Makale

DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI 100 YAŞINDA YÜZ YILIN KISA BİR MUHASEBESİ

DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI
100 YAŞINDA
YÜZ YILIN KISA BİR MUHASEBESİ


Dr. Mehmet BULUT
DİB Emekli Başkanlık Müşaviri


Mart 2024 tarihi itibarıyla Diyanet İşleri Başkanlığı yüz yaşına girdi. Bu vesileyle geçen sürenin kısa bir değerlendirmesini yapmak istiyorum. Tabii, bir dergi makalesi çerçevesinde bu süreci hülasa etmek zor, bu nedenle belki bu yazı sadece kısa bir muhasebe denemesinden ibaret olacaktır.
Önce Başkanlığın kuruluş olayına kısa bir göz atalım. Diyanet İşleri Reisliğinin kurulmasına da imkân veren 3 Mart 1924 tarihli ve 429 sayılı kanunun asıl konusu, Milli Meclis Hükûmetlerinde yer alan iki vekâletin, Şer’iye ve Evkaf Vekâleti ile Erkan-ı Harbiye-i Umumiye vekâletlerinin lağvı, yani kapatılmasıdır. Nitekim kanun için yazılan gerekçenin özünü bu iki vekâletin lağvına duyulan zaruretin ifadesi teşkil eder. O da din ile ordunun siyaset cereyanlarıyla alakadar olmasının mahzurlu görülmesi, dolayısıyla din ile ordunun politikanın dışında tutulması... Hemen belirteyim, bu tasavvur ve talepler Osmanlının son dönemlerinden itibaren çeşitli mahfillerde dile getirilmişti; kısaca, Şeyhülislamların siyasi bir oluşum olan kabinelerde yer almaması gerektiği, zira bunun o makamı yıpratıcı bir hâl olduğu ileri sürülüyordu. Mesela deniyordu ki bir vekilin yaptığı bir yolsuzluk dolayısıyla düşen hükûmetle birlikte Şeyhülislam da düşmemeli. Bu defa aynı şey, 1920-1924 yılları arasında Büyük Millet Meclisi hükûmetlerinde din hizmetlerini deruhte etmiş olan şer’iye vekili için telaffuz edildi.
429 sayılı kanunla sözü edilen iki vekâlet kapatılırken o hassas iki alanda boşluğa da fırsat verilmeyerek bu kanuna ilave edilen maddelerle iki riyasetin kurulması sağlandı. Konumuzu ilgilendiren yönüyle söylersek sonuçta, kapatılan Şer’iye Vekâletinin bir kısım hizmetlerini ifa etmek üzere Başvekâlete bağlı bir “Diyanet İşleri Reisliği” kuruldu. İlgili maddelerdeki sıralanışı göz önünde bulundurarak söylersek cümlemizi, “Bu kanunla önce reisliğin kuruluşu, ardından da sözü edilen vekâletin kapatılışı hükme bağlandı.” şeklinde de kurabiliriz.
Muhtemeldir ki yukarıda belirtilen gerekçe, yani dinî idarenin politikanın dışında tutulması ve kapatılan vekâlet yerine bu adla bir din hizmetleri teşkilatının kurulması öngörüldüğünden, din hizmetlerine hususi bir alakası olan dönemin mebusları Şer’iye Vekâletinin lağvına fazla tepki göstermemişlerdi.
Başvekâlete bağlı bir reislik olarak kurulan Diyanet teşkilatı, kendisine biçilen statü itibarıyla elbette bir Şer’iye Vekâleti, bir meşihat makamı değildi; bunların devamı da sayılmazdı. Siyasi erk, devlet teşkilatı içinde küçük ve yetkileri son derece sınırlı bir birimin varlığına izin vermişti. Kendisine biçilen görev kısaca, dinin inanç ve ibadetleriyle ilgili işlerini yürütmek, camilerin ve cami görevlilerin, tekke ve zaviyelerin idaresine bakmak idi. Müftüler de Diyanet İşleri Reisine bağlanıyordu. Vakıflar ise bu kanunla ayrı bir birim olarak tanzim edilmişti. Buna rağmen Diyanet İşleri Reisliğine menşe ve dayanak yine de Şer’iye Vekâleti, geriye doğru ise Şeyhülislamlıktır. Zaten temel mesele en geniş manasıyla dinî hizmetlerin ifası ise onu tarihteki emsalinden kesin hatlarla ayrı mülahaza etmek mümkün değildir. Bu hususu örneklendirmeye çalışayım: 429 sayılı kanun, Diyanet için bir teşkilat kanunu değildi; son derece basit bir teşkilat kanunu ancak 1935’te çıkartılabildi. Bu süreçte Reisliğin bütçe kanunları da teşkilat kanunu oluyordu, fakat bunlar da sadece kadro ve ücretleri belirliyordu. Durum böyle olmasına rağmen Reisliğin kuruluşundan itibaren cami hizmetleri, müftü ile vaizlerin seçim ve tayin işlemleri belli kurallar çerçevesinde sürdürülüyordu. Bu görevliler belli prosedür dâhilinde hizmet veriyorlardı. İşte bütün bunlar, Osmanlı döneminde tanzim edilmiş düzenlemeler çerçevesinde yapılıyordu; ta ki Cumhuriyet idaresince yeni düzenlemeler yapılıncaya kadar. Mesela bir Osmanlı mevzuatı olan 1913 tarihli Tevcih-i Cihat Nizamnamesi, Reislik döneminde 1928 yılında bir Cami Hademeleri Nizamnamesi çıkartılıncaya kadar hayrat hademesine ilişkin bir yasal düzenleme olarak devam etmişti. Gerek bu tüzük gerekse teşkilata ilişkin kanunların çıkışından itibaren de bazı uygulamalar Osmanlıdan müdevver kurallar çerçevesinde oluyordu. Bu hâl, devletin diğer kurumları için de söz konusuydu.
Reisliğin kuruluşunun ilk başlarda bir heyecan uyandırdığı, din hizmetleri adına ona bir ümit bağlandığı söylenebilir. Ancak çok değil, kuruluşunun üçüncü yılından itibaren bu teşkilat, siyasi idare nezdinde âdeta unutulmaya terk edilecektir. Bu durum, 25-30 yıl sürecektir. Mesela 1950’lere geldiğimizde bile Başkanlık bir apartman dairesinde hizmet etmekteydi. Bilhassa hayrat hademesi… Ücretlerini vakıflar idaresinden alan maaşlı cami görevlileri bile maddi yoksunluk içindeydi. Aradan yıllar geçmesine rağmen aldıkları ücret artırılmamıştı. Bunun yanında Reisliğin kuruluşundan itibaren en az elli yıl boyunca köylere imam bulmakta güçlük çekildi. O yıllarda ülke nüfusunun çoğunluğunun köylerde oturduğunu göz önünde tutarsak durumun vahameti daha iyi anlaşılacaktır. Ücretlerini köy ahalisinin ödediği köy imamlarının hâli ise içler acısıydı. Her şeye rağmen, bu süreçte merkezde az sayıdaki müşavere heyeti azası ve diğer memurlar, taşrada müftülerimiz, vaizlerimiz, imam ve hatiplerimiz, müezzin ve kayyımlarımız din hizmeti verebilmenin gayreti içinde olmuşlardır. Onlar, bu müesseseye sahip çıkmış ve onun kapatılmasına fırsat vermemek için azami titizliği göstermiş, sabır ve sebatla bu emanetin yeni kuşaklara devrini sağlamışlardır.
Bir alışkanlık eseri olsa gerek, Diyanet ve hizmetleri söz konusu olduğunda 1950 tarihi âdeta bir milat kabul edilir, bir çırpıda 1950 sonrasında rahatlama yaşandığı dile getirilir. Bu kanaatin pek de doğru olmadığını düşünüyorum; bilakis, maddi imkânlar açısından Diyanetin ve din hizmetlilerinin mağduriyeti 1990’lı yıllara kadar sürmüştür. Ancak yüz yıl sonra bugün bu müessesenin hangi amaçla, hangi niyetle kurulduğunun tartışılmasının, bu süreçte yaşanan sıkıntı ve problemleri sayıp dökmenin fazla bir anlamı ve faydası olmayacağı kanaatindeyim. Bu teşkilatı günümüze taşıyan zevatın da konunun bu yönüyle fazla ilgilenmediğini, bunun yerine ellerindeki küçük imkânları olabildiğince bereketlendirerek din-i mübin-i İslam’a hizmet etmeye, namüsait şartlarda bile milletin manevi hayatına yön vermeye çalıştıklarını görüyoruz.
Yüz yıl, bir teşkilat için kemal yaşı kabul edilebilir; tarihimizdeki din hizmetleri kurumları göz önünde tutulduğunda ise Başkanlık genç sayılabilir. Nihayet, bu sürenin en az yetmiş yılını idrak etmiş insanlarımızdan hâlen hayatta olanlar vardır. Bununla birlikte Başkanlığın bu yeni yüzyılı, teşkilat mensupları olarak bizlerin bir muhasebe yapmasına, işimize yeni bir şevkle sarılmasına da vesile olmalıdır.
Öncelikle kabul edelim ki Türkiye, geleneğine ve tecrübesine uygun olarak dinî idare konusunu Diyanet İşleri Reisliği ile çözmüştür. Kuşkusuz resmî veya sivil herhangi bir müessesenin kuruluşunda herkesin amaç ve beklentisinin aynı olması beklenemez. Dolayısıyla devlet bünyesinde bir Diyanet teşkilatına yer verilirken farklı beklentilerin olması tabiidir. Kanaatimizce bu noktada en önemli husus, toplumun kahir ekseriyetinin bu kuruma bakış tarzı, bu kurumdan beklentileri ve kurumun da bu beklentilere cevap verebilme keyfiyetidir.
Bir hazan mevsiminin ardından, sürekli bir gelişme göstererek Diyanet İşleri Başkanlığının bugün geldiği nokta fevkalade önemlidir. Günümüzde hizmetleri ülke boyutunu çoktan aşan bir kurumdur Başkanlık. Keza sahip olduğu imkânlar şükrü gerektiren bir kemiyettedir. Bu imkânlara paralel olarak elbette günümüzde yapıp ettiklerimiz dünle mukayese edilemeyecek kadar ileridedir, öyle de olmalıdır.
Bugün, biz görevlilere düşen, sağlanan imkânları azami şekilde hizmete tahvil etmek, bu müessesenin prestijini yükselterek din hizmetlerini çağın ihtiyaçları düzeyine çıkarmaktır. Mensuplarımız, Türkiye’nin dinî hayatına en üst düzeyde katkı sağlamanın yollarını aramalıdırlar. Toplumda yaygın dinî cehaletin giderilmesi en başta Diyanet mensuplarına düşmektedir. Önemli görevlerimizden biri de bu müesseseyi söz, davranış ve faaliyetlerle tartışılır hâle getirmekten sakınmaktır.
Mevcut maddi ve insan kaynaklarımızın daha iyi değerlendirilmesi hâlinde topluma sunulacak din hizmetlerinin çok daha iyi bir düzeye ulaşacağını, buna dayalı olarak İslami hayatın ülkemizde daha bir canlılık kazanacağını ümit edebiliriz. Esasen bu millete dinini, diyanetini hakkıyla belletmek ve İslam’ın güzelliklerini yaşamalarına rehberlik etmek, üzerimize terettüp eden hem dinî hem de resmî bir vecibedir. Hâliyle çağın getirdiği birtakım sosyal problemlerin çözümünde İslam’ın insanlığa bahşettiği yüce değerlerin birey ve topluma kazandırılması doğrultusunda Başkanlık mensupları olarak daha fazla çaba göstermemiz icap etmekte. Toplumda fanatizmin, menfaatçiliğin, ahlaki yozlaşmanın; genç neslin hayatını ve geleceğini karartan yıkıcı sapkınlıkların önüne geçmede, toplumsal barış ve huzurun temininde, birlik, beraberlik ve kardeşlik duygularının pekiştirilmesinde; uzlaşma ve müsamaha kültürünün oluşturulmasında; şiddet ve terörün minimize edilmesinde Diyanet İşleri Başkanlığı ve personelinin hizmetleri büyük önem arz etmektedir. Bu doğrultudaki faaliyetlerimizi daha verimli hâle nasıl getirebiliriz sorusu etrafında kafa yormalıyız. Bu ülke halkını din konusunda gayrıya ihtiyaç bırakmamayı, başka mercilerden müstağni kalabilmelerini sağlamayı hedef ittihaz etmeliyiz. Sözü edilen alanlarda Diyanetin daha etkin hâle gelmesinin mücadelesini vermeliyiz. Olabildiğince daha fazla insanımıza ulaşabilmenin yollarını aramalıyız.
Sadece günümüzü düşünmekle de yetinemeyiz. Bundan elli yıl, yüz yıl sonrasına nasıl bir din hizmetleri teşkilatı devredilecek? Yüz yıl sonra neslimizin dinî hayatı, Diyanetin birinci yüzyılındakine göre nasıl olacak? Bunların da muhasebesini şimdiden yapmak gerekir diye düşünüyorum.
Reisliğin kurumsal bir kimliği olduğunu belirtmeliyiz. Bütün bir süreçte, hiçbir ilmî tetebbua dayanmayan indî mülahazalara peşin hükümlere itibar edilmemiştir. Dönemin şartları ne olursa olsun, bu teşkilat, din-i mübin-i İslam’ın temel ilkelerinden, sabitelerinden asla taviz vermemiş, dine mugayir bir icraata açık kapı bırakmamıştır. Bu, 1930’lu, 1940’lı yıllar için de böyledir, 1980’li, 1990’lı yıllar için de… Nitekim bütün bir tarihi boyunca halkın Diyanet’e bu yönde bir tarizi olmamıştır.
Diyanet mensupları din adına menfi amaçlara hizmet etmemiş, zorluklara göğüs gerip sabır ve teenniyle hareket ederek “vakt-i merhununu” beklemiş ve böylelikle bu müessesenin günümüze ulaşmasını sağlamışlardır.
Kısaca, günümüz Diyanet mensupları, binbir zorlukla kendilerine ulaştırılan bu emanetin kıymetini müdrik olmalı, ona sımsıkı sahip çıkarak gelecek yıllara daha güçlü olarak aktarmalıdırlar.
Özellikle zor dönemlerde hayatlarını din hizmetine adamış geçmişlerimizi hayırla yâd etmek de bir kadirşinaslık görevi olacaktır. Onlar, zor zamanlarda müessesemizi ayakta tuttular, mabetlerimizin bekçiliğini yaptılar; minarelerimizi ezansız, mihraplarımızı Kur’an’sız, minberlerimizi nasihatsiz bırakmamaya gayret ettiler. Bugün din hizmetlerinde belli bir noktaya gelmişsek bunda, her şeye rağmen onların özverili çabalarının, katlandıkları sıkıntıların önemli payı olduğunu hatırlamamız gerekir.