Makale

İnanç, Ruh ve Aidiyet Ekseninde Göç

Doç. Dr. Mevlüt Uyanık
Gazi Univ. Çorum İlahiyat Fak.

İnanç, Ruh ve Aidiyet Ekseninde
Göç

Günümüzde dünyanın her yerinde Türklere rastlamanız mümkün "göç" ettikleri her toprak parçasını nasıl bir "inanç" ve "ruh"la "yurt"laştırdıklarının, bunu nasıl bir "aidiyet" duygusuyla sağladıklarının tahlili gerekir. Bu aidiyet ve zihniyetin/ruhun temel dinamiklerini kavradığımız zaman, modern hayatın getireceği muhtemel bir kırılmanın ortaya çıkaracağı bireysel ve toplumsal sorunların ve yabancılaşmanın olumsuz etkilerini en aza indirgemek ve çözüme kavuşturmak mümkün olur. Fakat felsefe, kelâm/itikad, genel ve genetik sosyoloji, sosyal psikoloji ve morfoloji; yani coğrafî sosyoloji ve sosyal demografi bilimlerine ait "İnanç", "Ruh", "Aidiyet" ve "Göç" gibi girift kavramlardan bahsetmenin zorluğu da ortadır. Bu nedenle, reel durumdan hareketle Anayurt Türkiye’den Atayurt Türkistan’a yaptığım maddî ve manevî göçten, bireysel ve toplumsal değişim ve dönüşümlerden bahsederek "olan" ile "olması gereken" ilişkisine dair kavramsal temellendirmelerimi müzakereye açmaya çalışacağım.
Bir toplumsallaşma süreci olarak göç
İslâmiyet; insanın bu dünyada refah ve huzur, ahirette ise fe- lâh/kurtuluşunu temin eden temel ilkelerin en son ve mükemmel birlikteliğidir. Felsefe’nin amacı da Farabi’nin ifadesiyle "tahsilus’sa- ade"dir; yani ister felsefî ister dinî bilgiyi alın, her ikisinin de temel hedefi; insanın mutluluğunu temin etmektir. Bunun için, insanın adaletli ve mutlu bir ortamda yaşamasını temin etmek gerekir; bu ise ancak onu anlamak; sosyal, siyasal, ekonomik açıdan geçirdiği aşamaları; yani tarihini incelemekle olur. Özellikle Türk insanını anlamak istiyorsanız, Orta Asya’dan başlayan göç tarihini bir nevi toplumsallaşma süreci olarak tahlil edilmesi gerekir. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı forsunda gözüken 16 yıldızla simgelenen Türk devletlerini kurdurtan zihniyeti anlamak ancak maddî ve manevî göçleri, değişim ve dönüşümleri bilmekle olur.
Aidiyet ve asabiyet duygusunun oluşumunda göçlerin etkisi
Ibn Haldun’un ifadeleriyle söyleyecek olursak, asabiyet/aidiyet terimi "dayanışma duygusu", "sosyal bağlılık" ve "sosyo-politik kimlik" olarak tanımlanabilir. Toplumu ve devleti ayakta tutan temel motivasyon olan asabiyet kavramının incelenmesi, hem insanın göçerlik ve yerleşiklik/medenilik doğasını, bunlar arasındaki geçiş sürecini, olası kırılma ve yabancılaşma noktalarını; hem de egemenlik ve siyaset ilişkisini gündeme getirir.
Sosyal dayanışma ve sosyo-politik kimliğin ifadesi olan aidiyet/asabiyet teriminin tahlilini "Nesep" ve "Sebep" şeklinde ikili bir tasnifle yapabiliriz. Önce, nesep/soy unsurunu, ontolojik açıdan dünyanın her yerine dağılmamızı açıklaması nedeniyle göç kavramı merkezli açıklamak gerekir. Sonra sebep unsurunu inanç ve ruhun epistemo- lojik açıdan nasıl oluştuğunu, burada yaşanan en ufak bir kırılmanın bile nasıl değerlerine yabancılaşmaya, kimlik değişim ve dönüşümüne neden olabileceğini açısından incelenmelidir.
Aidiyet ve nesep ilişkisi bağlamında göç
Orta Asya’nın hırçın çocukları olan Türklere; uçsuz bucaksız bozkırların efendisi olmak yetmedi. Sarı denizden Atlas okyanusuna binlerce kilometrelik bir yürüşüye/göçe başladılar. Hunlardan Oğuzlara bin yıldan fazla sürdü Türklerin göç hareketi. Bu süre bile bireysel ve toplumsal açıdan birlik ruhunu, dayanışma gücünü göstermesi için yeterlidir. Ele geçirdikleri yeri yurt belleyenler de, geri dönenler de oldu. Maalesef, inanç ve dillerini zamanla kaybederek tamamen farklı bir aidiyet duygusuna sahip olanlarda görüldü. Hun, Saha (Yakut), Akhun, Avar, Bulgar, Uygur, Macar, Peçenek, Kıpçak boylarının göç hareketleri içinde en uzun ve sonuçları itibarıyla en önemlisi Oğuz boyununkidir.
Sürekli yer değiştirmelerine rağmen Atayurtta tutunmayı başaran Oğuzlar, 8. yüzyılda Batı’ya doğru büyük bir göç hareketi başlattılar. Üç yüzyıldan fazla süren göç hareketinde önce Seyhun Nehri’nden, Maveraünnehir’e, oradan Horasan üzerinden İran, Anadolu, Suriye ve Irak’a ulaştılar. Göç(ebe) bir yaşam içindeyken yerleşik düzene geçerek uzun soluklu devletler kurdular. Hun imparatorluğundan sonra kurulan Göktürk devletinin kurucu unsurlarından olan Oğuzlar, Selçuklu, Anadolu Selçuklu, Osmanlı, Türkiye Cumhuriyeti ile dünya siyaset tarihinde önemli yere sahip oldular. Karakoyunlu, Akkoyunlu ve Safevî devletlerinin kurucuları da Oğuz boylarıdır. Fakat önemli olan Selçuklu devletiyle birlikte hem Asya’nın; hem de Islâm dünyasının hâkimi olmaya başlamalarıdır. 16. yüzyıldan itibaren Osmanlı devletinin iskân politikasıyla yerleşik düzene geçmeye başladılar. Cumhuriyet ile birlikte göçebelik tarihe kavuştu.
Aidiyet ve sebep ilişkisi bağlamında göç
Göçer ve yerleşikliğin birey ve toplumda oluşturduğu özelliklerin incelenmesi; Orta Asya’dan göçen bir boyun sosyo-politik tarihte sürekli ve uzun nefesli devletler kurması ve kendine özgü bir medeniyet/ümran oluşturma sürecini anlamak demektir. Günümüzde ise hem köylerden şehirlere, hem de başka ülkelere göç yaşanmakta; bu da önemli bireysel ve toplumsal değişim ve dönüşümleri beraberinde getirmektedir. Eğer tarihsel boyutu gözden kaçırırsak; modernitenin getirdiği sosyal farklılaşma ve değişmenin ortaya çıkardığı bireysel ve toplumsal sorunların çözümünde önemli rol oynayacak olan özgüven ve aidiyet ruhunu kaybetmiş oluruz.
Bu satırların yazarı bunun şahididir; Ürdün’ün Amman şehrinin Salt kasabasında Türk şehitliğine yakın bir yerde kaldığım bir yıl boyunca bunu her gün hissettim. Altı yüz yıla yakın üç kıtada birçok farklı din, dil ve ırktan oluşan bölgelere hükmeden Osmanlı devleti, sahip olduğu "inanç"ın gereği olarak buraları koruyup kollamış ve insanları asimi- le etmemiştir. Oysa günümüzde, bu bölgelerde işgal devletlerine göre şekillenmiş toplumsal bir yapı bulunmaktadır. Fiili sömürge bitmiş ama kültürel sömürge hâlâ devam etmektedir. Fransızca, İngilizce hâkim diller olarak ön plâna çıkmış; hele Kuzey Afrika bölgesindeki Arap devletlerinde neredeyse Fransızca halk dili olmuş; Türkistan’da durum farklı değil. Ruslar 70 yıl içinde Türkçeyi paramparça etmişler; boyları ırklar hâline getirmişler, en önemlisi Türkelinde Rusça iletişim dili hâline gelmiş. Türkiye Diyanet Vakfı, Türk Milletinin sahip olduğu inanç ve aidiyet duygusunun oluşturduğu tarihsel sorumluluğunun gereği olarak Kırgızistan Os Devlet Üniversitesi bünyesinde açmış olduğu ilâhiyat Fakültesiyle Atayurtta yaşanan yabancılaşmanın/kırılmanın etkisini azaltmaya çalışıyor. Bin yıl önce ayrıldığı mekâna, buradan götürdüğü itikadî/fıkhî yapıyı nasıl bir medeniyete dönüştürdüğünün örneği olarak tekrar asıl merkezine taşıyor. Temel inanç esaslarından yaşanan kırılmayla ortaya çıkan yabancılaşmayı bilgisel açıdan tekrar aslına rücu etmesi için Bakü, Mahdumkuli, Nahcivan, Afganistan, Dağıstan, Sofya, Kazan ve Romanya’da eğitim merkezleri açılmıştır. Bu Anayurttaki Türklerin, Balkan, Kafkasya ve Orta Asya’daki kardeşlerinin "üşüyen ruhlarına" binlerce kilometre öteden uzanan sımsıcak bir eldir.
İnanç, ruh ve aidiyet duygusunu Os ilâhiyat Fakültesinde görev yapmaktan daha iyi ne ifade edebilir bilemiyorum. Bu biraz duygusal bir tespit olarak gelebilir; ama kısa sürelerle de olsa Almanya ve İngiltere’de bulundum; başka bir inanç, ruh ve aidiyetin olduğu mekânlara göç etmiş kardeşlerimizle tanıştım. Ekonomik nedenlerle yapılan göç üzerinden üçüncü nesil geçmiş; bütün değiştirme ve asimilasyon politikalarına karşı insanları bir arada tutan nasıl bir aidiyet duygusudur, bunu gözlemledim. Onlar dönüşmüyorlar, şartlar gereği değişiyorlar; ama aynı zamanda örf, âdet, gelenek ve inançlarının oluşturduğu aidiyet ve asabiyet duygusunu korudukları sürece yabancılaşmanın risklerini azaltıyorlar. Kısacası, üç kıtadaki bireysel gözlemlerime göre, maddî ve manevî göç, dinî inanç ve uygulamaların yayılmasında ya da kırılmalar yaşanmasında çok önemli rol oynamaktadır.
Aidiyet duygusunun temeli olarak inanç: Tarihsel boyut
Batılı devletlerin 50-70 fiili hakimiyetleriyle bulundukları mekânları dil, örf, âdet ve inanç açısından nasıl dönüştürdükleri ve özellikle bireysel yabancılaşmanın ortaya çıkardığı sorunları bütün göçerler ve yerleşikler yaşıyor ve biliyor. Anadolu Türklerinin farkı işte tam bu noktada ortaya çıkıyor: Fark; "Halka hâkim olmak" gerekir diyen "Hakimlik" ile "Halka hizmet Hakka hizmettir" diyen "Hadim"lik arasındaki zihniyettir. Tarihsel olarak söyleyecek olursak; Anadolu Türklerinin kendilerini "Hakimu’l-Haremeyn" olarak gören Arapları Çaldıran’da yendikleri tarihten itibaren (151 7) Allah ve Resulü’ne olan inanç ve aidiyetlerini "Hadimu’l-Haremeyn" diye nitelendirmeleri bunun en güzel örneğidir.
Türkleri diğer milletlerden farklı kılan, göç ettikleri mekânları yurtlaştıran zihniyetin temel unsuru budur. Orta Asya’dan getirdiği nesep/Türk özelliklerine, insanı Tanrı’nın bir emaneti olarak görüp, bir kişiye yapılan haksızlığın bütün insanlığa yapılmış olacağının idrakinde olan sebep/din asabiyeti ile birleşince ortaya bu ruh/zihniyet çıkmıştır. İnsanın var oluş amaçlarına ters faaliyetlerde bulunulması durumunda zulüm ortaya çıkar ilkesini şiar edinmenin doğal sonucudur bu. Artık insan korunması gereken en değerli varlık, toplumlar ise Allah’ın iyilik ve güzellikte yarışması için farklı dillerde yarattığı "Ibrahimî milletler" olarak görülmektedir. Bu bakış açısıyla; Türkler; Hz. Adem’den Peygamberimize kadar her kavme aynı temel inançlar (Tevhid, Nübüvvet ve Mead) gönderildiğini, uygulamalarındaki farklılıkları farkına varıp, aykırılığa dönüştürmeden farklı, dil, din ve ırkları bir arada yıllarca barış ve huzur içinde tutmuştur. Kanaatimce, uzun yıllar Türk ve Müslüman özleştirilmesinin nedeni de budur.
Aidiyet duygusunun temeli olarak inanç: Güncel boyut
İnsanlar bulundukları ortamlarda kişilik ve kimliklerini korumak için, bireysel ve toplumsal tutum ve davranışlarını oluşturmada dinin algılanış ve uygulanış biçimini içselleştirmeleri gerekiyor. Bunun nasıl yapılacağını bizlere Cibril hadisi açıklamaktadır. Burada dinin imanın temel ilkelerini, müminlerin uygulaması gereken pratiklerin (İslam) neler olduğu açıklanmaktadır. Ayrıca bunları yerine getiren kişinin ulaşacağı mertebeyi (Ihsan) "sosyal davranış modeli" olarak ortaya konulmaktadır. Çünkü bireysel ve bedensel ibadetler olarak gözüken namaz ve oruç, malî niteliği olan zekât, hem bireysel hem de mali olan hac, bireyin toplumsallaşma sürecinin en önemli unsurları haline gelmektedir.
Haftada bir gün cuma namazında, senede iki gün bayram namazlarında; dünyanın neresinde olursa olsun bir araya gelen Müslümanlar, modern hayatın yalnızlık ve yabancılaşma risklerinden doğal olarak korunmaktadır. İmkânı olan müminin ömründe bir kez yapması gereken hac ibadeti, bütün dünya Müslümanlarıyla birleşmesi, tanışması ve maşerî bilincin oluşmasını göstermesi açısından toplumsallaşmanın zirvesinin simgesidir. Kişi, hangi makam, mevki, iş, statüde olursa olsun, bu anlarda bütün farklılıkların yok olduğunu, insanların tarağın dişleri gibi eşitlendiğini, önemli olanın takva olduğunu bizatihi yaşamaktadır. Bu şekilde oluşan aidiyet duygusuyla kişi, modern hayatla birlikte ortaya çıkan sosyal farklılaşma, yabancılaşma ve yalnızlık sorunlarını önemli ölçüde giderebilmektedir. Bu son husus, sosyal psikoloji açısından çok önemlidir. F. Bacon’un ifadesiyle artık "Din, insan toplumunun en güçlü bağadır.
Sonuç; "Mümin", "Müslim" ve "Muhsin" niteliklerini taşıyan kişi için yeryüzü; bir deneme ve imtihan yeri, iyilik ve güzellikte yarışma mekânı olarak yeniden anlamlanır. Göç ettiği mekânda karşılaştığı yeni insanların farklı dillerde, ırklarda, renklerde yaratılmasının sebebi üzerinde durur, hepsini Allah’ın bir emaneti olarak görür. Kendisine yapılmasını istemediği bir şeyin başkasına yapılmasını kesinlikle istemez. "Deneme ve imtihan"ın (Maide, 48; Mülk, 2) bilincinde olan mümin kişi, diğer insanları değiştirmek ve asimile etmek yerine; tanışmak, bilişmek ve dünyayı yaşanabilir kılmak için çalışacak, Ahmet Yesevî’nin Orta Asya’da temellerini oluşturduğu alperen ruhuyla hareket edecek, tebliğini hal diliyle yapacak, başkasının konuştuğu yerde o örnek olacaktır.