Makale

Adaletli Hükümdar : Fatih

Adaletli Hükümdar: Fatih

Musa Tektaş
Fatih Sultan Mehmed, bir çağı kapatıp yeni bir çağı açan, büyük tarihî olayların şanlı ve kahraman simasıdır. Hiç şüphesiz ki o, dünyanın yetiştirdiği üstün ve eşsiz devlet adamlarından biridir. Fatih’e minnettarız; zira eşi az bulunur bir devlet lideri, kumandan, ilim ve sanat adamı olarak devrinin bütün üstün meziyetlerini benliğinde toplamış seçkin bir şahsiyettir. O, gerçek ideal örneği olan Hz. Muhammed (s.a.s.)’in övdüğü mutlu bir emirdir.
O’nun çocukluğu kime nasip olmuştur? Ele avuca sığmayan bu küçük şehzade, daha on dört yaşında devlet yükünü omuzlayacak kadar kabiliyete ve kudrete sahipti. O çocukluk çağlarında yalnız cengâverlik öğrenmekle yetinmemiş, Molla Gürani, Molla Hüsrev, Molla Zeyrek, Hocazade, Veliyüddinzade Ahmed, Hatipzade, Hızır Beyoğlu, Sinan Bey gibi XV. asrın tanınmış bilginlerinden ders okuyarak da kendini her yönü ile yetiştirmiştir.
Fatih’in şairliği ve edebî yönü de önemlidir. Avni mahlası ile meydana getirdiği divanı ince bir zevk, duyuş ve sağlam bir inanışın örneğidir. Aynı şekilde Fatih’in resim, musiki ve diğer sanat dallarına karşı gösterdiği yakın ilgi, ondaki sanat zevkinin en güzel belirtileridir. Yarının ümidi imanlı ve şuurlu gençliğimizin irfan kaynağı üniversite de Fatih’in eseridir. O’nun açtığı okullar, kurduğu çeşitli medreseler ile Fatih, gerçek manada Türkiye’de köklü ilim sisteminin kurulmasına ve şuurlu bir ilim hayatının doğmasına sebep olmuştur. O, doğu ile batıyı benliğinde gerçek anlamı ile birleştirmiş eşsiz bir âlimdir. Fatih, dünyayı orduları ile fethettiği gibi, ilmi ile de fethetmesini bilmişti.
Zamanı fethetmek
Bir Rum müellifi diyor ki:
Birinci Sultan Murat Bey, Edirne’yi muhasara ettiğinde mevsim yazdır ve üzümler de olmuştur. Şehirden ve civardaki bağlardan herkes, Türkler geldi diye korkup kaçmışlardı. Fakat Edirne’yi almışız, herkese emniyet gelmiş ve halk da geri dönmüştür. Bittabi bağları olanlar oraya koşmuş bakmışlar ki kütüklerde üzüm kalmamış, Türkler hepsini koparıp yemişler, lakin ne görsünler? Her kütüğün dibinde paraları. Elbette bizden emin olarak sahipleri gelince, paralarını alsınlar, hakları kalmasın demişler. Bu ne yüksek adalettir? Esasen, bir memlekette adaletin ön şartı, herkesin birbirine karşı âdil olmasıdır. Çünkü Türkler, gittikleri yere kendi medeniyet ve kültürlerinin başında adaleti götürüyor. Bunun sırrı, âdil olabilmektir. Adaletimiz payidar olduğu müddetçe, bu devam etmiştir.
Adaletsizliği görürseniz bildirin
Fatih Sultan Mehmet Han İstanbul’u fethettiğinde, her şeyden önce, insan hakları korunuyor. Hristiyan halka dinî özgürlük veriyor. Günümüzde bile o derece müsamaha gösterilmediğinin zaman zaman dünya milletlerinin yaptığı zulüm ve baskılarından görüyor, duyuyoruz.
Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u alınca, bir gün şehirde dolaşırken mahzen gibi bir yerde, bir inilti duyar. Adamları oraya gider, perişan vaziyette iki papaz ile karşılaşırlar. Hapsedilmelerinin sebebini sorarlar. Papazlar der ki: Biz, İmparator Konstantin’e müracaat ederek “Memleketin gerilemesine ve bu hâle düşmemize sebep olan, hep adaletsizliktir. Adaleti tesis et!” dedik. O da kızdı, bizi hapsetti derler. Osmanlı askerleri, papazlara artık buradan çıkın dediklerinde: “Biz yerimizden memnunuz. Adalet olmayan dünyada artık bizim işimiz yok, bizi rahat bırakın.” derler. Durum Fatih’e haber verilir. “Onları huzuruma getirin.” buyurur. Papazları temizlerler ve yanına getirirler. Fatih, önce bunların böyle doğru konuştuklarından memnun olduğunu, memleketi dolaşmalarını ve bir adaletsizliğe rast gelirlerse derhal kendisine bildirmelerini söyler.
İki papaz yola çıkarlar. Evvela Bursa’ya giderler. Ne yapalım diye düşünürken, mahkemeye gidip dava dinleyelim diye karara varırlar. Mahkemeye giderler. Şöyle bir dava dinlerler:
- Bir davacı der ki, efendim: “Bu adam bana bir at sattı. Fakat solugandır demedi. Sık sık hastalanıyordu. Bu cihetle, alışverişi bozmanız için size koştum. Fakat siz makamınızda yoktunuz, döndüm, baktım, at ölmüş. Ben şimdi hakkımı arıyorum.” Bunun için hâkim şu hükmü verir:
“Beni yerimde bulsaydınız bu alışverişi bozacaktım. Fakat benim yerimde bulunmamam dolayısıyla adaleti hemen yerine getiremedim. At da öldü. Binaenaleyh kabahatli benim. Atın bedelini ben ödeyeceğim.”
Hâkim, kaç para ise verir, davayı halleder. İki papaz, birbirine bakarak oradan çekilirler. Ne yapalım? İznik’e gidelim, derler. İznik’te de bir mahkemeye daha varırlar. Adamın birisi, kendisine bir tarla satanı şu sebepten dava etmektedir: Der ki: “Efendim ben bu adamdan bir tarla satın aldım. Ekin için kazarken, bir yerde bir define çıktı. Götürdüm verdim, almadı. Bu benim hakkım değil.” O da, “Ben tarlanın üstünü değil, altını da sattım senindir.” dedi. Ben de “Senden tarla aldım, fakat altından çıkan defineyi alamam, senin hakkındır dedim, bir türlü kabul etmedi. Ben de bu ihtilafımızı halletmek için, size geldim.” deyince, hâkim hayretler içinde kalır ve şu kararı verir: “Öyle ise aranızda, yarı yarıya taksim edin.” Tarlayı alan, bu hükümden memnun değildir. Zira tarlayı satanın, bunu tamamen almamasından muzdariptir. Ama emir böyledir diye boyun eğer.
Papazlar yine birbirine hayretle bakarak, “Nereye gitsek, adalet hep böyle. Kâfi, daha ne diye dolaşalım? Gidip yeni padişahımıza haber verelim.” deyip, İstanbul’a varırlar ve huzura gidip, gördüklerini hikâye ederler. “Nereye gittik ise, hep adalet ile karşılaştık. Eğer memleketiniz hep böyle idare olunursa, daima ilerlersiniz.” derler.
Bizim fetih ve Fatih’ten anladığımız budur. Gönülleri fethedemeyenler beldeleri fethedemezler… Adaletli olmayanlar özgürlükten bahsedemezler. Zulümle ayakta durmak isteyenler sonunda yenilgiden kurtaramazlar…