Makale

Evimin frezya Kokusu

Merve Kurt

evimin
frezya
kokusu

Bir insanın yaşama mekânı kadar onu tanımlayan, betimleyen başka bir şey daha yoktur. Kimimizin evi iki oda- bakla sofa dediğin cinsten, kimimizin evi üç katlı, merdivenleri ahşaptan, çık çık bitmez... Evlerimize yansıtırız ruhumuzu, evimizin ruhu da yansır yüzlerimize. Evlerimizin kişiliklerimizin birer parçası olduğu ve bir parça da kişilikleri olduğu su götürmez. Evet, kişiliklerini yansıtır kadınlar evlerine; bir de düzenlerini, titizliklerini, temizliklerini ya da dağınıklıklarını, savrukluklarını... Evler, aynalarımızdır vesselâm!
Her evin kendine has bir kokusu vardır aynı zamanda. Benim evimin kokusunu sorarsanız, frezya kokusu derim. Kurutulmuş, anı olmuş, konuldukları vazolarda evimin havasını değiştiren frezyalarla doludur her yanım. Evimin huzur kokusudur onların kokuları... Büyük şehrin kalbimi yoran koşuşturmasından evime attığımda kurtulurum ancak. Kapısından attığım zaman ayağımı içeriye, evimin baharı hatırlatan frezya kokusu günün tüm yorgunluğunu alır.
Bir eve girdiğimizde, o ev dingin ve huzurluysa eğer, bırakmak isteriz kendimizi huzurun ve dinginliğin kollarına... Yok, eğer gergin bir havası varsa evin, ortamdaki elektrik bizi de yakabilir ve oradan hemen kaçıp kurtulmak isteriz. Evin her köşesi yansıtır bizi, ama ev estetiğimizin en görünür olan bölümü misafir salonlarımızda değil mi? Salonlar, misafirlerin kalbine açılan odalardır. Dostlarla birlikte içilen çayın-kahvenin, yapılan sohbetlerin, edilen muhabbetlerin, kubbeye bırakılan hoş sedaların ve daha neler nelerin içinde biriktirildiği salonlar...
Evimdeki her odanın ayrı bir rengi varsa da, salonumun rengi yeşildir: Koltuklarım, halılarım, örtülerim, bir de çiçeklerim tabiî... Yeşildir dinginliğin adı, benim sözlüğümde... O yüzdendir evimin en görünür kısmını yeşilin tonlarına bezemem.
Vitrinin bir köşesinde, gramofon şeklindeki eski bir müzik kutusu, ya da Ürgüp-Göre- me’den getirilme ufak bir testi, Salzburg hatırası, bir minyatür Kırgız çadırı... Daha neler neler ele verir kişiliğimizi. Kök boyasıyla, el tezgâhlarında dokunulmuş bir Yörük kilimi, ya anneanneden kalmıştır, ya da anılardan çıkıp gelmiştir. Duvardaki bakır tepsilerin biri Erzincan bakırıdır, diğeri Mısır’dan gelmedir. Bir diğeri ise doğduğumuz gün, babamızın arkadaşları tarafından hediye edilmiştir.
Konsolun yanında duran bir rafım vardır. Onun üzerinde seramik bir vazom, içinde köydeki öğrencilerimin topladıkları kuru çiçekler, yanında radyom... Rafımın dekoratif demir ayaklarına asılı bir hasır sepet, bir de bizim yörede ’cümem’ dedikleri ince hasır saplardan örülme renkli bir tabak... Ve daha birçok küçük ayrıntı...
Bütün bunları niye mi anlatıyorum: Evimizi, -çok da abartılı olmadan- süslemek, güzelleştirmek, onu daha yaşanılır bir mekân hâline getirir. Kısacası evimizi dekore ederken, içinde en rahat nasıl yaşayacaksak onu düşünerek yapmalıyız bu işi. En rahat, en huzurlu nasıl olacaksak... Gelenler de en rahat nasıl hissedeceklerse kendilerini öyle... Evlerimizin estetik yönünü yıllar önce biraz yitirdik gibi. Yani her yerde birbirinin aynı, ya da kopyası beton binalar... Eskinin o zarif taş ya da ahşap oymalarına yapılan yeni evlerde rastlayamıyoruz pek. Ya da çiçek resimleriyle bezeli kapılara, el şeklindeki kapı tokmaklarına... Tabiî ki ihtiyaçlar değişti, zamanın rengi de... Bitimsiz bir savruluşun, ruhları daraltan bir modern çağ koşuşturmasının evlerimize ve yüzlerimize yansıması da biraz hüzünlü oluyor elbet. Bütün bunlardan etkilenmemek pek mümkün görünmüyor. Fakat bu etkileri en aza indirmek de bizim elimizde. Bunun bir yolunu biliyorum ben: Çiçekler dikmeliyiz büyük şehrin, evlerin, balkonların tam kalbine... Çiçekler, hem kalbimize hem de evlerimize...
Bilmiyorum, evler mi çiçeklere küstü? Yoksa çiçekler mi evlere küstü büyük şehirlerde artık? Her ne olursa olsun barışmalıyız çiçeklerle, evimizle barıştırmalıyız onları. Barıştırmalıyız ki, o evlerimize huzur veren hoş rayihaları eksilmesin hayatımızdan. Ömrümüz biterken, yaşadığımız evler tek tek gözümüzün önünden geçerken; aklımızda kalan güzel kokulu, hoş sardunyalar ya da frezyalar olmalı yalnızca...
Balkonlarından sardunyalar sarkan evler kadar gıptayla izlediğim ev yok! İster gecekondu olsun, ister dubleks... Balkonlarından sokağa başlarını uzatmış, renk renk- ama en çok da kırmızı kırmızı- sardunyaları görünce, bir çiçeğin insanın bütün hayatını değiştirebileceğine ve dönüştürebileceğine olan inancım artar. Tıpkı Küçük Prens’teki gibi:
"Evcilleştirdiğin her şeyden sen sorumlusun. Gülünden sen sorumlusun."
Küçük Prens, unutmamak için tekrarladı:
"Gülümden ben sorumluyum."
Benim balkonlarda açan güllerim yok, ama olacak! Sardunyalarım da yok! Bakamam diye... Oysa her bir çiçek, hayata attığımız bir köprü daha. Evimizi güzelleştirmek, içini huzur doldurmak için en kısa zamanda sardunyalar ekmeliyiz balkonumuza, güller dikmeliyiz. Eskiden teneke kutularda biriktirdiğimiz çiçek koleksiyonlarımızı sergilemeliyiz gün dönümlerinde, gece ayazlarında... Bozkırda bir çiçek tarlası olmalı evimiz. Estetiğin, zarafetin esamesinin bile okunmadığı hoyrat bir yaşama alanında olsak bile... Günlük koşuşturmalarımız, uykudan çalsa bile düşlerimizi... Frezyalar, baharı müjdelemeli ılık bir rüzgârın içine gizledikleri büyüleyici kokularıyla... Sardunyaların o genzimizi yakan güzel kokusu, yazı hatırlatmalı her içimize çektiğimizde. Unuttuğumuz teneke kutularda kalmamalı küpe çiçekleri, begonyalar, petunyalar, gülhatmiler, yılbaşı çiçekleri ve daha niceleri...
En güzel yerini evimizin, konuklarımıza ayırmalıyız yine her daim.