Makale

Tarihi Açıdan İnanç Sorunlarına Bir Bakış

Tarihî Açıdan İnanç Sorunlarına Bir Bakış


Prof. Dr. Ramazan Altıntaş Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi


Bilindiği gibi Hz. Peygamber hayattayken vahiy nazil olmaya devam ediyordu. Sahabe, amelî konularda olduğu gibi itikadi konularda da kafalarına takılan her türlü soruyu sormaktan geri durmuyordu. Kendisine soru sorulan merci tek olduğu için verilen cevap da aynı kaynaktan tek oluyordu. Onlar, verilen cevaplar karşısında, “neden böyle, niçin böyle ey Allah’ın elçisi?” diye sormuyorlardı. Sahabenin soru sormaktan amacı tartışmak değil, bilgilenmekti. Onlarda, teslimiyeti öne çıkaran bir İslam anlayışı hâkimdi. Dini yaşamayı öne çıkaran ve İslam’ın yayılmasını temel gaye edinen sahabenin bu anlayışı, Yüce Allah’a ve onun kutlu Rasulü’ne sonsuz bir şekilde duydukları itaat ve bağlılıktan kaynaklanıyordu.
İnanç konularında Rasulüllah’a sorulan sorular, daha çok inancı kuvvetlendirme ve dinî bilgileri artırma amaçlıdır. Bu sebeple sahabe, bu tür konularda vahiyden başka kaynağa ihtiyaç duymamış, Hz. Peygamber’in cevabı ile yetinmişlerdi. O dönemdeki İslam toplumunun fikrî ve kültürel yapısının karmaşıklık ve soyutluktan uzak, yalın ve basit bir mahiyet arz etmesinin nedeni, bilgi birikiminin büyük ölçüde başta Kur’an, Hz. Peygamber’in hadisleri ve Arap şiiri ile sınırlı olmasından kaynaklanmaktadır.
İslam’ın ilk yıllarında Hz. Peygamber’e sorulan inanç konuları ile ilgili sorular; başta Müslümanlar olmak üzere müşrik ve gayrimüslimlerden gelmiştir. Kur’an’dan ve Hz. Peygamber’in hadislerinden öğrendiğimiz kadarıyla en çok sorulan sorular uluhiyet, peygamberlik, kaza ve kader, günah, kıyamet, kıyamet alametleri, diriliş, ruhun mahiyeti vb. gibi inanç konularında olmuştur.
Hz. Peygamber’e inançla ilgili sorulan soruların bir kısmına Kur’an-ı Kerim’de temas edilmiştir. Bununla ilgili bazı örnekler şöyledir. İslam’ın Mekke döneminde Übey b. Halef isimli bir putperest eline, çürümüş ve ufalanmış bir kemik tozu alarak Hz. Peygambere hitaben: “Bunlar çürüyüp yok olduktan sonra mı diriltilecek?” diye sorar. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Evet, Allah onu, seni ve ikinizi de işte böyle olduktan sonra yeniden diriltecek.” der. (İbn Hişam, Sire, I, Mısır, 1936, 387-99.) Bu olay üzerine şu ayetler nazil olur: “İnsan, bizim, kendisini az bir sudan (meniden) yarattığımızı görmedi mi ki, kalkmış apaçık bir düşman kesilmiştir. Bir de kendi yaratılışını unutarak bize bir örnek getirdi. Dedi ki: “Çürümüşken kemikleri kim diriltecek?” De ki: Onları ilk defa var eden diriltecektir. O, her yaratılmışı hakkıyla bilendir.” (Yasin, 36/77-79.) Yine Mekke müşrikleri tarafından Hz. Peygamber’e en çok sorulan inanç konuları arasında kıyametin zamanı ile ilgili sorular da yer alır. Kur’an-ı Kerim’de hem soru hem de cevap birlikte zikredilir: “(Ey Muhammed!) Senden kıyametin zamanını sorarlar. De ki: Onun bilgisi ancak Allah katındadır. Ne bilirsin, belki de zamanı yakındır.” (Ahzap, 33/63. Ayrıca bkz: A’raf, 7/187; Fussılet, 41/47.) Kıyamet alametlerinden birisi de Ye’cüc ve Me’cüc’ün çıkışıdır. Dolayısıyla Hz. Peygamber’e Zülkarneyn hakkında da sorular sorulmuştur: “(Ey Muhammed!) Bir de sana Zülkarneyn hakkında soru soruyorlar. De ki: Size ondan bir anı okuyacağım.” (Kehf, 18/83.)
Bu soruların içinde inkâr amaçlı olanlar olduğu gibi, iyi niyetle öğrenmek maksadıyla sorulanlar da vardı. İyi niyete örnek olarak ‘ruh’la ilgili sorulan sorular gösterilebilir: “Sana ruh hakkında soru soruyorlar. De ki: Ruh, rabbimin bileceği bir şeydir. Size pek az ilim verilmiştir.” (İsra, 17/85.) İnançla ilgili sorular, öğrenme amaçlı olarak bizzat sahabeden de gelmiştir. Örneğin, Ebu Hüreyre’den (v. 59/679.) rivayet edildiğine göre sahabeden bir grup Hz. Muhammed (s.a.s.)’e gelerek şöyle demiştir: “İçimizde öyle şeyler hissediyoruz ki herhangi birimiz onları söylemeyi bile büyük günah sayar.” Hz. Peygamber: “Hakikaten böyle bir şey hissettiniz mi?” diye sorar, onlar da “evet” deyince, buyururlar ki: “Bu imanın ta kendisidir.” (Müslim, İman, 209.) Başka bir rivayette de Hz. Peygamber’e ’vesvese’ sorulmuş, o da, “Bu imanın halis olanıdır.” şeklinde cevap vermiştir. (Müslim İman, 211.) Hz. Peygamber’e kaza ve kader konusunda da birtakım sorular yöneltilmiştir. Rivayete göre Süraka b. Malik, Rasul-ü Ekrem’e: “Ey Allah’ın elçisi! Sanki yeni yaratılmışız gibi, bize dinimizi açıkla. Bugün amel ne husustadır; kalemlerin kuruduğu, miktarların kesinleştiği şeylerde mi yoksa istikbalimize ait şeylerde mi?” diye sorar. Peygamberimiz de cevap olarak: “Hayır, aksine, kalemlerin kuruduğu, miktarların belirlendiği şeylerdedir.” diye cevap verir. Süraka’nın tekrar: “Öyleyse niye çalışalım?” diye sorması üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.) de: “Çalışın! Herkese yapacağı şey kolaylaştırılmıştır.” buyururlar. (Müslim Kader, 1.)
Öte yandan, Hz. Peygamber (s.a.s.)’e farklı din mensuplarından da inançla ilgili sorular sorulduğu kaynaklarımızda yer alır. Hz. Peygamber’in Medine’de Necran Hristiyanlarıyla Hz. İsa’nın mahiyeti/tabiatı hakkında yaptığı tartışma da bir örnektir. Onlar hakkında Âl-i İmran suresinin seksen küsur ayeti nazil olur.” (bkz. İbn Kesir, Tefsir, Kahire, ts., I, 368; H. Mahmut eş-Şâfiî, el-Medhal İlâ Dirâseti İlmi’l-Kelâm, Kahire, 1991, s. 59.)
Görüldüğü gibi, Hz. Peygamber’e, diriliş, kıyametin zamanı ve alametleri, ruh, iman, küfür, kaza ve kader gibi konularda değişik sorular sorulmuştur. Hz. Peygamber’in yol göstericiliğinin ve önerilerinin dışına çıkmayan sahabe, ileride çok şiddetli tartışmalara yol açacak olan birtakım tevillere, teşbihlere sapmamış, müteşabih ayetler ve kader konusunda da muhafazakâr ve mutedil bir tutum sergilemiştir. Onlara Kur’an ayetleri okunduğu zaman ‘inandık, iman ettik’ demekle yetinmişlerdir. Özetle sahabenin çoğunluğuna egemen olan düşünce itikadi konularda “tevakkuf” (susma) yöntemini benimsemek ve tartışmalı konulara girmemektir. Sahabenin akide saflığı, onların peygamberle birlikte bulunmalarının veya onun zamanına yakın olmalarının bereketinden, olayların ihtilaflarının az olmasından ve güvenilir kişilere hemen müracaat imkânına sahip bulunmalarından doğmuştur. İşte İslam peygamberinin zamanındaki İslam toplumunun çehresi böyleydi.
Hz. Peygamber’in vefatından sonra hicri birinci yüzyılda iman ve zühdü öne çıkaran teslimiyetçi dindarlık biçimi, yerini diyalektik eksenli tartışma ve şekilci dindarlığa bırakmıştır. Bunda en önemli etken; İslam’ın düşünce özgürlüğüne verdiği değer ve kendilerine soru sorulma mercilerinin çoğalmış olmasıdır. Gayet doğal olarak Müslüman toplum, akideyi anlamaya ve yorumlamaya çalıştı. Sonunda Müslümanlar, hem akideyi anlamada ve hem de açıklamada görüş ayrılıklarına düştüler. Tamamen bu tartışmalar İslam toplumunun iç dinamikleriyle bağlantılıdır. Bu sorunlardan birisi siyasi olup, yönetimle ilgili, diğeri ise iman-amel ilişkisiyle bağlantılı olarak meydana gelmiştir. Müslümanlar, Hz. Peygamber’in vefatından sonra “devleti yönetmenin şer’î kaynağı nedir?” sorusunu birbirlerine sormaya başladılar. Bunlardan bir kısmı, yönetim meselesinin Müslümanların seçimine bırakılabilecek olağan işlerden olmadığını, bunun nas ve tayinle mümkün olduğunu savunurken, diğer bir kısmı da, bunun itikadi bir mesele değil, kamu yararını gözetmeye dayalı sosyal bir mesele olduğunu ve bu sebeple de meşru yönetimin seçim ve ittifaka dayanması gerektiğini savundu.
Hz. Peygamber döneminde İslam Hicaz bölgesinin dışına çıkmamıştı. Hulefa-i Raşidin döneminin ilk yılları, fetihlerle geçti. Özellikle Hz. Osman’ın hilafetine kadar Müslümanlar bütün güçlerini İslam’ın yayılmasına ve dış tehditlerle mücadele etmeye ayırmışlardı. Hz. Osman’ın halife olmasıyla birlikte onun hilafetinin meşru olup olmadığı tartışmaya açıldı. Maalesef iş, Hz. Osman’ın şehit edilmesine kadar vardı. Böylece İslam toplumunda istikrar ve sükûn dönemi kapanmış oldu. Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra yönetime Hz. Ali gelmişti. Hz. Ali’den çözmesi beklenen sorunlar arasında Hz. Osman’ın katillerinin bulunması ve hak ettikleri cezaya çarptırılmaları geliyordu. Hz. Ali’nin döneminde iç karışıklıkların azalması beklenirken, daha da artış kaydetti. İslam toplumunda siyasi ve itikadi ayrışmayı hızlandıran Cemel vak’ası ve Sıffin savaşı gibi iki büyük olay yaşandı. Kur’an-ı Kerim’de bir ayette: “Kim bir mümini kasten öldürürse, cezası, içinde ebedî kalacağı cehennemdir.” (Nisa, 4/93.) buyrulmaktadır. O zaman, “Bir mümin bir mümini kasten öldürürse itikadi açıdan durumu nedir?” sorusu gündeme geldi. Çünkü Müslümanların içinde hem Hz. Osman’ın kanını akıtan ve hem de Cemel ve Sıffin savaşlarında birbirlerini öldüren Müslümanlar vardı. Böylece iman ve amel konusuyla irtibatlı olarak Müslümanlar arasında “büyük günah”, “şefaat” ve “tekfir” meseleleriyle ilgili tartışmalar yaşandı. Bunlar arasında büyük günah işleyen kimsenin durumu nedir? “Mümin midir, kâfir midir, asi midir, münafık mıdır? Bunlar öldükleri zaman cennete mi yoksa cehenneme mi gidecekler?” gibi inanç problemleri zuhur etti.
Bir başka inanç sorunu da, dinî nasları anlamada ortaya çıkan ihtilaflardır. Kur’an-ı Kerim’de geçen ayetlerden bazısı, lafzi okumaya tabi tutulduğu zaman, insana özgür olmadığı (Tekvir, 81/29; İbrahim, 14/4.) intibaını verirken, bazısı da insanın eylemlerinde hür olduğu intibaını vermektedir. (Kehf, 18/29; Müddesir, 74/38.) O zaman bu iki ayet grubu insanın özgürlüğü bağlamında nasıl yorumlanmalı, araları nasıl telif edilmeliydi, gibi sorular, farklı zihniyetler arasında tartışmaları koyulaştırdı. Bu sebeple “cebir ve ihtiyar” meselesi, önemli bir inanç problemi olarak doğdu. Buna muhkem ve müteşabih naslarla ilgili tartışmalar, helal ve haram rızık gibi konular da eklenebilir.
Sonuç
Görüldüğü gibi, inanç konuları, Hz. Peygamber döneminden itibaren artarak günümüze kadar gelmiştir. Bunlardan bir kısmı, siyasi, bir kısmı da gerçekten itikadi meselelerdir. Ayrıca, bunda din dilinin de etkisi vardır. Bu da bir zenginlik kaynağı olarak görülmelidir. Önemli olan bazı inanç sorunlarının tarihî olduğunu bilmek ve bu tartışmaları kendi tarihselliği içinde değerlendirmektir. Tarihte kalmış bu sorunlar, şayet günümüze taşınırsa, Müslümanların birliği ve kardeşliği bundan büyük zarar görecektir. Onun için Müslümanlar, bu sorunların çözümü noktasında yeniden Kur’an ve sünnete başvurmalı, içtimai birliklerini kuvvetlendirebilecek duyarlılıkları geliştirmelidirler. Eğer bu yapılmazsa, günümüz İslam dünyası arasındaki bölünmüşlük, gittikçe derinleşecek, bundan Müslüman halklar büyük zarar göreceklerdir. Bizi birleştirecek sadece asgari müştereklerimiz değil, aksine azami müştereklerimiz vardır. O hâlde Müslümanlar, azami müştereklerini gündeme getirmelidirler.