Makale

Benmerkezli Bireyden Irkmerkezli Topluma

Benmerkezli Bireyden Irkmerkezli Topluma

Doç. Dr. Vejdi Bilgin
Uludağ Üniv. İlahiyat Fak.

Bebeklik çağından çıkan çocuk, kendisinin ve çevresinin ayırtına varmaya başladığında dünyanın kendi etrafında döndüğünü zanneder. Bireyin gelişimindeki bu döneme "benmerkezli (egosantrik) dönem" adı verilir. (Morgan, Clifford T. (1998), Psikolojiye Giriş, Çev. Hüsnü Arıcı ve diğ. Ankara Hacettepe Üniversitesi, 1988: 73.) Çocuk henüz bu dünyayı diğer insanlarla birlikte eşit bir şekilde paylaştığının, kendisinin olduğu kadar diğerlerinin hakları olduğunun, esasında kendisinin değerinin diğerlerinin varlığıyla kaim olduğunun farkında değildir. Sürekli olarak anne-babası, akrabaları, hatta yaşıtlarının bile kendi ihtiyaç ve arzularını yerine getirmelerini ister. Belirli bir yaşa kadar böyle davranmak normal kabul edilir, zira çocuğun zihinsel, sosyal ve ahlaki gelişimi devam etmektedir.
Bireyin benmerkezli yapısına benzer şekilde "ırkmerkezli" (etnosantrik) bir yapısı da söz konusudur. Her insan en küçüğünden en büyüğüne kadar soya dayalı bir gruba mensup olmaktan dolayı övünç duyar. Bu övünç kendi küçük ailesinden başlar, sülalesine, aşiretine, milletine, nihayetinde ırkına kadar çıkar. İnsanın tabiatına yerleştirilmiş olan bu duygu normal kabul edilir, zira böyle olmasaydı kişiler soy esaslı gruplarından, yani ailelerinden, milletlerinden veya ırklarından dolayı komplekse girer ve mutlu olamazlardı. Şüphesiz bu komplekse düşen insan sayısı da az değildir. Bundan dolayı her soy esaslı grupta soyun üstünlüğünü ortaya koyan mekanizmalar görürüz. Soyun şanlı tarihini öne çıkarmak, böyle bir tarih yoksa büyük milletlere karşı kazanılmış zaferlere vurgu yapmak, soyun siyaset, bilim, sanat tarihine katkısından bahsetmek veya diğer soylarda olmadığı düşünülen hasletlerini ortaya koymak gibi. Böylelikle çok az bir nüfusa sahip olan, bölgesel tarihi dışında önemi bilinmeyen, büyük dehalara sahip olmamış milletler bile bir şekilde kendileriyle övünç duyarlar.
Yukarıda ortaya konan tablo bir dereceye kadar normal kabul edilebilir. Ancak söz konusu mekanizmalar o soyun insanlığın en önemli ve en saygın soyu olduğu şeklinde bir düşünce üretmeye başlarsa -ki çoğunlukla insan düşüncesi buna eğilimlidir- tehlikeli olmaya başlar. Böylece o soy mensupları dünyanın kendi etraflarında döndüğü, insanların geri kalan kısmının kendilerinden aşağı ve dolayısıyla değersiz olduğu, hatta kendi üstünlüklerini ele geçirmeye çalışan düşmanlar olduğunu düşünmeye başlarlar. Bu düşünce çocukluktaki benmerkezli düşünce kadar basittir ama onunla mukayese olmayacak oranda tehlikelidir. "Üstün soy" mensupları bütün dünyaya yön vermeye, tehditleri alt etmeye ve hastalıklı gördüklerini yok etmeye yönelirler. Çevresel şartların da etkisiyle bir milletin böyle bir duruma kısa sürede nasıl kayabildiğinin önemli bir örneği Nazi Almanyası’nda görülmüştür.
İslam’ın Dünya Görüşünde Irkmerkezli Düşüncenin Konumu
Irkmerkezli düşünce İslam kültüründe "asabiye" kavramı ile ifade edilmiştir. Hadislerde kavramın yer almasının sebebi İslam öncesindeki Arapların kabilemerkezli düşünceleridir. Araplar bir millet bilincinden daha öncelikli olarak kabile bilincine sahiptiler. Üstelik kabile içindeki aileler genişledikçe asabiyet daha mikro düzeyde yaygınlaşmakta ve çatışma hâli gittikçe artmaktaydı. İslam insanların etnik kökenlerini asla reddetmemiş veya görmezden gelip üzerine yeni bir toplumsal yapı inşa etmeye çalışmamıştır. Nesep bilgisi Cahiliye Dönemi’ndeki önemiyle devam etmiş (Fayda, Mustafa (1995), "Ensâb," DİA XI. İstanbul, Türkiye Diyanet Vakfı, 1995: 245.) ama İslam, etnik kökenin dünya görüşü ve toplumsal ilişkilerde belirleyici olmaktan çıkmasını hedeflemiştir. Bu çerçevede Arap olmayan unsurlar Arap Müslümanlarla aynı statüye sahip olmuştur. Bu yaklaşım İslam’ın genel yaklaşımının tipik bir örneğidir. Zira İslam, çok geniş özellikleri potansiyel olarak taşıyan insan doğasını bütünüyle reddetmez ama bunu disiplin altına almaya çalışır. İslam’ın orta yol oluşu da buradan kaynaklanır. Bu çerçevede milliyet reddedilmemiş ama asabiyet duygusu kontrol altına alınmak istenmiştir.
Şüphesiz insan imtihanla mükellef bir varlık olduğundan, eski Araplar arasındaki asabiyet Hz. Muhammed (s.a.s.)’in vefatından sonra tekrar ortaya çıkmıştır. Özellikle Emeviler döneminde ciddi anlamda bir Arap, özelde de Emevi propagandası yapılmış; Müslüman toplum Arap ve Mevali şeklinde ikiye ayrılmıştır. (Apak, Âdem (2004), Asabiyet ve Erken Dönem İslam Siyasi Tarihindeki Etkileri, İstanbul, Düşünce Kitabevi, 2004.) Emevi ve Abbasiler de dâhil olmak üzere İslam dünyasında kurulan devletler bir hanedan adını taşımaktadır. Bu yüzden İbn Haldun geliştirdiği tarih felsefesinde kabile asabiyetinin devletlerin kurulmasının temelini oluşturduğunu iddia eder. (İbn Haldun, (1989), Mukaddime, çev. Z. Kadiri Ugan, İstanbul M.E.B. Yayınları, 1989.) Ancak buna rağmen Müslüman devletlerin tarihinde bilinen anlamda bir ırkçılık yoktur. Bu devletler Müslüman ve gayrimüslim unsurların beraber yaşadıkları bir yapı arz ederler ve sırf soyundan dolayı herhangi bir ayrım yapılması söz konusu değildir. Osmanlı Devleti örneğinde bütün Müslüman unsurlar aralarında dinî ve etnik herhangi bir üstünlük söz konusu olmaksızın her kademesinde devletin bir parçasıydılar; etnik köken herkesçe bilinir ancak bu özel bir ayrımcılığa sebep olmazdı. Osmanlı Devleti kendi tebaasını Türk ve Kayı kelimelerini de kullanmadan Osmanlı vasfı altında birleştirmeye çalışmıştır. Bu modelin modern ulus devlet ve milliyetçilik anlayışının ortaya çıkışına kadar başarılı olduğunu biliyoruz.
Modern Durumun Getirdiği Problemler
Fransız Devrimi Batı’da Ortaçağ düşünce biçiminin önemli ölçüde değişimine neden olmuştur. Bunlardan birisi de çok etnikli devletlerin yerini ulus devletlerin almasıdır. Ulus devlet anlayışı tek bir milletin hükümranlığının söz konusu olduğu yeni bir anlayıştır ki, içerisinde doğal olarak kendi dışındakinin dışlanması söz konusudur ve başlangıcından itibaren problemlidir. Zira ortak toprak parçasında yüzyıllardır yaşamış ve aynı etnik kökene sahip olmasalar da diğer milletler kadar birbirinden farklı olmayan etnisiteler, ulus devleti, kuruluşundan beri problemli yapmıştır. Ayrıca her devletin siyasi sınırları içerisinde mutlaka komşu milletin mensuplarının yaşaması problemleri daha da artırmıştır. Esasında Batı’nın tarihi modern milliyetçilik anlayışına teşne bir yapıya sahiptir. Zira Hıristiyan düşünce kendi dışındakileri sürekli "öteki" olarak algılamış, bazen onların ruhlarını kurtarma bazen de medenileştirme adına asimilasyon ve sömürü politikaları uygulamış ama modern döneme kadar da onları -ne kadar değişirlerse değişsinler- kendilerine eşit görmemiştir. Ötekileştirme sadece Avrupa dışındaki milletlerle sınırlı olmayıp her zaman Avrupa’nın içinde de var olmuştur. Putperest avcılığı, Yahudilerin dışlanması ve Hıristiyan mezhepleri arasındaki savaşlar bunun açık örnekleridir. Batı, kendi tarihinin neredeyse tamamen aksine olarak, bugün çoğulcu bir anlayışı yerleştirmek için çaba göstermekte ama özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra uygulanan politikaların bugün başarısız olduğu görülmektedir. Zira popüler söylemle "bir arada yaşama tecrübesi" Batı’nın tarihine değil, İslam’ın tarihine aittir. Batılı bir İslam araştırmacısı olan Adam Mez’in ifadesiyle, "Müslüman İmparatorluğu bünyesinde, diğer din mensuplarının çok sayıda olmaları, Müslüman imparatorluğu ile tamamen Hıristiyanlığın gölgesinde bulunan Ortaçağ Avrupası arasındaki en önemli farkı oluşturmaktadır." (Mez, Adam (2000), Onuncu Asırda İslâm Medeniyeti, Çev. Salih Şaban, İstanbul, İnsan Yayınları, 2000: 47.)
Bugün özellikle Avrupa ülkelerinde aşırı sağ partilerin gittikçe güç kazandıkları haberlere yansıyor. Bunun birkaç tezahürü söz konusudur. Bir taraftan bazı ulus devletler (İspanya, Belçika, Kanada, bazı Balkan ülkeleri) ciddi bir iç mücadele içindedir. Diğer taraftan ise 1950 sonrasının kurtuluşu olarak öne sürülen çoğulcu/çok kültürlü toplum hayali artık sona ermektedir. Son yıllarda Avrupa’da bir yandan ırkçı söylemler kamusal alanda, hatta parlamentolarda yer bulmakta, bir yandan Müslümanları kışkırtmaya yönelik (Şeytan Ayetleri, Hz. Peygamber’in resmedildiği karikatürler vb.) provakatif eylemler artmakta, diğer yandan da açıkça ırkçı saldırılar ve cinayetler işlenmektedir. Şüphesiz bunların temelinde geçmişte olduğu gibi bir Hristiyanlık anlayışı değil, dünyevi bir anlayış, yani ülkenin gelirini ötekine vermemek gibi bir anlayış yatmaktadır. Ülkenin kalkınmasında el birliği edilen insanlar şimdi düşman ilan edilmektedir.
Geçmişine ve günümüzdeki toplumsal problemlerine bakıldığında bir dereceye kadar Batı için anlaşılabilir olan bu durumun Müslüman toplumları etkilemesi ise ayrı bir problemdir. Müslüman devletler her ne kadar ulus devlet olsalar da, geçmişin bir uzantısı olarak, asla tek bir etnisiteden meydana gelmemektedirler. Bu durumda bir milletin diğerlerinden üstün olduğunu söylemek ve bunun üzerine siyasi ve kültürel politikalar geliştirmek ülkeye hiçbir yarar getirmediği gibi aksine ciddi zararlara neden olmaktadır. Bugün gelişmiş Müslüman devletler iktisadi kalkınmalarını asla ulus devlet olmaya borçlu değildirler ve muhtemelen etnik temele dayalı politikalarla iç problemler yaşamasalar şu anda olduklarından çok daha gelişmiş olacaklar; aynı zamanda insan hakları ihlalleri ile lekelenmiş olmayacaklardı. Bugün her zamankinden fazla İslam’ın orta yoluna dönmeye ihtiyacımız var: İslam bireyi ve milliyeti inkâr etmez ama bireysel anlamda enaniyeti nefyettiği gibi toplumsal anlamda asabiyeti de reddeder.