Makale

İnanaç Problemlerinin Toplumsal Yansımaları

İnanç Problemlerinin Toplumsal Yansımaları

Prof. Dr. Metin Özdemir Yıldırım Beyazıt Üniv. İslami İlimler Fak.

İnanç problemleri deyince genel olarak insanlık tarihi boyunca iki tür olguyla karşı karşıya bulunduğumuza tanık oluyoruz: İnançsızlık ve sapkın inançlar…
İnançsızlık; insanın kendisini her şeyin ölçüsü olarak görmesiyle başlayan bir tutumdur. Hakikatin tek ölçüsü olarak kendisini gören insan, hayatındaki yegâne hâkim unsurun kendi aklı ve iradesi olduğuna inanmaya başlar. Onun açısından her şey sadece bu dünya hayatından ibarettir. O, yalnızca burada doğup, burada yaşayıp burada öldüğüne inanır. Onun hayatına hükmeden tek harici unsur, zamandır. Hâlbuki onun bu konuda hiçbir bilgisi yoktur; nefsinin ölçüsüz, anlamsız ve boş istekleri doğrultusunda yaşama arzusu, kendisini böyle bir zanna kapılmaya sevk etmiştir. (Casiye, 45/24.) Bu tür insanların ilahları ve rableri artık kendi ölçüsüz ve sapkın arzuları olmuştur. Çünkü insan, dâhilî ve haricî pek çok güç ve otorite tarafından yönlendirilmeye ve yönetilmeye açık ve eğilimli bir varlıktır. Yeryüzünün en kudretli otoriteleri olan krallar, firavunlar, sultanlar ve tiranlar dâhil herkes bu çerçevenin içerisindedir. Her sözü bir yasa ve kanun hükmünde olan bir kral bile, sonuçta ya nefsi ya da yetiştiği kültürün ve aldığı eğitimin kendisine dikte ettiği inanç ve düşünceleri tarafından yönlendirilir ve yönetilir. Bu yüzden insan, yeryüzündeki diğer canlıların hepsinden çok daha iyi eğitilmeye, gözetilmeye ve denetlenmeye muhtaç bir varlıktır. Bu olmadığı takdirde yeryüzünde ne tür felaketlerin ve yıkımların olabileceğini görebilmek için insanlık tarihinin akan kan ve gözyaşı hikâyelerini anlatan sayfalarına kısaca bir göz atmak yeterli olacaktır.
Beş duyu ve aklın her şeyin ölçüsü olduğu, doğruya, hakikate ve mutluluğa ancak bunlar aracılığıyla ulaşılabileceği şeklindeki hümanist düşünce, ilk bakışta insanı kendisine çeken ve onu derinden etkileyen bir yaklaşım olarak gözükür. Ne var ki bu yaklaşımın sosyal düzlemde ve toplumsal hayattaki yansımalarına baktığımızda, sonucun insan için, yalnızlık, mutsuzluk, iç sıkıntısı, kan ve gözyaşı şeklinde tecelli ettiğini somut örnekleriyle birlikte görmemiz mümkündür. Çünkü insan iradesini, aklın yanında, nefis, ölçüsüz arzu ve istekler gibi daha pek çok unsur yönlendirmektedir. Elbette ki akıl insana doğru, adil, hak ve hakikat olanı gösterir. Ancak o, her zaman onu bu yüksek değerlere yönlendirmede, bu uğurda onun vicdanını ve iradesini etkileyip başarıya ulaştırmada yeterli bir güç ve otorite oluşturamaz. Bu yüzden insanın, eksikliklerini tamamlayabilmesi, insanlık onuruna yakışan bir düzen ve sistem içerisinde mutlu ve müreffeh bir hayat sürebilmesi için, aklına ve vicdanına ışık tutacak, iradesini iyi ve hayır yönünde yönlendirebilecek haricî bir değerler ve müeyyideler manzumesine ihtiyacı vardır. Hiç kuşkusuz bu değerler ve müeyyideler manzumesinin çerçevesini ilahî öğretiler ve nebevi yöntemler oluşturur. Nitekim insan, diğer canlılar gibi sadece bazı özel şartlarda belli bir ömrü tüketmek üzere var edilmiş olan sıradan bir varlık değildir. Elbette o, yeme, içme, barınma, üreme ve haz alma gibi konularda diğer canlıların pek çoğuyla benzerlik arz etmektedir. Fakat o, aynı zamanda uygarlık kuran, felsefe yapan, ölülerine ağıt yakan, öldükten sonrasını merak eden ve ebediyen yaşama arzusunu iliklerine kadar hisseden bilinçli bir varlıktır. Böylesine anlamlı ve değerli bir varlık olan insanın, kendi hayatını sadece bu dünyadaki varlığıyla sınırlı görmesi, kendisini diğer tüm canlılardan ayıran akıl ve vicdan gibi üstün yeteneklerini inkâr etmesinden başka bir anlam ifade etmez. O hâlde insana yakışan, sonsuz ilim, hikmet, güç, adalet ve rahmet sahibi olan yüce bir yargıcın huzurunda, tüm yaptıklarının hesabını vereceğine inanmasıdır.
Allah’a ve ahiret gününe inanmayan insan, hesap verme düşüncesinden uzaklaşır ve bir gün fıtratından, dolayısıyla insanlığından çıkıp hayvanlardan daha aşağı bir seviyeye düşme tehlikesiyle karşı karşıya gelebilir. (A’raf, 7/179.) Hümanizm bu tehlikeyi, yalnızca vicdan, ortak akıl, tecrübe ve bunlara dayanan hukuk, kanun, yasa ve yönetmelik gibi beşerî değerler ve müeyyideler manzumesiyle halletme yoluna gitmiştir. Bu bağlamda vahye ve inanca referansta bulunmayı bir zül sayıp gerilik olarak gören bu eğilim, ne yazık ki insanın bencil, aceleci ve hırsına düşkün bir varlık olduğunu unutmuş ve onun bu tür olumsuz huylarından arınmasının ancak Allah ve ahiret inancıyla mümkün olabileceğini ya anlayamamış ya da görmezlikten gelmiştir.
Kısaca ifade etmek gerekirse, inançsızlık insanı fıtratından uzaklaştırır ve kendisine yabancılaştırır. Böylece insan, ürettiği tüm yüksek değerleri bencilce kendi çıkarları uğruna kullanmanın yollarını aramaya başlar.
Sapkın inançlar meselesine gelince, bu da en az diğeri kadar derin yaralar açan bir olgudur. İnsan yaratılışı/fıtratı gereği inanmaya eğilimli bir varlıktır. (Rum, 30/30.) Onun bu doğal eğilimine, doğru, mantıklı ve sağlam kaynaklara dayalı bir şekilde cevap verilemediği takdirde de sonuç; insan için huzursuzluk, güvensizlik, bunalım, depresyon, kan, gözyaşı ve yıkımdır. Dolayısıyla yanlış ve batıl inançlar da insanı fıtratından ve yüksek beşerî ve ilahî değerler manzumesinden uzaklaştıran temel unsurlardan birisidir. Çünkü onlar da çoğu kez, tıpkı inançsızlık gibi insandaki yüce bir yargıç huzurunda tüm yaptıklarının hesabını verme inancını tümüyle yok eder ya da en azından onun tutum ve davranışları üzerinde olumlu bir etkisi bulunmayacak ölçüde zayıflatır.
Bu her iki grupta yer alan insanların tutumunu, Kur’an, tüm çağları kapsayacak bir üslup zenginliğiyle bize şöyle anlatır:
“[Hak] Dini yalan sayanı gördün mü? Öksüzü kakıştıran, yoksulu doyurmaya yanaşmayan kimse işte odur. Vay o namaz kılanların haline ki: Onlar kıldıkları namazdan gafildirler. Onlar gösteriş yaparlar. Onlar basit şeyleri dahi vermezler.” (Maun, 107/1-7.)
Bencil ve kendilerini insan olmakla onurlandıran yüce yaratıcılarına kulluk etmekten yüksünen ve bunu bile bir çıkar aracı olarak görecek ölçüde insanlıktan uzaklaşmış olan bu tiplerin, giyimleri, kuşamları, yedikleri, içtikleri, kullandıkları araç ve gereçleri, ideolojileri ve dünya görüşleri değişse de bu genel karakteristik özellikleri hiçbir zaman değişmez. Onlar her çağda, sömürmeye, ezmeye, kendi haz ve zevkleri uğruna, bütün yüksek değerleri bencilce tüketmeye yatkın ve alışkın olan sapkın ve azgın kimselerdir. İşte bu yüzden iyilerin umudu olan cennetin ve kötüler için mutlak adaletin tecelli edeceği cehennemin varlığı hak ve gerçektir. Hiçbir sağlam akıl bunun aksini düşünemez, yine hiçbir temiz vicdan bunun ötesindeki herhangi bir düşünce ve inanca onay veremez. Sömürgecilerin ve tiranların doyumsuz arzuları ve istekleri uğruna çıkan anlamsız savaşlarda, kimyasal silahların etkileriyle derileri kavrulan çocuklara, bunları yapanların hiçbir otoriteye ve adalet merciine hesap vermeden ebediyetin derinliklerinde kaybolup gitmesine hangi sağlam akıl ve temiz vicdan onay verebilir?
Sonuç olarak söylemek gerekirse, bütün bu anlattıklarımız açıkça göstermektedir ki, inançsızlık ve sapkın inançlılıktan kaynaklanan problemler, fertler ve toplumlar için bir helak, çöküş, huzursuzluk ve güvensizlik kaynağıdır. Bu tür kötü sonuçlardan kurtulmanın tek yolu ise, akla, vicdana, vahye ve sahih nebevi öğretiye dayalı doğru ve sağlam bir inanca sahip olmaktır.