Makale

Geleneksel Kültürümüzde Aşk

Geleneksel Kültürümüzde
Aşk

Yard. Doç. Dr. Zülfikar Güngör
Ankara Ü. ilahiyat Fakültesi

Arapça bir kelime olan aşk, bir şeyi çok arzulamak, şiddetli sevgi, bir varlığa tutkunluk gibi anlamlara gelmektedir. Aşka yakalanmış insana âşık, sevilen varlığa ise maşuk denilmektedir. Aşk hislerimizle ilgili bir hâl olduğu için tam olarak tanımlanması mümkün olmayan bir duygudur. Ancak böyle olmakla birlikte bu duyguyu şu veya bu şekilde yaşamış olan âşıkların sözlerinden ya da davranışlarından hareketle aşk üzerinde bir şeyler söylemek mümkün olabilmektedir. Biz de bu yazımızla geleneksel kültürümüzde aşkın nasıl izler bıraktığını, bazı örneklerden hareketle, sîzlerle paylaşmak istiyoruz.
Ana hayat damarlarından birisini yüce dinimizin oluşturduğu geleneksel kültürümüzün özünde ve merkezinde aşkın olduğunu söylemek bir abartı olarak görülmemelidir. Çünkü, sanat eserleriyle, edebiyatıyla, mimarisiyle asırlara damgasını vuran Türk-lslâm Medeniyeti, aynı zamanda bir aşk ve sevgi medeniyetidir. Aşk, korumayı, imar etmeyi, duymayı ve duyurmayı mümkün kılan bir duygudur. Aşk olmadan meşk olmaz, atasözümüz bunun en güzel ifadelerinden birisidir.
’Aşk başta karar etse, akıl baştan firar eder’, ’Aşk başa belâdır, müşkil iptilâdır’, ’Aşk ateşten gömlektir’, ’Aşk demirden leblebidir, çiğneyene aşk olsun’, ’Aşk ağlatır dert söyletir’, ’Âşık, âlemi kör, dört tarafını duvar sanır’, ’Âşık dünyayı maşukunun aynası sanır’, ’Âşık ile delinin farkı, biri gülmez, biri ağlamaz imiş’ vs. şeklinde aşka ve âşığın hâllerine dair çok sayıda atasözümüz, geleneksel kültürümüzün bir aşk kültürü olduğunun dilimizde yaşayan şahitlerindendir.
Asırlardır halkımızın gönlüne tercüman olan yüzlerce türkümüzün birçoğunun bir aşk hikâyesini anlatması; en güzel şarkı güftelerimizin aşk üzerine yazılması; masallarımızın hemen tamamında bir aşk öyküsünün anlatılması ve sevenlerin mektuplarında yazılan yüzlerce mâninin aşk ve sevgiyle ilgili olması da, kültürümüzde aşkın temel unsurlardan birisi olduğunu göstermektedir.
Aşkla girdim yollara Gittim ırak illere Seni ben sevmeseydim Düşmez idim dillere
Her biri bir söz ustası olan şairlerimizin, halk ve Hak aşıklarımızın şiirleri incelendiğinde varılacak nokta, yine aşkın en önemli ilham kaynağı olduğudur. Çünkü söze hayat veren ve bu kubbede hoş bir sada olarak yankılanmasını sağlayan içinde taşıdığı aşk duygusudur. Mevlâna bu hususu şu şekilde dile getirmiştir:
"Söz bengisudur, çünkü ledün bilgisinin aşkından doğmadadır. Aşkı canından eksik etme de iyi işlerin meyve versin, çoğaldıkça çoğalsın." Mecâzî aşk ve İlâhî aşk Geleneksel kültürümüzde aşkın mecazî ve İlâhî aşk şeklinde ikiye ayrılarak algılandığını ve anlaşıldığını görmekteyiz. Bu tasnifte mecazî aşkla ifade edilmek istenen, bir insanın karşı cinsten bir insana duyduğu sevgidir. Yüce kitabımız olan Kur’an- ı Kerim’de Züleyha’nın Hz. Yusuf’a olan aşkı anlatılırken Rabbimizin bu olayı ahsenü’l-kasas (en güzel hikâye) olarak nitelendirmesi, beşerî aşkın değerini ifade etmesi bakımından önemlidir. İlâhî aşktan maksat ise, bir insanın Allah’a karşı duyduğu sevgi ve muhabbettir. Aşkta ulaşılması gereken asıl nokta budur ve ’mecaz hakikatin köprüsüdür’ sözü, beşerî aşkın İlâhî aşka geçişte bir basamak oluşturacağını bizlere hatırlatmaktadır.
Hak aşığı Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî, beşerî aşkın İlâhî aşka geçiş için bir merhale ve İlâhî aşka tahammül edecek kıvama erişmek için bir fırsat olduğunu Divân-ı Kebir’de şu örnekle anlatır: "Gazi, alışsın, usta olsun da savaşsın diye önce oğlunun eline tahtadan yontulmuş bir kılıç verir.
İnsana âşık oluş da o tahta kılıca benzer, belâlara uğrayış sona erdi mi aşk, rahmet sahibi Tanrı’yadır artık."
Divan şiirimizin en büyük şairlerinden birisi olan Fuzûlî de, plâtonik aşk olarak isimlendirilen aşk anlayışında, beşerî aşkta vuslata ermemenin vereceği ızdırapla olgunlaşacak kişinin İlâhî aşka geçeceğini dile getirerek Mevlânâ’nın anlayışını paylaşır.
Kültürümüzün sözlü ve yazılı ifadesi olan edebiyatımıza baktığımızda, yukarıda belirttiğimiz her iki aşkın tezahürü olan çok sayıda ürünlerle karşılaşırız. Halk hikâyelerimizde veya mesnevîleri- mizde dile getirilen Kerem ile Aslı, Arzu ile Kamber, Tahir ile Zühre, Ferhat ile Şirin, Leyla vü Mecnûn vb. aşk hikâyelerimiz, beşerî aşkın en güzel anlatım tarzlarından sadece birkaçıdır. Bu hikâyelerin hemen hepsinde, beşerî aşkın insan üzerindeki etkisi; aklın gönlün hakimiyetine girmesi ve bir çeşit delilik hâlinin yaşandığı; aşk uğrunda katlanılan fedakârlıklar ve aşkın dermansız bir dert olduğu vb. dile getirilmektedir. Kerem’in, Aslı’nın dizinde bütün dişlerini çektirmesi; Ferhat’ın Şirin’e kavuşma aşkıyla dağları kazma ile delerek su getirmesi ve asıl adı Kays olan Mecnûn’un Leylâ’nın aşkıyla çöllere düşmesi ve aklını yitirmesi beşerî aşkın insan üzerindeki etkileri hususunda ilk akla gelen hususlardır. Bu imtihanları başarıyla aşabilen âşık İlâhî aşka namzet olacaktır.
Türk halk ve divan şiirinin usta şairlerinin şiirlerinde geçen, servi boy, kara göz, hilâl veya yay kaş, inci diş, yakut veya al dudak, ince bel, siyah saç, ay veya güneş yüz vb. teşbih unsurlarıyla anlatılan sevgi ve aşk, mecazî aşktır. Bu ve benzeri nitelikleri taşıyan sevgili, âşığın aklını başından almış ve onu türlü cefalara, sıkıntılara salmıştır.
Türk Tasavvuf ve Tekke Edebiyatı’nın hemen hemen bütün ürünleri ise, İlâhî aşkın tesiriyle söylenmiş şiirlerden meydana gelmiştir. Ahmet Yese- vî’nin Hikmetleri, Mevlânâ’nın Mesnevî ve Divânı Kebir’i, Yunus Emre, Niyazî Mısrî, Erzurumlu İbrahim Hakkı, Kuddûsî vs. gibi çok sayıda mutasavvıf şairimizin divanları ve Şeyh Galib’in Hüsn ü Aşk adlı mesnevîsi, İlâhî aşkın birer sembolleri gibidir.
Rabbimizin güzel isimlerinden birisi el-Vedûd’dur. Bu kelime, çok seven ve çok sevilen varlık anlamına gelmektedir. Buna göre dünyada her varlıktan çok sevilecek tek varlık, Allah’tır. Allah’ın dışında sevilecek bütün varlıklar, ancak yine O’nun için sevilebilir. Yani sevgide ölçü, hubbu li’llâh yani Allah için sevmektir. ’Âşıklık ve mülk, ortaklık kabul etmez.’ şeklindeki atasözümüzde de ifade edildiği, Allah aşkı ile bir başka aşkın bir arada bulunması mümkün değildir. Bir tahta iki padişah oturmadığı gibi, bir kalpte de birden faz-
la aşka yer yoktur. Yunus bunu aşağıdaki şiirinde ne güzel ifade etmektedir:
Aşkın aldı benden beni
Bana Seni gerek Seni
Ben yanaram dünü günü
Bana Seni gerek Seni
Ne varlığa sevinirim
Ne yokluğa yerinirim
Aşkın ile avunurum
Bana Seni gerek Seni
Allah aşkının tecelli yeri olan gönüllerin bu aşka lâyık bir mekân hâline getirilmesi gereklidir. Bunun için gönülde mâsivâya yani Allah’ın dışında hiçbir şeye yer verilmemelidir. Gönül her türlü kirden, günahtan arındırılmalı ve tertemiz bir hâle getirilmelidir.
İlâhî aşk, hayatın gayesi ve varlık sebebidir. Bu aşk olmasa kâinat olmazdı ve kâinatın doğru anlaşılması da ancak bu aşkla mümkün olacaktır, insanın insanlığının hakikatini kavraması ve ölmeden önce ölme sırrına erebilmesi; yoklukta varlığı bulması yani fenâ’ya ererek bekâyı idraki, ancak İlâhî aşkla gerçekleşebilecektir. Fuzûlî’nin şu rubâisin- de, âlemde var olan her şey olarak tarif ettiği aşk da, İlâhî aşktan başka bir şey olmasa gerek:
ilim kesbiyle pâye-i rif’at
Bir hayâl-i muhâl imiş ancak
Aşk imiş her ne var âlemde
ilim bir kîl ü kâl imiş ancak
İlâhî aşka eren âşığın tek hedefi vardır, o da Rabbi ve O’nun rızasıdır. Cennet ve cehennem, varılacak veya kaçınılacak hedefler değildir böyle aşıklar için. Yunus bu durumu şöyle ifade eder:
Aşık mı direm ben ana
Tanrının uçmağın seve
Uçmak hod bir tuzak durur
Eblehler canın tutmağa
İlâhî aşka eren kişi, bu aşkı için her türlü cefaya katlanır; canını bu yolda kurban etmeyi bir vazife olarak görür. Ölümü şeb-i ârus, yani sevenin sevdiğine kavuşma gecesi, vuslatı olarak kabul eden Mevlânâ, Divân-ı Kebir’inde Hak aşığının ölüme bakışını şöyle dile getirmiştir:
"Canı Sen aldıktan sonra, ölüm şeker gibidir;
Seninle olduktan sonra ölmek, tatlı candan da tatlıdır bize.
Kaldır şu örtüyü gizleme gerçeği; ölüm ateş gibidir amma Tanrı Halîi’ine bahçedir âb-ı hayattır."
İlahî aşk sınırı olmayan bir ummandır, okyanustur. Ona dalan âşık ondan başka hiçbir şey görmez. Onun her şeyi baştan ayağa aşktan ibarettir. Onun hayatında aşktan başka bir şey yoktur. Mutasavvıf şairlerimizden Kuddûsî’nin şu dizeleri aşk okyanusuna dalmış âşığın hâlini ne kadar güzel tasvîr etmektedir:
"Benim başımda tâcım aşk, libâs-ı fâhirimdir aşk
Taamım aşk, içtiğim aşk, gıdamdır aşk bir zîbâ
Benim vird-i zebânım aşk, cân içinde kâim aşk
Bedenden tatlı cânım aşk, içinde doludur hâlâ
Refîkîm aşk zahîrim aşk, delîl-i mürşidimdir aşk
Sadîkım aşk habîbim aşk, tabîbim aşk ra’nâ
Benim seyf-i sitânım aşk, dahi tîr-i rimâhım aşk
Benim muhkem hisârım aşk, bana Hak eyledi i’tâ
Benim çâr unsurum aşkdur, mürekkeb olmuşum andan
Atam anam benim aşkdur, beni doğurdu gûyâ"
Mecazî ve İlâhî olanıyla aşk hakkında söylenecek daha çok sözün var olduğunu biliyoruz. Sınırsız bir okyanus olan aşkı anlatmaya sözlerin yeterli olamayacağının da bilincindeyiz. Bu duygular içinde yazımıza son verirken, beşerî ve İlâhî ayrımı yapmaksızın, geleneksel kültürümüzdeki verilerden hareketle, aşkla ilgili yapmış olduğumuz şu tespitlerimizi sizinle paylaşmanın yararlı olacağına inanıyorum.
Aşk içinde dermanı olan bir dert; âşık ise bunun farkında olan kimsedir. Herkes derdinden kurtulmak ister, âşık ise derdinden memnundur.
Aşk aklın değil, gönlün hâkim olduğu bir hâl; âşık da aklın değil gönlün sesine kulak veren kimsedir.
Eğer aşka dair bir sözlük hazırlanacak olsa, bunda bulunacak ve bulunamayacak sözcüklerden bazıları şunlar olurdu:
Yokluk var, varlık yok.
Vermek var, almak yok.
Korumak var, korunmak yok.
Fedakârlık var, karşılık beklemek yok.
Ağlamak var, gülmek yok.
Hüzün var, sevinç yok.
Ayrılık var, kavuşmak yok.
Teslimiyet var, itiraz yok.
Dert var, derman yok.
Ölmek var, dönmek yok.