Makale

ÇALIŞMAK Bir AŞK ve Heyecan İşidir

ÇALIŞMAK
Bir AŞK ve Heyecan İşidir

Doç. Dr. Fikret Karaman
Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı

Her toplumun öncelikli amacı, ekonomik yönden güçlü olmak ve kalkınmaktır. Bu dereceye ulaşmak ise; ancak toplumu meydana getiren fertlerin ortak gayretleri ve çalışmalarıyla mümkündür. Çünkü normal hayatın devam etmesi için Yüce Allah’ın yarattığı değişmez kanunlarından biri de çalışmaktır. Bu nedenle, kâinatta yaşayan her canlı söz konusu kanun çerçevesinde varlığını sürdürmek için çalışmak zorundadır. Maddenin en küçük parçası kabul edilen atomda bile, elektronlar çekirdek etrafında son sür’atle dönmediği takdirde dengesi bozulur ve atom parçalanır. Gezegenler güneş etrafındaki hareketlerine devam etmeyip ara verirse, âlem yıkılır. Bedendeki kalp çalışmazsa hayat son bulur. Görülüyor ki çalışma olmadan hayat ve hareketliliğin devamı mümkün değildir. Bu nedenle, insanın amaç ve hedeflerine ulaşmasının tek yolu gayret, alın teri ve çalışmaktan geçer. Çevremize bakıp dikkatlice düşündüğümüzde; yaşadığımız âlemde ne varsa her şeyin bize hizmet için bir iş ve görev yaptığına şahit olmaktayız. Güneş, ay ve yıldızlar yiyeceğimiz ekmeğin buğdayını, meyvemizi, sebzemizi, canlıların besinini, kısaca yaşayabilmemiz için gerekli her şeyi hazırlamak üzere her biri ayrı bir iş görmekte, bir ışık vermekte, âdeta uzayda birer gemi gibi İlâhî hâzineden canlıların rızkını taşımaktadır. Bütün bu olup bitenlerden anlaşıldığı gibi çalışma hayatı ve dengesinin oluşumunda bir ahenk, düzen, aşk, sevgi ve samimiyet görünmektedir. Hiçbir zerre, seyrinden faaliyetinden geri durmuyor. Yer yürüyor. Gök yürüyor. Hiç biri âtıl değil. Hepsi çalışıyor. Cansız gördüğümüz toprak bile yaratılışından beri bir an durmaksızın tohumunu geliştirip yeşertmektedir. Bulutlar ise su ve rahmet indirmektedir. İşte esas hayatı anlamlı ve yaşanır hâle getiren, tabiatı ve insanı her zerresinde var olan bu aşk ve heyecandır.
Yeryüzünün emanet ve sorumluluğunu yüklenen insanın yapması gereken birçok iş ve hizmet vardır. Çünkü bu işlerin düzenlenmesi, değerlendirilmesi ve istifade edilir hâle getirilmesinin sorumluluğu insana verilmiştir. Yüce Allah da, bu İlâhî düzene uyum sağlamamız bakımından bize çeşitli kolaylıklar İhsan etmiştir: "O, yeryüzünü sizin ayaklarınızın altına serendir. Haydi onun üzerinde yürüyün ve Allah’ın rızkından yiyin." (Mülk; 15) Şüphesiz ki yeryüzünün üzerinde yürümekten maksat; öncelikli olarak dağ, deniz ve bunların altlarında bulunanları keşfetmek ve tanımaktır. Ayrıca yer altı ve yer üstü kaynaklarıyla içindeki rızıklardan ve nimetlerden yararlanmaktır.
Genel olarak İslâm dini, çalışıp kazanmayı, hayırda yarışmayı, helâl ve temiz kazancından bağışlamayı emreden bir dindir. Her zaman veren el, alan elden üstündür. Yüce Allah bu prensibe uyum sağlamamız açısından şöyle buyurmuştur: "Yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan nasibinizi arayın." (Cuma, 10) "Dünyadan da nasibini unutma." (Kasas, 77) Görüldüğü gibi Cenab-ı Hakk bize uzak yakın demeden yeryüzüne dağılıp çalışmayı ve nasibimizi aramayı hatırlatmaktadır. Sevgili Peygamberimiz (s.a.s)’ de çalışmanın önemini şöyle vurgulamıştır: "Allah kişinin çalışmasını, üretimde bulunmasını, ailesini geçindirmesini; Allah yolunda cihad, gündüzleri oruç ve geceleri namazla geçirme ile bir tutmuştur." (Buhari; Nafaka, 1) "Servet bir Müslüman için ne güzel arkadaştır. Yeter ki o, servetinden fakire, yetime ve yolcuya vermiş olsun." (Buhari, Edebü’l Müfred, c. 2, s.72) Haşan Basri ise, çarşı ve pazar yerlerini Allah’ın kulları için hazırladığı bir sofraya benzeterek, buralara gelenlerin mutlaka nasiplerini alacaklarını belirtmiştir. Bu nedenle gayret, ısrar ve azimle çalışan herkes mutlaka karşılığını alacaktır. Nitekim Hz. Ömer de, rızık ve kazanç temininde tembel tembel oturup da ya Rabbi beni rızıklandır denmesini kınayarak şöyle demiştir: "Bilirsiniz ki gökten ne altın yağar ne gümüş." Gerçekten bu anlayış ve uygulama ilk Müslümanları harekete geçirerek başarıdan başarıya ulaştırmıştır. Ashab-ı Kiram, karada ve denizde ticareti geliştirmiştir. Derinliklerden su çıkararak bağ, bahçe ve hurmalıklar yetiştirmiştir. Böylece onlar haklı, doğru ve adil davranışlarıyla insanlık tarihini örnek hatıralarla süslemişlerdir. Romalıların sekiz yüz yılda ulaşamadıkları yerleri, Müs- lümanlar seksen yılda kontrol altına almayı başararak, sadece toprakları değil üzerinde yaşayan insanların gönüllerinide feth etmişlerdir. Bu aşk ve heyecanı taşıyan nesillerin başarıları, Selçuklular ve OsmanlIlar devrine de yansımıştır. Çağımızda tarihî hazine olarak ifade edilebilecek kitap, minyatür, müze, medrese, türbe, cami, han, hamam gibi diğer fizikî eserler bunun en güzel örnekleridir.
İnsanların yeryüzündeki geçimlikleri taksim edilmiştir. Allah’ın bize ayırdığı rızkı arayıp bulmak ancak onun sebeplerine yapışmakla mümkün olur. Zira helâl lokma için çalışmak ibadet sayılmıştır. Çünkü cihadın asıl anlamı; çalışmak, çabalamak ve didinmektir, insan ancak çalışması oranında başarıya ulaşabilir. Bu aşk ve samimiyet sonunda Allah’ın yardım ve ilhamıyla insanların ruhları gizliliklere uzanıyor ve o bilinmeyen şeyleri görünür (şühud) âlemine, diğer bir ifade ile insanların hizmetine sunma mutluluğuna kavuşuyor. Allah bu hususta bal arısının gayretini, çalışma disiplinini ve başarısını da bize örnek olarak göstermektedir: "Rabbin bal arısına şöyle ilham etti: "Dağlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan (kovanlardan) kendine evler edin." "Sonra meyvelerin hepsinden ye de Rabbinin sana kolaylaştırdığı (yaylım) yollarına gir." Onların karınlarından çeşitli renklerde bal çıkar. Onda insanlar için şifa vardır. Şüphesiz bunda düşünen bir (toplum) için bir ibret vardır." (Nahl, 68-69)
Gerçekten çalışma, üretim ve verim bakımından bal arısında alınacak öemli ibretler vardır. O her şeyden önce çalışkan, kararlı, disiplinli ve başarılıdır. Bu mesai ve gayretin karşılığında insanlar için şifa kaynağı olan balı üretmektedir. Fahreddin Razî arının çalışma aşkını ve heyecanını arıya veren içgüdünün belirtilerini şöyle açıklamaktadır: "Arı dalağını eşit kenarlı altıgen gözcükler şeklinde örmektedir. Birbirine eşit bu gözcükler o kadar mükemmeldir ki insanın bunu cetvelsiz, pergelsiz yapması mümkün değildir. Şayet bunlar altıgen değil de başka geometrik biçimde olsaydı, gözcükler arasında işe yaramaz boşluklar kalacaktı. Altıgen olduğundan gözcükler arasında hiç boşluk bulunmamaktadır. Diğer yandan arılar arasında bir başkan vardır. Çalışma programlarında ortak hareket etmekle beraber, yönlendirme bu lider arıya aittir. Yuvadan topluca ayrılmaktadırlar. Kimin hangi bölgeye ve hangi çiçeğe konacağı işaret ve ses gibi iletişim yöntemleriyle sağlanmaktadır. Böylece balın rengi arının yaşadığı bölgeye göre değişir. Balın şifa olduğu ise tıbben sabittir. İşte bütün bunlar Allah’ın arıya verdiği içgüdü ile olmaktadır. İş ve çalışma aşkına bundan daha büyük bir örnek olamaz. Diğer yandan içgüdü vahye benzediğinden "Rabbin, arıya vahyetti" denilmiştir." Bu örnek ve hikmet dolu çalışma yöntemini karınca ve ipek böceği gibi canlılar âlemindeki örneklerle desteklemek mümkündür. Ancak biz sözü tekrar bütün canlıların en şereflisi olan insan üzerinde yoğunlaştırmak istiyoruz. Çünkü Yüce Allah ona akıl, irade, kabiliyet, anlayış, konuşma, düşünme muhakeme, hareket ve intikal gibi imkânlar vermiştir. Söz konusu imkân ve fırsatların yerinde, zamanında ve usulüne uygun olarak değerlendirilmesi durumunda mutlaka karşılığını alacağı bildirilmektedir. Bu bağlamda insanlar ısrarla çalışmaya, akıl ve deneyimlerini ön plâna çıkararak üretmeye teşvik edilmişlerdir. Çağımızda karşılaştığımız olaylar da var olmak için çalışmanın ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Eski Alman başbakanlarından Bismark bu hususu şöyle vurgulamaktadır: "Gençliğe üç öğüdüm var: Çalışın, çalışın, çalışın; çünkü çalışmak sıkıntıdan, kötülükten ve yoksulluktan uzaklaştırır. Zira basit bir adamın elinden geleni yapmaya çalışması, zeki bir adamın tembelliğinden iyidir." Dünyanın zenginlikleri ve kaynakları insanlara zarar vermek için değil, onlara yararlı olması için kullanılmalıdır. Bu hususta da erken kalkan ve çok çalışan kârlı çıkacaktır. Aslında bu sonuç Allah’ın adâletine de aykırı değildir. Bu konu Kur’an-ı Kerim’de şöyle açıklanmıştır: "...Herkes kazandığına karşılık bir rehindir." (Müddesir, 38; Tur, 21), "İnsan için ancak çalıştığı vardır. Şüphesiz onun çalışması ileride görülecektir." (Necm, 39-40) Bu ayet meallerinden de anlaşıldığı gibi herkes ancak çalıştığının karşılığını alacaktır. Tembellik, yalan, hile, yanlışlık ve tesadüfe yer bırakılmamıştır. Ünlü İngiliz yazar ve siyaset adamı Addison bu konuda şunları söylemiştir: "Hiçbir başarımda tesadüfe borçlu değilim. Buluşlarım da tesadüfün değil, çalışmalarımın eseridir."
Şüphesiz ki çağımızda gelişmiş ve kalkınmış ülkelerin bu düzeye bir rastlantı sonucu değil, plânlı ve programlı bir çalışma ile ulaştıklarını düşünmek daha doğrudur. Bir uzak doğu ülkesi olan Japonya halkı örf, âdet ve geleneklerine bağlı kalarak sanayi ve teknolojide zirveye doğru tırmanmaktadır. Nerede ve ne zaman duracağı henüz belli değildir. Amaç ve hedeflerini genişleterek yeni buluş ve üretimlere doğru yol almaya devam etmektedir. Batı ülkeleri de çalışma, iş ve üretim hayatına kilitlenmiştir. Gizli bir rekabet ve iş bölümü ile çalışmalarına devam etmektedirler. Fakat Müslüman ülkelerin coğrafyası üzerinde yaşayan 1,5 milyar nüfusu aşan insanlık âleminde istinaî durumlar hariç yoğun bir heyecan ve hareketlilik görünmemektedir. Bu, İslâm’ın emri ve kaderi değildir. Tarihten gelen bir haslet de değildir. Çünkü İslâm dünyası geçmişte kendini kanıtlamış ve büyük hatıralarla tarihe altın sahifeler yazdırmıştır. Bu yüzden hâlen İslâm âleminin bulunduğu nokta, istenen ve olması gereken bir yer değildir. Daha ileri bir konumda olmak zorundadır. Çünkü İslâm’ın bütün kaynakları ve değerleri de bunu ön görmektedir. Bu nedenle en büyük ümidimiz, İslâm âlemindeki bu ters orantılı işlemin bir an önce düzelmesidir. Zira insanlık bunu dünya barışı ve huzuru için büyük bir ümit, heyecan ve hasretle beklemektedir.
Sözlerimizi bir Fransız bilim adamı olan Müellif Güstov Lebon’un yıllar önce M. Akif’le yaptığı bir sohbette işaret ettiği şu tespitle tamamlamak istiyorum: "Canım efendim, beni meraktan kurtarınız. Bu nasıl oluyor! İslâm medeniyetini senelerce tetkik ettim. Şark’ı çok dolaştım. Dininizin çalışmaya verdiği önemi iyice inceledim. Ayrıca Allah, peygamberlerin en faziletlisini size göndermiş, kitapların en mükemmelini sizin elinize vermiş, iklimlerin en güzelini, toprakların en zenginini, insanların en muti- ini ve en zekisini size vermiş fakat hâl böyle iken nedir sizin hâliniz? Nedir bu sizin sefaletiniz?" Evet bu sorunun cevabı üzerinde düşündüğümüz an kurtuluş ve çözüm anımız da yaklaşmış demektir.