı sadece cehennemden korunmaya matuftur. Anlaşılacağı üzere dünya ve ahiret ayrımı neticesinde ahiret bilinci sadece uhrevi kaygılarla ilişkilendirilmekte fakat insan-ı kâmil arayışına yetmemektedir. Kuşkusuz ahiret bilinci güçlü olan ve bu bilinci gündelik hayatlarına az ya da çok yansıtan bireyler de mevcuttur. Bunlar, inandıkları dinin taleplerine riayet ederek yani mensup oldukları dinin beklediği insan modeline uygun tutum ve davranışlar sergileyerek âdeta karıncayı bile incitmekten sakınan mümtaz şahsiyetlerdir. Dünyayı geçici bir konak olarak algılayan bu tür insanlar için hayatın anlamı dertliye derman olmak, zorlanan insana omuz vermek, muhtaçları gözetmek, mütebessim yüzleriyle kalplere ferahlık sunmak, helal haram sınırlarına riayet etmek; öfke, cinsellik, makam ve para gibi insanı hataya sürükleyen olumsuz duyguları (şehvetleri) kontrol edebilmekle eşdeğerdir. Anlaşılacağı üzere bunlar, sadece hesap verme arzusuyla değil Allah’ın istediği insan olma bilinciyle sonsuzluğa taliptir. Hayatlarına çok özel bir anlam arama peşinde olmadıkları gibi anlamsızlık çığlıkları da atmamaktadırlar. Zira anlam kaygısı, mutsuzluk ve huzursuzluğun beslediği anlamsızlık idrakiyle yakından ilişkilidir.
Konumuza ahiret bilincini kaybetmiş ya da ahiret bilinci zayıflamış insanlar üzerinden devam etmek gerekirse öncelikle şu hususu vurgulamak gerekir: Malum olduğu üzere Müslüman âlimlerin din tanımında, “dünya ve ahirette saadete ulaştıran” ifadesi geçer. Dikkat edilecek olursa burada dünya ve ahiret ayrışmamakta, vahdet bilinci öne çıkmaktadır. Aşikârdır ki İslamiyet, ahireti değil dünyayı tanzim etme iddiasındadır. Zira ahirette saadete ulaşabilmek, inanan insanın dünyevi yaşantısına göre gerçekleşebilir. Ancak din ve ahlakın ayrıştığı noktada ahiret bilinci, bireyin dünyevi yaşantısını yeterince etkilemez bir yapı kazanmaya başlar. Dünyevi arzularından feragat ve fedakârlık yapmak istemeyen yeni insanın ahiret inancı, artık onun dünyevi yaşantısını dönüştüren bir olgu olmaktan çıkmaya başlamıştır. Postmodern dindarlar; helal haram sınırlarını pek gözetmeksizin haz merkezli yaşamayı, bununla birlikte az ya da çok dua ve ibadet ederek cennete ulaşmayı arzulamaktadır. Bunu; ahlaki sorumluluk hissetmeden, hesap verme endişesi yaşamadan, dolayısıyla Allah’ın her yerde bizi gördüğü bilincini bastırarak ahirette sonsuz bir hayatı arzulamak şeklinde nitelendirebiliriz. Dinî ve ahlaki değerlerin hassas bir sorumluluk hissiyle yaşanması (takva) unutulmuş gibidir. Çünkü takva, bireyin dünyevi yaşantısına belirli sınırlar getiren, onu erdemli davranmaya, yaşanabilir bir dünyaya ve ruhsal kemale davet eden ilahi talebin inanan insanın bilincinde kökleşmesinden ibarettir. Şu hususu açıkça vurgulamak gerekir ki takva hâli sadece fıkhi kurallara sıkı sıkıya uymakla ilişkili değildir. Zira ahlaki erdemleri dikkate almayan bir Müslümanın takvalı davrandığı söylenemez.
Ahiret bilincinin zayıfladığı bireylerin zihinlerindeki Allah tasavvuru da farklılaşmaktadır. Öyle ki artık Allah’ın istediği insan anlayışından insanın istediği Allah anlayışına doğru hızlı bir dönüşüm yaşanıyor gibi. Allah’ın talep ettiği insan; cinsellik, saldırganlık, öfke, haksız kazanç, yalan, iftira ve gıybet gibi olumsuz duygu, düşünce ve davranışları kontrol edebilen bir varlıktır. Böyle bir insan, ahlak ve değerleri Allah’ın talep ettiği davranış kalıpları olarak görme eğilimindedir. Ancak günümüzde hedonik arzuları tatmine müsaade eden, bencilliği önemsemeyen, her halükârda seven ve affeden bir Yaradan (Allah) tasavvuru inşa edilmeye çalışılmaktadır. Bir defa gelinen bu dünyayı mümkün olduğu ölçüde doyasıya yaşamak gerekir düşüncesi; helal ve haram, sevap ve günah, caiz ve caiz değil şeklinde kural koyan, böylece hazları ve şehvetleri -meşru ölçüler dışında- sınırlayan Allah inancının zayıflamasına zemin hazırlamaktadır. “Kayboluyor içimde Tanrı’nın titrek sesi” dizesinde geçtiği gibi Allah’ın içimizdeki sesi olan vicdan, her geçen gün yitip gitmektedir. Böyle bir Allah tasavvurunun ahiret bilincinin zayıflamasına neden olması, yadırganacak bir durum değildir. Keza zayıflayan ahiret bilinci de Allah tasavvurunun insani taleplere göre yeniden şekillenmesini beraberinde getirmektedir. Hakikatin ölçüsünün din ve vahiyden insanın beklentilerine göre şekillenmeye başladığı postmodern dünyada, ahiret bilincinin önce zayıflaması sonra da kaybolmaya yüz tutması, aslında beklenen bir değişimdir. Çünkü ahirette hesap verme bilinci, meşru zeminde yaşanmayan her türlü arzu ve hazzın önünde manevi bir kalkan vazifesi görür. Dinî şuur yükseldikçe bu kalkan daha da kuvvetlenir, tersine dinî şuur zayıfladıkça da söz konusu kalkan zayıflayarak kırılgan bir hâl alır.
“Ertelenen haz, haz değildir.” anlayışının her geçen gün yaygınlaştığı dünyada hiç yaşanmamış ya da yarım kaldığı için tamamlanamamış arzular, yoğun bir kaygı ve mutsuzluğu davet etmektedir. Doyasıya yaşamak için gelinen bu hayatta hazların önündeki en küçük aksaklık, yoksunluk ve çaresizlik duyguları içinde bocalamaya, bu da anlamsızlığa neden olmaktadır. Yaşamak için aranan temel gerekçe, hazlarla yaşamak olduğu zaman hayatın anlamı üst amaçlara değil geçici heveslere göre şekillenmektedir. Geçici hevesler elde edildikçe de anlam kaybına bağlı olarak mutsuzluk çığlıkları duyulmaktadır. Aslında burada çift yönlü bir besleme yaşanmakta; anlamsızlık mutsuzluğu, mutsuzluk da anlamsızlığı harekete geçirmektedir. Ancak birey, insan-ı kâmile ulaşmayı sağlayan Allah inancı ve ahiret bilincini iç dünyasında canlı olarak hissederse kendisini boğan haz ve anlamsızlık duygularından kurtulabilir. Dolayısıyla İslamiyet’i benimseyen insanların hem kusurlu Müslüman imajından kurtulmak hem inandıkları dinin sosyal ve bireysel etkilerini hissetmek hem de bu dünyada huzur ve sükûn bulabilmek için öncelikle Allah’ın talep ettiği insan modeline göre yaşamaya çalışmaları gerekir. Bu da ahiret inancının hesap verme, sorumluluk ve sonsuzluk bilincini beslemesiyle mümkündür. Dahası ilişkisel sorunlarla, maddi ve manevi sıkıntılarla, bedensel hastalıklarla ve yaşanan travmatik hadiselerle başa çıkabilmek için geçici anlamlara takılmadan dünya ve ahiret dengesini gözetmek, kadir-i mutlak Allah’a gönülden bağlanmak ve “gönül’süz dinsellikten gönül’lü dinî yaşayışa (sırat-ı müstakime)” doğru yol almak gerekir. Bu noktada içerisinde bulunduğumuz ramazan iklimini de ahlaki olgunluk için çabalama, olumsuz duyguları ve arzuları kontrol edebilme yani silkinme ve kendimize gelme hususunda mümtaz bir fırsat olarak değerlendirebiliriz.