Makale

Gönül Dili

Gönül dili

Doç. Dr. Ahmet Ögke

“Hz. Osman (r.a.), halife olunca minbere çıktı. Herkes ‘acaba ne diyecek?’ diye merakla bekliyordu. O sustu, hiçbir söz söylemedi; sadece halka baktı. Gönül diliyle onlarda öyle bir hâl ve atmosfer oluşturdu ki, artık dışarı çıkacak durumları kalmamıştı. Birbirlerini ve nerede olduklarını bile unutmuşlardı. O güne kadar yüzlerce zikir, öğüt, vaaz ve hutbe dinlemişlerdi; ama hiçbirinden bu kadar etkilenmemişler, hiç böyle bir hâl yaşanmamış, bu kadar sırlara ve manevi bilgilere vâkıf olmamışlardı. Oysa Hz. Osman (r.a.) onlara hiçbir şey söylemiyor, sâdece sürekli onlara bakıyordu. Nihayet bu beraberlik sonunda minberden ineceği sırada: “İş yapan (faal / aktif) bir lider (imam), konuşan / söz söyleyen bir liderden (imamdan) daha iyidir.” buyurdu. Çünkü söz söylemekten maksat, başkalarına bir fayda vermek, kalbe etki etmek, ahlakı güzelleştirmek ve ruhi-manevi incelikleri göstermektir. Hz. Osman (r.a.), hiç konuşmadan, onları konuştuğu zamankinden daha fazla etkiledi. Onlar da sözle elde ettikleri faydaların birkaç katını, sözsüz olarak elde ettiler… İşte Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.): “Sahabem yıldızlar gibidir; hangisine uyarsanız doğru yolu bulursunuz.” buyurdu ya; birisi yıldıza bakar, gidilecek yolu gidilmeyecek yoldan ayırt eder ve yola düşer. Yıldız ona hiç söz söyler mi? Hayır! Fakat insanlar, yıldıza bakar, onun dilini anlar, yolunu bulur ve varacağı yere varır. İşte (peygamberlerin manevi mirasçıları konumundaki) Allah erlerine (evliyaullah) de bakarsın, yolunu düzeltirsin. Olur ki, onlar senin üzerinde etkili olurlar da sen sözsüz-lafsız, dedi-kodusuz maksadına erersin; onlar Allah’a ulaşma (vuslat), yaklaşma ve buluşma (kurbiyet) durağına götürürler seni.” (Mevlânâ, Fîhî Mâ Fîh, s. 202.)

Hz. Osman’ın ilk halife oluş sahnesini bu şekilde anlatarak yorumlayan gönüller sultanı Hz. Mevlana Celaleddin-i Rumi, onun hâl ve tavrını, baş diliyle bir şey söylemeksizin gönül diliyle / lisan-ı hâlle / lisan-ı kalple insanları etkileyiş biçimini bütün çıplaklığıyla gözler önüne serer.

İşte böyledir gönül dili: Harfsiz, sessiz, lafsız; hâlle, gönülle / kalple konuşulup anlaşılır. Gönül dili bildiğimiz lisan değildir; muhabbettir, neşedir, zevktir; ruh ve maneviyat dilidir. Bunda ten dili depreşmez, hiç kımıldamaz; can diliyle anlatılır, bütün anlatılmak istenenler. Bu sebeple bir bakıma gönül dili semboliktir, simgeseldir, metaforiktir.

Gönül dilinin, biri bütün insanlara (genel), biri de Allah’ın nitelikli / seçkin (özel) kullarına hitap eden iki farklı yönü vardır: En genel anlamıyla gönül dili, baş diliyle kulakların değil; kalplerle kalplerin, ruhlarla ruhların konuşup anlaşmasıdır. İnsan, rüyada nasıl dilsiz dudaksız konuşuyorsa, uyanıkken de aynı şekilde gönül diliyle konuşabilir. (Mevlânâ, Dîvan, V/311, b.no: 3752.) Esasında her insan, kendi istidat ve kabiliyeti ölçüsünce gönül dilini bilip anlayabilir, konuşabilir, aynı dili konuşanlarla söyleşip anlaşabilir. Hemen hepimizin, dostlarımızla ve sevdiklerimizle öyle özel anlarımız olmuştur ki, sessiz–sözsüz, hiç konuşmaksızın nice manalar devşirmiş, nice duygular hissetmişiz ve tatmışızdır.

Baş dili yalan söyleyebilir; ama gönül dili asla yalan söylemez. Baş gözü görmek istemediklerini görmezden gelebilir; ama gönül gözü her şeyi görür. “Gerçek şu ki, size Rabb’inizden gönül gözleri (besâir) gelmiştir; kim (bununla) görürse kendi yararına, kim de körlük ederse kendi zararınadır.” (En‘âm, 104.) Baş kulağı duymak istemediklerini duymazdan gelebilir; ama gönül kulağı her şeyi duyar. “Yeryüzünde hiç dolaşmadılar mı ki, kalpleri olsun da onunla akıllarını çalıştırsınlar, kulakları olsun da onlarla duysunlar. Şu bir gerçek ki, kafadaki gözler kör olmaz; ama göğüslerin içindeki kalpler körleşir.” (Hac, 46.) Baş dili, baş gözü ve baş kulağı topraktan; gönül dili, gönül gözü ve gönül kulağı ise Rahman’dandır. Topraktan yarattığı insan bedenine işitme gücü, gözler ve gönüller (ef’ide) bahşeden Cenab-ı Hak, kendi ruhundan, kendi nefesiyle ona üfleyerek can / ruh vermiş (Secde, 9.) ve insanlara kalpleri / gönülleri aracılığıyla seslenmiştir. İnsan da Yüce Allah ile kalbi aracılığıyla iletişim kurar. Bu yüzden kalp, “Allah’ın evi (beytullah)” olarak nitelenmiş ve gönül yıkmak, Kâbe’yi yıkmaktan daha büyük bir kabahat sayılmıştır. (Vâhib-i Ümmî, Dîvan, 271/3; Sinân-ı Ümmî, Dîvan, 163/1.) Madem ki insan, bünyesinde kutsal ruhu taşımaktadır; öyleyse gönül dilinin söyledikleri de kutsallık taşır, çok değerlidir ve ölümsüzdür. Çünkü Allah’ın birlik meclisinde harfsiz-sessiz yüzlerce söz söylenir. (Mevlânâ, Dîvan, I/386, b.no: 3561.) İlahî hitap, vahiy, ilham, sezgi, keşf ve mükâşefe hep kalp / gönül aracılığıyla gerçekleşir. Bu yüzden Yüce Allah, kendisine yönelmenin ve yönlendirmenin şifreli anahtarını da gönül diline armağan etmiştir.

Özel anlamıyla ise gönül dili, Allah’ın nitelikli kullarının, keşf ve ilham sayesinde elde ettikleri ilahî aşk ve irfanla ilgili bilgileri anlatmakta ve bu konularda anlaşılması güç sırları çözüp anlamakta kullandıkları özel bir lisandır. Bu, öncekine göre daha ileri bir boyuttur.

“Dolar kalb sırr-ı envârdan, gelir ilhâm alır sırdan Gönül mülkünde cân dili, muammâlar çatar ey Şâh.” (Sinân-ı Ümmî, 150/2.)

Bu tür ilhamlar, kalbî zikir neticesinde elde edilen manevi hâllerden (vâridât) oluşur ve bunlar vasıtasıyla can dilinden bize hitap eden de Cenab-ı Hak’tır. (Sinân-ı Ümmî, 163/7.) Aşk bahçesi konumundaki gönül (gülistan) dilini bilmeyen kimsenin sözleri yavan olur:

“Âşık ma‘şûktan almıştır sabâhını ne gam, zâhid Gülistândan dili olmayan, sözün külli yavan söyler.” (Vâhib-i Ümmî, 303/7.)

İnancın tam olması için ten diliyle ikrardan sonra, can diliyle de bu ikrarı tasdik etmek lazımdır. (Eroğlu Nûri, Dîvançe-i İlâhiyât, 35/2.) Ârif, ten diliyle değil de can diliyle konuşur. (Sinân-ı Ümmî, 126/12.) Onun ten dili yalnızca Hakk’ın zikriyle meşgul olur ve böyle olmayan dile de dil denmez. (Niyâzî-i Mısrî, Dîvan, 199/5); (Geniş bilgi için bk.: Ahmet Ögke, Elmalı Erenlerinde Mânâ Dili, Ankara, 2007.)

İşte bu iki temel niteliği sebebiyle gönül dilinin iki ayrı veçhesi vardır: Bir yandan gerçek dost olan Cenab-ı Hak ile irtibatımızı sağlar; diğer taraftan ise onun yarattıkları kullar arasından dostlar edinmemize ve başka insanlarla iletişim kurmamıza yarar.

Gönül dilini bilmek için, her şeyden önce gönül sahibi olmak gerekir; ya da en azından gönül sahibi bir Allah dostundan o dilin inceliklerini öğrenmek. Gönül sahibi Allah dostları, kendi gönüllerinde mayaladıkları yüce ruhu, manayı ve o tadına doyum olmaz marifet ve muhabbet zevkini isteklilere sunarlar. Gönlün latif rengine baştan ayağa boyanan bu asil ruhlar arasında senlik-benlik dâvâsı bütünüyle kaybolup gitmiş ve ortada sadece “O’na” bağlı görece bir “biz” kalmıştır. Hz. Mevlana’nın: “Gönlün varsa eğer, yürü, gönül sahibi bir dost ara!” çağrısı işte bunun içindir. (Gönül sâhibi Allah dostlarının özellikleri için bk.: Ahmet Ögke, “Gönül Sâhibi Bir Dost: Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî”, Diyanet Aylık Dergi – Mevlânâ Özel Eki, sayı: 204, Aralık-2007, ss. 3-8.)

Yüce Allah, gönül sahibi (ulü’l-elbab) kimseleri, “sözü dinleyen ve sözün en güzeline uyan kişiler” (Zümer, 18.) olarak tanıtır. Demek ki, önemli olan “konuşmak” değil, “söz dinlemek” ve “iyi ve faydalı sözlere” tâbi olmaktır. Salt aklı kullanan filozoflar ve bilginler beyinlerindeki akıllarıyla aklederken, gönül dilini bilen Allah’ın ârif kulları kalplerindeki / gönüllerindeki akılla aklederler; zira “onların akledip düşünen kalpleri vardır.” (Hac, 46.) Esasında gerçek akıl sahipleri (ulü’l-elbâb=gönül sahipleri) onlardır ve onlardan başkası gereği gibi düşünemez. (Âl-i İmrân, 7.) Ancak gönül sahibi olanlar, düşünüp ibret alırlar (Zümer, 9.), Allah’tan sakınırlar (Bakara, 197.), Kur’an’ı kendilerine yol gösterici ve hatırlatıcı kabul ederler (Mü’min, 54.)

Susmak, dile sahip olmayı öğretir insana. Diline sahip olan, bütün organlarına sahip olur. Esasında burada dili her iki manasında da anlayabiliriz: Edebiyatımızda “dil” denince, hem “lisan” ve hem de “gönül” anlaşılır. Gönülden geçmeyen söz dilden dökülmez. Gönlü tertemiz olanın dili dupduru, sade ve etkili olur; az konuşur, öz konuşur, ama konuştuğunda etkili konuşur, insanı kendinden geçirir, yakar, kavurur.

Sözün bittiği yerde susmak gerekir. O zaman gönüller konuşur. Ten diliyle sağlanamayan konuşma, söyleşme ve anlaşma, can diliyle gerçekleşebilir. Ten dilinin barışma, yakınlaşma ve anlaşma dili olamadığı hallerde gönül dili devreye girer ve aşılmaz denen nice sorunlar kolaylıkla aşılabilir.

Mevlana’ya göre, aynı dili konuşmak, yakınlık ve bağlılık göstergesidir. İnsan, dilini bilmediği kimselerle bir arada kalırsa, yabancılık hisseder, kendini hapse düşmüş bir tutsak gibi görür. Fakat dostluk, sadece aynı dili konuşmakla elde edilecek bir şey değildir. Yeryüzünde birbirlerinin dillerini bilmeyen nice insanlar vardır ki, birbirlerine dostturlar ve birbirlerini çok iyi anlarlar, anlaşırlar. Aynı dili konuşan, aynı memlekette yaşayan nice insanlar da vardır ki, birbirlerine yabancı gibidirler, geçinemezler, anlaşamazlar. Öyleyse, der Mevlana, mahremlik (tanışıklık/dostluk, gönül) dili bambaşka bir dildir ve gönül birliği, dil birliğinden daha iyidir. Çünkü gönülden sözsüz, işâretsiz, yazısız yüz binlerce tercüman zuhur eder. (Mevlânâ, Mesnevî, I/97.)

“Gönülden sözsüz espriler duy, anlamaya bile sığmayan şeyleri anla!” (Mevlânâ, Dîvan, IV/242, b.no: 2308.) “Sus! Çünkü sözle, sesle, harfle örülmemiş dilsiz bir sözün de var...” (Dîvan, III/119, b.no: 1007.) “Sus!... Dille söylenen sözlerden başka cana canlar katan sözler de vardır.” (Dîvan, III/157, b.no: 1380.) “Sus da, gönül dilsiz-dudaksız söylesin! Gönül dilinin söylediklerini duyunca, (başımdaki dilin söylediği) bu sözlerden utanıyorum ben.” (Dîvan, I/298, b.no: 2762.) “Sus da, harfsiz-dilsiz, o (gönül) söylesin! Zaten dil, o dilse (gönül diliyse) bu (tendeki) dillerin ne değeri kalır ki?!” (Dîvan, I/242, b.no: 2272.)

Gönülden gönüle ulaşan sayısız yollar vardır. Gönülden çıkan söz ve manalar yine gönüllere kadar tesir eder; bir kulaktan girip diğerinden çıkmaz. Sözün gücü ve kıymeti, onun gönülle olan bağlantısı ölçüsüncedir. Gönülden yükselmeyen ve insanın iç dünyasına ulaşamayan kuru bilgiler, çeşitli laf ebelikleri, heva ve hevesleri kabartan dil ve akıl oyunları, asla yüreklerde yankı bulan kalıcı bir ses ve soluk bırakma gücüne erişemez. Gönül diliyle söylenenler, asla zayi olmaz; etkisi hemen görülmese bile, gönlü açık kimselerin sinelerinde eninde sonunda bir yankı bulur ve tesirini icra eder. Tıpkı toprağa ekilmiş bir tohum gibi; uygun şartları, ortamı ve mevsimi bulunca derhal filizlenecek, dal budak salıp yeşerecek ve meyvelerini verecektir.

Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in özelliklerinden biri de az sözle çok mana anlatmasıydı. Bir yönüyle bunun anlamı, onun, gönül dilini en çarpıcı bir şekilde uygulayan bir tebliğci olması demektir. Onun manevi mirasçısı konumundaki Hz. Mevlana gibi gönül sahibi Allah dostlarının da asırlar sonra gelecek nesillerle güçlü bir bağ kurabilmesinin en temel sebebi de işte bu gönül dilinin inceliklerini iyi bilmeleri ve bunu en güzel şekilde kullanmalarıdır. O, inşa ettiği gönül köprüleri ve gönül dili aracılığıyla çağlar öncesinden günümüz insanına seslenmektedir ve gelecek kuşaklara da seslenmeye devam edecektir. Çünkü gönül dilini bilenler, en güçlü ve en gerçek sevgi olan ilahî aşkı, ab-ı hayatı / ölümsüzlük iksirini / dirilik suyunu içenlerdir. İşte bu yüzdendir ki, Rahman’dan aldıkları ölümsüz ilahî nefesi kıyamete kadar bütün insanlığa, ölü olsun, diri olsun bütün gönüllere gönül diliyle ulaştırmaya devam edeceklerdir. İşte bu yüzdendir ki, gelecek nesillerle bağlarımızı sapasağlam kuracak en güçlü ve ölümsüz vasıta, yüce gönül dilidir.

Öyleyse son sözü yine Hz. Mevlana’ya bırakalım da, ölümsüz mesajını 8 asır öncesinden bizlere gönül diliyle söylemeye devam etsin: “A gönül sözcüsü! Niceye dek dille böyle sözler söyleyeceksin? Niceye dek anlatış davulunu çalıp duracaksın (kuru gürültü edeceksin)? Soluksuz, sözsüz gel (de gönül diliyle söyleşelim)!...” (Dîvan, VII/356, b.no: 4596).