Makale

Kahramanlık Abidesi MEHMETÇİK

Kahramanlık Abidesi
MEHMETÇİK

Birinci Cihan Savaşı bitmiş, Alman orduları hezimetiyle sonuçlanan bu savaş, Türk’ü ortadan kaldırma hedefine yönelmişti. Yunan ordularının İzmir’e ayak basmasıyla başlayan savaş, yıllarca sürmüştü.
Bir İmparatorluğun temelleri çatlamış, bu çatlayış Türk’ün ölüm-kalım savaşının ilk işareti olmuştu. İzmir’e ayak basan düşman ilerliyordu. Bu ilerleyiş tarihin kaydedemiyeceği en büyük vahşeti sinesinde barındırarak yol alıyordu. Kundakta yatan çocuğundan, hayata gözlerini yummak üzere olan ihtiyarına kadar hiçbir Türk’e hayat hakkı yoktu... Köyler yakılıyor... camiler dinamitleniyor... insanları diri diri ateşte yakacak kadar gözü dönmüş güruh güzel Anadolu’yu harabeye çeviriyordu.
Bunun karşısında Türk milletinin düzenli bir ordusu olmadığı gibi, millet olarak harplerin verdiği acıları saramamış aç ve bîtab düşmüştük. Türk Milleti tarihte en çok savaşan bir milletti, fakat hiçbir zaman yendiği milletlerin şerefi ile oynamamış; kadınını, çocuğunu, ihtiyarını süngüden geçirmemişti.
Bütün batı devletlerinin tezgâhlandığı bu vahşet senfonisi daha fazla devam edemezdi. Zira ezelden beri hür yaşamış bir millet, bu zillete boyun eğemezdi... Ve birden Anadolu’da bir fırtına koptu, Anadolu için için kaynıyordu. Bu manzarayı millî şairimiz Mehmet Akif şöyle tasvir ediyor:
Şu kopan fırtına Türk ordusudur Ya Rabbi
Senin uğrunda ölen ordu budur, Ya Rabbi
Tâ ki yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın
Galib et; çünkü bu, son ordusudur, İslâm’ın.
Evet bu son ordusuydu Islâm’ın, en küçük neferi yedi yaşında, en büyük neferi ise ayakta durabilen herkes. İşte böyle bir ordu zuhur etmişti.
Kadınlar cepheye mermi taşıyor. Çocuklar vatan için canını vermekten çekinmiyordu. İşte 30 Ağustos 1922’de Büyük Taarruz’u yapan ordu bu idi. Ordu- millet kaynaşmasının en muhteşem şekli olan bu muazzam ordu, önünde set tanımayacaktı.
Maddenin her şeye kadir olduğunu zanneden Avrupa yanılmıştı. Yunanlıların yaptığı tahkimât için "Türkler bunu altı ayda ele geçirebilirlerse, övünebilirler" diyen Ingiliz Başvekili Lord Core, hücuma geç
tikten altı saat sonra Türklerin burasını aldığını duyunca, hayretten donakalmıştı. Halbuki bu iddia gülünç olduğu kadar, mânâsızdı da. Bilmiyorlardı ki; kahramanlık bu milletin ezelî ve ebedî vasfı idi. Hangi millet bu vasfı, bu kadar uzun zaman şerefle ve devamlı olarak taşıyabilmişti... Taşıyamazdı da. Zira kahramanlık madde ile ilgili bir mefhum değildi. Kahramanlık konusunda şair şöyle der:
Sızlasa da gönüller düşenlerin yasından,
Koşar adım gitmeli onların arkasından.
Kahramanlık: İçerek acı ölüm tasından,
ileriye atılmak ve sonra dönmemektir.
Evet, kahraman Türk milleti "Ebed-Müddet" diye ecdadının vasıfladığı devletini müdafaa ediyor, toprağı kanıyla sulayarak, onu vatan yapıyordu. O öyle bir milletti ki, devletinin ayakta kalması için feda edebileceği binlerce evladı vardı. Hepsi de canını seve seve feda etmekten çekinmezdi. O, 26 Ağustos 1071’de ecdadı Alparslan’ın mühürlediği bu cennet vatanı kimseye vermemeye söz vermişti, onun istiklâl Marşı’nda şu mısralar yer alıyordu:
Bastığın yerleri "toprak" diyerek geçme, tanı! Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı, Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı.
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda? Şüheda fışkıracak toprağı sıksan, şüheda!
Canı, cânânı, bütün varımı alsın da Hüdâ, Etmesin, tek vatanımdan beni dünyada cüda. İşte, 30 Ağustos 1922’de kazanılan büyük zaferin mânâsı bu idi. Türk milletinin bu zaferi, tarihe altın harflerle yazılsa yine azdır. Zira bu zafer sadece bir millete karşı kazandığımız zafer değildir, Avrupa’nın bütününe karşı kazanmış olduğumuz bu zafer büyük kahramanlık âbidesi olan Mehmetçik’in, büyük Türk milletinin çile dolu savaşının tabiî neticesidir.
30 Ağustos Zaferi’nin 49. yıl dönümünde vatanı, milleti ve dini için şehid düşen adsız kahramanları saygıyla anar, Büyük Bayram’ın milletimize ve ordumuza kutlu olmasını Cenab-ı Hak’tan niyaz ederiz.
Diyanet