Makale

Hikmet Barutcugil ile "Ebru, ilim, irfan ve hilm üzerine”

Söyleşi: Ayfer Balaban

Hikmet Barutcugil ile
"Ebru, ilim, irfan ve hilm üzerine”

Ebrunun serüveni nedir?
Efendim, ebru, aşk ve sır dolu bir sanattır. Ebrunun, bildiğimiz ilk adı, Orta Asya’da, Çağatayca’da ebre. Bu sanat, bu teknik İpek Yoluyla İran’a gelir. İran’da da çok rağbet görür. Orada, abru adını alır. Ab, su demek, ru da, yüz ve yüzey anlamına gelir. Abru, su yüzü demek. Bence, bu sanata yakışan güzel bir tabir ya da en kısa tabir bu. Ebruya su yüzü resmi diyebiliriz. İran’da, bu sanata ebri diyorlar. Ebri, bulutumsu, bulut gibi anlamına geliyor. O da bu sanata çok yakışan bir tabir. Bulutların gökyüzünde oluşturduğu desenler gibi oluşuyor bazı ebrular ve bulutlar gibi hiçbir zaman aynı olmuyor. Her gördüğümüzde bulutun şekli, aynen ebruda olduğu gibi farklı.
Anadolu’ya geldiğinde, ebri adı devam ediyor, daha sonra da ebru deniyor. Ebru, doğrusu Türkçe ses kurallarına pek uymuyor; ama, çok yaygın bir şekilde dilimize yerleşmiş ve 17 nci yüzyılın başında Avrupa’ya gidiyor.
Türk kâğıdı diyorlar değil mi ebruya?
Türk kâğıdı adıyla anılıyor. Ondan sonra, kendi sanatlarına yabancılaşmaya başlamamızla birlikte Türk kâğıdı adı Türk mermer kâğıdı oluyor. Daha sonra da Türk adı kalkıyor mermer kâğıdı olarak tanımlanıyor.
Su yüzü resmi diyoruz ebruya. Bir özel suyumuz var, kitre gibi bir kıvamlaştırıcıyla yoğunlaştırılmış su üzerinde, içine sığır ödü ya da başka ödler katılarak hazırlanmış toprak konuluyor, suda erimeyen metal oksitler, gül dalı ve at kuyruğundan yapılan fırçalar yardımıyla serpiliyor, gerekirse suyun üzMİnde, suyun yoğunluğundan’ istifade ederek de- senlendiriliyor, hatta onun üstüne gerekirse çiçek gibi, lâle gibi, gül gibi, karanfil gibi motifler yapılıyor, üstüne kâğıt yapıştırılıyor ve alınıyor. Bu böyle ilginç bir teknik.
Su üstünde olup bitenler bu kadar kolay olmasa gerek.
"Evet", daldır çıkar boyacı fıçısı tabiri bundan çıkmış zannediyorum.
Bu tabii çok özet bir tarif oldu. Ama, bunun olgunlaşması yıllar alıyor. Görüntüde de çok kolay gibi geliyor. Ama, o saf dengelerin oluşturulması, ciddî bir mesai, zaman, enerji, tefekkür istiyor.
Ebru sadece renkli bir kâğıt hikayesi değil, tefekkür teknesinde bir arayışın adı demiş üstatlar.
Sanatın çok tarifi var. Ama, bizim anladığımız sanat daha farklı. Biz, bu sanatları, İlâhî güzellik arayışı diye özetliyoruz. Bunun da özetini, özetin özetini, merhum Necip Fazıl söylemiş, "Anladım işte sanat hakkı aramakmış / Marifet bu, gerisi çelik çomakmış."
Ebrunun bir farklılığı var. Ebru teknesinin üzerinde çıkan desenler, yapan ustasının yüzde yüz kontrolünde değil. Fırçayı vuruyor, boyalar gelişigüzel gidiyor, hangi boya nereye gidecek, onun yanına gelen boya neresine girecek, ne kadar açılacak, bunları kestirmek mümkün değil. Bir yağlı boya resim yaparken onu kontrol edebilirsiniz, oraya mavi koyarsınız, yanına sarı koyarsınız, ne yapıyorsanız; ama, ebru’da öyle bir oluşum yok, ebru kendi kendine oluşuyor. Ebruya tefekkür teknesi demişler eski ustalar, hakikaten öyle. Bir bakıyorsunuz, kendi cüzi iradenizin cüzziyeti o kadar küçük ki, orada külli iradenin farkına varıyorsunuz. Her çıkan desen bir tane, orada vahdeti hissediyorsunuz, teklik var, İkincisi istesek de olmuyor. Sonra, orada çıkan desenler, tabiatta zaten var olan desenler; yani, mikro ve makro kozmos arasındaki bir sonsuzlukta oluşan desenlerle, ebru teknesinin üzerinde oluşan desenler birbirine çok benziyor. Bir kan hücresinin elektromikros- koptaki görüntüsü bir ebruya o kadar çok benziyor ki, bir kitabım matbaada basılırken koridorda hızlıca yürüyordum, bir kitap basılmış, paketlenmiş, mücellitha- neye gidecek. O kadar çok ebruya benziyor ki, -hem de işte nefis var ya-, benim ebrummuş gibi, yani bu benim ebrum da burada ne işi var gibi yakınlaştık. Bir baktım, altını okudum "karaciğer dokusu" yazıyor. Meğer bir tıp kitabıymış. En büyük nakkaşın eseri üzerinde belki bir insan tahribatı var; ama, muhteşem. Tıp doktorlarının kullandığı histoloji atlasları vardır, onlarda binlerce fotoğraf, resim vardır ve hepsi de o kadar çok ebruya benzer ki. Bu mikrokosmos. Efendim işte toprak katmanlarının, bir mermerin damarlarında, bir ağacın gövdesindeki damarlarda, her şeyde, suyun yüzeyinde oluşan desenlerle büyük benzerlikleri var.
Bunun bir örneğini de şöyle yaşadım: Venüs Gezegeniyle ilgili çalışmalar yapan Fransız bir astronomi profesörü, benim yaptığım türden ebrular görmüş, Venüsten ge- I len fotoğraflarla büyük benzerlikler olduğunu tespit etmiş, onun üzerine iki sene beni aramış. Sonunda buluştuk, "bana göster bu nasıl oluyor?" dedi.. Oturduk beraber, sabahtan akşama kadar teknenin başında, o elinde bir defter bir kalem, 15-16 sayfa formül yazdı. Suyun konsantresi, yüzey gerilimleri, hareketler vs... Her şeyi not etti, çıkan desenlerle Venüsten gelen fotoğraflar arasında benzerlikler var. böyle bir sergi açalım dedik.
Suyla nasıl bir alışveriştesiniz?
Su bizim ekmek teknemiz, işte görüntümüz, yüzeyimiz, her şeyimiz. Yıllardır fark ettiğim bir şey vardı; su bir şekilde bizim enerjimizle ilgili tepkiler veriyor. İki sene evvel Dr. Emoto isimli bir Japon araştırmacı, suyun kristal yapılarını incelemiş ve etrafındaki enerjiden etkilendiğini görüntülü olarak bizlere sunmuş. O zaman işte işler çözüldü. Yani, bilimsel ortamda bu işin ifadesi yapılmış oldu. Dr. Emoto, bir su almış, onun etrafında insanlar birbirle- riyle kavga etmişler, hakaret etmişler, gürültü patırtı kopmuş, o suyun kristal yapıları bozulmuş. Ama, aynı suyun etrafında insanlar birbirlerine şiir söylemişler, güzel sözler söylemişler, iltifat etmişler, Allah’ı düşünmüşler, o suyun kristal yapıları mükemmelleşmiş, şekiller düzgün, renkler pırıl pırıl. Müzikten de etkileniyor su. Yüksek volümlü rock müzik dinletmiş suya, kristal yapıları şaşırmış, ama onun yanında bir klasik senfoni dinletmiş, yapılar çok güzelleşmiş.
Bizim derslerimizde bir kural vardır. Ben bunu biriken tecrübelerimden edindim. Bu temel kurallarımızdan biridir. Negatif enerji üretme yasağı vardır. Öğrenciler mutlaka pozitif düşünür, "tüh Allah kahretsin" gibi şeylerin asla söylenmesine müsaade edilmiyor çalışmalarımızda. Çünkü su, o enerjiyi alıyor ve size anında da tepkisini gösteriyor. Ne oluyor, boyalar dibe çökmeye başlıyor, kâğıda tutunmuyor, akıyor, kokuyor, bir sürü şey oluyor. Ama, enerjimiz bizim iyi olursa, o enerjiyle etkilenen su, bize aynı şekilde olumlu cevabını veriyor.
Efendim, ebrunun tedavi edici bir özelliğe sahip olduğu da ifade ediliyor.
Olmaz mı, tabii var. Eskiden dârüşşifalar vardı, şifâha- neler vardı, bîmarhaneler vardı. Bakın, şifahane ne demek, şifâ evi demek değil mi? Biz bugün aynı yere, hastahane diyoruz. Şifâ ile hasta arasında negatif enerji üretme var. Kavramların birisi pozitif birisi negatif. Birisinde sağlık bulma ümidiyle geldiğiniz bir ev var, öbüründe de, "siz hastasınız gelin bakalım" diyorlar. Bîmar- hane, bunu da İskender Pala’dan duydum, öksüz ve yetim bir çocuğun sırtını sıvazladığınızda aldığı hazzın adı bîmarhâli imiş. Eskiden, akıl hastalarının, özürlülerin tedavi edildikleri yerin adı bî- marhane. O sonra ne olmuş, tımarhane. Gerçi tımarhane de güzel bir şey; ama, bîmarhane gibi değil tabii. İkisi çok farklı şeyler. Keşke o bîmarhane adı ya da şifâ- hane adı bugün kullanılsa. Bunun gibi çok şey kaybettik.
Şimdi, burada bir şey var, ilim, irfan, hilm diye. Bunu bütün sanatlara uygulayabiliriz, ebruya da doğal olarak uygularız. İlim dediğimiz, öğrendiğimiz şeyler, işte hangi boyalar kullanılacak, suyun içine ne kadar kitre katacağız, fırçayı nasıl kullanacağız, ne kadarını hangi boyaya nasıl koyacağız gibi. Biz bunları yaşar hâle geldiğimizde, o zaman irfan hali oluşmuş oluyor. Bu irfan hâlinin bizi hilm haline götürmesi muratlanıyor. Hilm ne demek, el-Halim tecellisi. Bu yumuşaklık demek Arapçada. Ama !bu süngerin, pamuğun yumuşaklığı değil de, huylarda meydana gelen bir yumuşaklık.
İşte bu davranış estetiği.
Evet. Halim-selim insan diyorlar ya. Yumuşak huylu olduğu zaman ne oluyor, onun kalbi artık gönül oluyor. Sevgi dolan kalbin adı gönüldür. O gönülde nefret, öfke, dedikodu, haset, gıybet, kıskançlık gibi -sayın sayabildiğiniz kadar- manevi hastalıklar azalıyor. Bunun en güzel örneğini Osmanlı vermiş. I. Osman’dan Vahdettin’e kadar bütün sultanlar sultan olmaya aday olan kişiler, mutlaka bir sanat eğitiminden geçirilmiş. Sanatın bu yönü çok önemli bence.
Nerelerde kullanılıyor ebru?
Ebru, öncelikle önemli yazışmalarda zemin kâğıdı olarak kullanılmış. Mesela anlaşmalar, evlilik akitleri, satışlar gibi, vasiyetler, önemli yazışmalar da ebru kâğıtların üzerine yazılmış. Neden? Silinti, kazıntı, tahrifat girişimini engellemek için. Bugün, işte çek defterleri, bono defterleri, banknotların üstündeki o karmaşık desenlerin mantığı aynı şekilde. Yani, çizilip üstüne yeni bir şey yapıldığı zaman eğer zeminini bozarsanız onu asla tamir edemezsiniz, o kendini gösterir, hata olduğunu gösterir. Bu bir şekilde sigortalamak.
Daha sonra ticarî defterlerin kenarlarını ebrulamışlar. Bugün noterler yapıyor o işi, her sayfayı numaralıyor ve mühürlüyor. Eskiden ebru yapıldığında, içinden bir kâğıt aldığınız zaman, bir sayfa çıkardığınız zaman, izi belli olur ve asla tamiri mümkün olmaz. Yani, bir kitabı tam tutabilmek için yapılmış bir estetik değeri de olan, rengârenk bir sanat koyuyorsunuz ve işi güvenceye alıyorsunuz, işi sigortalıyorsunuz bu şekilde, bozulmayacak bir şekilde yapıyorsunuz.
Daha sonra, hat sanatında kullanılmış, kitaplarda kullanılmış, levhalarda kullanılmış. Ayrıca ebru, düz yazıların süslemesinde de kullanılmış, (iç pervaz, dış pervaz gibi...) yazıyı daha çok ortaya çıkaracak bir süsleme olmuş.
Yeni bir kitap hazırlığı içindeyiz. Osmanlı arşivlerini araştırdım, neredeyse yüzde 99 defterlerin hepsi ebrulanmış. Hem yan kâğıdı olarak, yani kitabı, defteri kapağa bağlayan kâğıt olarak, hem de kapakta ebrular kullanılmış, ne kadar güzel uygulanmış, mest oluyor insan. Aradan 300-400 sene geçmiş, hâlâ canlılığını muhafaza ediyor. Çünkü, ebruda kullandığımız boyalar, tabiattan elde edilen toprak boyalar, metal oksitler. Ta, antik Mısır’da da bu kullanılmış. 4500 sene öncesine giden duvar resimleri, mezar resimleri var, hâlâ ilk günkü renkleriyle duruyor. Mesela Çamlıca toprağı, yaygın olarak ebruculukta kullanılan tütün renk, diğer renklerle de karışabilen bir toprak. Toprak, güneşin altında milyonlarca yıl, kim bilir belki de daha fazla, rengini muhafaza etmiş. Bu şekilde kâğıdımıza aktarırsak, orada da kalıyor tabii ki.
Suyla olan söyleşinizde bir hikmet ebrusu çıktı mı ortaya?
Ben ilk ebruyla karşılaştığımda, sadece su üstü resmi diye bir şey duymuştum. Kendi kendime araştırmalara başladım. Bu araştırmalar sırasında daha evvel yapılmamış ebru türleri ortaya çıktı. 1975 yılında, Bilim ve Teknik Dergisi’nin kapağında bir resim gördüm, sular kirleniyor diye. Hakikaten doğal ebru gibi bir şeydi. Benim yaptıklarıma çok benziyordu. Demek ki bu doğal bir oluşum dedim. Arabadan damlayan yağların yağmur suyunda oluşturdukları gökkuşağına benzer desenler, yer katmanlarında, mermerlerde çıkan desenler... Bütün bunlar beni cesaretlendirdi ve çalışmalarımı daha da hızlandırdı.
Daha sonra, 1988 yılında İngiltere’de bir sergide barut ebrusu diye bir isim verdik onlara. O şekilde literatüre geçmiş oldu.
Neden barut diye sordular mı?
Onun hikayesi de şöyle: Tarih içinde bazı ebrular, yapan ustaların adıyla anılıyor. Mesela bugün hâlâ kullandığımız hatip ebrusu diye bir ebru var, Hatip Mehmet Efendi isimli bir zat bunu ilk defa yapmış ya da çokça yaptığı için ona ithaf edilmiş, vefatı 1773. Necmettin ebruları diye bir ebru var. O geçtiğimiz yüzyılın üstatlarından biridir, çiçekli ebrulara büyük bir neşvünemva getirmiş, onun adıyla anılıyor. Böyle bir gelenek var ebru tarihi içinde.
Benim yaptığım ebrular da, daha evvel hiç yapılmamış tarzda bir ebru çeşidiydi. Ingiltere’deki sergide Iranlı bir sanat eleştirmeni bir isim vermek gerektiğini söyledi. O sırada da, soyadlından ilham alındı.
Ebru teknesinde çiçekler açtırıyorsunuz. En çok hangi çiçeği severek yapıyorsunuz.
En çok lâleyi seviyoruz, lâle temel desenimiz, ilk öğrettiğimiz çiçek. Lâlenin tabii bir başka özelliği de var, İslâm sanatlarında semboller vardır, lale, hilâl ve Allah, ebcet hesabına göre üçü de 66’ya tekabül ediyor. Dolayısıyla hilâl ve lâle, Islâm sanatlarında, ebcetten dolayı Lafzatullah’ın sembolü olarak kullanılmıştır. Minarenin, kubbenin en üst noktası hilaldir, Allah’a giden yol gibi.
Yalnız ebrudadeğil, tabii işte kumaşta, bakırda, tezhipte birçok yerde lâle kullanıldı. Bir devre adını veren bir çiçek. Ayrıca çok da estetik bir çiçek, güzel bir çiçek, yapısıyla, yapraklarıyla. Bunun yanında gül var. Gül de Hazret-i Peygamber’i temsil eder. Gül kokusunu, gül yağını çok sevdiği için ona ithaf edilmiştir.
Daha sonra bu çiçek silsilesine bir başka boyut da geldi, efsun çiçeği adını verdik. Aslında böyle bir çiçek yok.
Siyah beyaz çalışmalarınız dikkatimi çekti. Neden siyah beyaz?
Bu, daha evvel denenmemiş bir çalışma tarzı idi. Tek renk, is kullanarak, onun tonlarını kullanarak ve beyaz kâğıda alarak bir dizi ebru yaptık. Burada, renklerin hepsinin bir dili var, bir mertebesi var. Bu siyah beyaz da, üst mertebelerden biri. İşin özeti şu: Siyah heptir, beyaz hiçtir ya da tam tersi, beyaz heptir siyah hiçtir. Şöyle anlatabiliriz; siyah bütün renkleri içine aldığı için, için siyah olur. Beyaz da, hiç birini almadığı için, hepsini yansıttığı için bize beyaz görünür, işte, hiç olursan hep olursun, onu anlatmak istiyoruz.
Hattatlar da hiç yazmış. Siz de diyorsunuz ki, ben siyah beyaz renkleri kullanarak, aslında hiç yazmaya çalışıyorum.
Eğer hep olmak istiyorsak, hiçliği kabul etmemiz lazım. Her şeyden kurtulmamız lazım.
Bu uzun ama, güzel bir yolculuk olsa gerek.
Müslüman sanatçı yaptığıyla Allah’a kendini yaklaştırmak istiyor. Hedef farklı, amaç farklı, yani ilahi güzellik arayışı.
Hedef İlâhî güzellikse, hedef Allah’ı aramaksa, o zaman ilk vazgeçmemiz gereken şey; kendi nefsimiz, egomuz.
Yaptığım eserin altına bakla kadar ismini yazarsan, o zaman benlik giriyor işin içine. Ama, devir öyle bir devir değil, imzasız eser de değer bulmuyor, illa bir imza atılması isteniyor. İmza atmak beni çok rahatsız ederdi, kaç defa çerçeveler kesildi, imza istendi, yapıldı edildi. Porto Riko’da yapılan bir kongrede, zena- atkâr isim yazmaz, isim imza atmaz gibi bir bildiri verilmişti. Onun üzerine bir başka şey aklıma geldi. Hikmet-i Hûda diye altını imza ediyorum. O aslında ebrunun tanımı, ebruda oluşan desenler Allah’ın hikmeti. Yani, biz onları bilmiyoruz, bilinmeyen sırları, Allah’a ait. Hikmetin anlamı çok geniş. Bu arada, hikmet adının avantajını da kullanarak herkes imza zannediyor. Hem kendim aradan çekilmiş oluyorum inancıma göre, o kelimeyle de, o cümleyle de yapılan işi tarif etmiş oluyorum; bu gördüğünüz iş Allah’ın hikmetidir.
Estetiğin yeniden bütün hayatımızı kuşatabilmesi için gereken ne?
Bir şekilde, bir sanatın ucundan tutmalarını öneriyorum herkese. Ne olursa olsun; şiir olur, edebiyat olur, resim olur, müzik olur, akla ne gelirse. Sanat yoluyla ruhlar inceliyor. Yani, onun bir zorluğu var, bir sabır dönemi var.
Onu atlatınca, insan ona gösterdiği sabrı hayatına göstermeye başlıyor. Efendim, sanatında çıkan istenmedik I şeylere razı olarak hayata razı olmayı öğreniyor. Eğer sulu bir şeyle uğraşıyorsa, o suyun hikmetini anlıyor, önemini anlıyor, kendi içindeki suyun farkına varıp, bu sefer olumlu düşünmeye, pozitif düşünmeye başlıyor ve işte bu şekilde de, işte stresle baş etme, daha iyimser, daha olgun, kâmil insan olma yolunda bir yolculuk başlamış oluyor. Sanat bunun için çok önemli. Bizim sanatlarımız, gelenekli sanatlarımız, bir anlamda amel-i salih eğitimi.
Biz istiyoruz ki, herkes sanatın bir ucundan tutsun, sanatın getirdiği bir zihniyet var, ondan nasibini alsın.