Makale

Allah'ı Anarak Huzur Bulur Kalpler

Allah’ı Anarak
Huzur Bulur Kalpler
Prof. Dr. Bünyamin Erul
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

“Enfâsü’l-hayyi, hutâhu ilâ ecelih” der bir Arap özdeyişi. Yani “Dirinin nefesleri, eceline atılan adımlarıdır.” Aslında bu gerçeği bilmeyen ya da inanmayan hiçbir insan yoktur. Fakat bunun bilinciyle nefes alıp veren ya da adımlarını bu farkındalıkla atan insan sayısı da pek fazla değildir. “Her canlı, ölümü tadacaktır” mealindeki ilahi ferman da (Âl-i İmrân, 185) hemen herkesin malumudur. İster bunu Kur’an’dan bir ayet olarak, isterse yadsınamaz bir hakikat olarak bilsin, her fani bu acı sondan haberdardır. Gelin görün ki, bu gerçeği dikkate alarak hazırlanan çok az inançlı er vardır.

Hakikatte bu ikilem, insanın tabiatından kaynaklanmaktadır. Zira insan, ruh ve cesedden oluşan, maddi ve manevi yönü olan şuurlu bir varlıktır. Hem nefis (şehvet), hem de vicdan (kalp) sahibidir. Dünyanın fani, ahretin ise baki olduğunu bile bile, sürekli dünyaya meyleder. Yaşı ne kadar ilerlerse ilerlesin, hep çok uzun yıllar yaşayacağı ümidini taşır. Tûl-i emel sahibidir, hırslıdır, tamahkârdır, doyumsuzdur, bir türlü elindekine kanaat etmez.

Özellikle kapitalist tüketim alışkanlıklarının da etkisiyle içinde yaşadığımız tempolu hayat tarzı, insanlara neredeyse çekilmez hale getirdi hayatı. Artık modern dönemin insanları, elde ettiği bunca lüks, konfor, servet ve imkânlara rağmen bir türlü arzuladığı iç huzuru bulamamakta. Bundan dolayıdır ki, arayış içerisindeki modern insan, genellikle stres, gerilim, şiddet, cinnet, paranoya, sapkınlık ve intihar gibi çeşitli psikolojik rahatsızlıkların kurbanı olmakta. Bu durum, beraberinde bazı biyolojik hasatlıkları da tetiklemekte. İş hayatının, ekonomik sıkıntıların verdiği darlığı, yorgunluğu kimileri içki, kumar ve çılgınca eğlencelerle savuşturmaya çalışırken, kimileri ise tam aksine ruhunu terbiye etme, kalbini teskin ve tatmin etme yolunu seçmektedir. Ancak bu son seçeneğin yöntemi, niteliği ve niceliği, dinden dine, kültürden kültüre değişiklik arz etmektedir. Bazıları bunun için modern hayattan soyutlanarak münzevi bir hayatı tercih ederken, bazıları da farklı inanç ve kültürlerin sunduğu alternatiflere sığınabilmektedir. Oysa İslam, ne inziva hayatını, ne de “öteki”ne ait bir ritüeli tasvip etmektedir. (Hadid, 27; Tirmizi, Nikah, 2)

İslam, insanın bu manevi boyutunu da dikkate almış ve müntesiplerine bir değil, birçok alternatifler sunmuştur. İşte bu yazıda Müslümanların kalp huzuru için, gönül boyutu için dinimizin ortaya koyduğu bazı ibadet ve amellerden söz edilecektir. Dinimizce bu konuda sunulan reçete, zikirden tefekküre, ibadetten ahlaka kadar geniş bir yelpazeye sahiptir. Burada örnek kabilinden kısaca birkaç tanesi üzerinde durulacaktır.
Zikir: Her An O’nunla Olmak
En yalın anlamıyla, anmak, hatırlamak, hatırda tutmak, dile getirmek anlamına gelen demektir zikir, Kur’an’ın en temel kavramlarından biridir. zikir, bir müminin daima Allah’ı hatırında tutması, O’nu anması, diliyle, kalbiyle, hâliyle, kâliyle Rabbiyle beraber olması demektir. Kitabullah’ın yanı sıra kâinat kitabını okuyabilmek, yerdeki ve gökteki her şeyde yaratıcının yüceliğini görebilmektir zikir. Allah’ın varlığının, birliğinin ve sonsuz kudretinin delili olan pek çok konuyu düşünmek, tefekkür, tezekkür ve tedebbür etmektir. Aklın, fikrin ve kalbin birlikte yoğunlaşmasıyla ruhun ibadetidir zikir. Bu hususu Yüce Allah şöyle ifade buyurur:

“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde akıl sahibleri için deliller vardır. Onlar ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler.” (Âl-i İmran, 190-191)
Bir hususu, derinlemesine ve ibret alacak şekilde düşünme diyebileceğimiz tezekkür (geçmişe dönük) ve tedebbür (geleceğe dönük), kalp ve aklın birlikteliğinden doğan tefekkür eylemlerini ifade eder. Aynı zamanda tedebbür ve tezekkür, Allah tarafından “zikr” olarak anılan (Enbiya, 50; Hicr, 9) Kur’an üzerine zihni yoğunlaşma anlamına gelir. Elbette bu yoğunlaşmayı ancak “akıl sahipleri” gerçekleştirebilir. “Bu Kur’an, ayetlerini düşünsünler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır.” (Sâd, 29) İster kendilerine yol göstermesi için gönderdiği Allah’ın Kitabı, isterse beşerin istifadesi için yarattığı kâinat kitabı olsun, neticede yaratıcının ayetleri üzerine düşünmek, dersler çıkarmak ise tefekkür demektir.

Her ne kadar ayet ve hadislerde yer alan enfes dualar ve tesbihat, dil ile zikir cümlesinden ise de, hakikatte zikir, belli mistik tecrübelerde terennüm edilen çeşitli dua, tesbihatla sınırlandırılacak kadar dar anlamlı bir kavram değildir. Aslında zikir, her an yaratıcıyı hatırlamak, O’nun görüp gözettiği bilinciyle yaşamaktır. Rasul-i Ekrem’in “İhsân” kavramıyla ifade ettiği üzere, Allah’ı görüyormuşcasına kulluk sergilemektir. Biz O’nu göremesek de, O’nun bizi gözettiği bilinciyle davranmaktır. (Buhari, İman, 37) Ahlakı Kur’an olan rahmet elçisi için zikir, hayatı dolu dolu ve anlamlı bir şekilde yaşamaktı. Bundan dolayıdır ki o (s.a.s.), hayatının her kesitinde, her zaman Allah’ı zikrederdi. (Tirmizî, Daavât, 9)
Zikir, öncelikle bir kalp eylemidir. Müminlerin kalpleri, Allah anıldığında ürperdiği gibi (Enfal, 2-4; Hac, 34-35); yine Allah’ı anarak yumuşar (Zümer, 23) ve neticede aradığı huzuru bulur. Zira iman edenlerin kalpleri Allah’ı anarak sükuna erer. Kalpler Allah’ın zikri ile huzur bulur. (Ra’d, 28)

Aslında Allah’ı anmak, O’nun tarafından anılmak demektir. Zira “Beni zikredin; Ben de sizi zikredeyim” (Bakara, 152) buyuran Yüce Allah kendisini zikreden kimseye, onu zikrederek karşılık vermektedir. Allah o kulunu kendisi sevdiği gibi, mahlûkâtına sevdirir. Bir kutsi hadiste Allah Teala şöyle buyurur: “Ben kulumun zannı üzereyim. Beni zikrettiği zaman onunla beraberim. Eğer beni kendi içinde zikrederse ben de onu kendi nefsimde zikrederim. Eğer beni topluluk içinde zikrederse ben de onu ondan daha hayırlı bir topluluk içinde zikrederim. O bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir arşın yaklaşırım. O bana bir kulaç yaklaşırsa ben ona iki kulaç yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak giderim.” (Müslim, Zikir, 2)

Bir başka hadiste ise Hz. Peygamber “Zikir için oturanları, melekler kuşatırlar, rahmet kaplar, üzerlerine sekinet iner ve onları Allah kendi yanındakilere anar.” (Müslim, Zikir, 39) buyurmuştur.

Gerçek iman erlerini, ne ticaretleri, ne de alış-veriş Allah’ı zikretmekten, O’nu hatırda tutmaktan alıkoymaz. (Nur, 37) Zikri bu şekilde kavrayabilen kimseler, bedenleriyle rızıklarını temin ederken, kalpleriyle de zikir halindedirler. İşte bizim kültürümüzdeki “El kârda, gönül yârda” tabiri tam da bu hali ifade eder.

Zikrin aksi ise, unutmak, ihmal etmektir. Nazargâh-ı ilahi olan kalp, şayet Allah’ı anmaya kapanırsa, katılaşacaktır (Zümer, 22), daralacaktır (Zümer, 45), mühürlenecektir. (Bakara, 7) Allah’ı unutan gafil kalp, bunun bedeli olarak hem kendisini unutacak, (Haşr, 19) hem de ahirette unutulacaktır. (Câsiye, 34)

Unutulmamalıdır ki zikir kalplerin huzuru, ruhun gıdasıdır. Zikir, kula uyanıklılık ve bilinçli olma hali kazandırır, gönülleri gafletten korur ve neticede kulu takvaya ulaştırır. Ayrıca zikirle insan, yoksulluktan kanaat zenginliğine, yalnızlıktan ebedi ve bitmez dostluğa, mazhar olur. Zikir gereksiz düşünce ve kuruntular yerine Allah’ı bilme, takdir etme, ona gerçek kul olma şuurunu kazandırır. Bundan dolayı zikir hali, inanan insanın bütün hayatını kuşatmalı, bütün davranışlarına yansımalıdır. Bu ise, gönlü ferahlatacak, göğse genişlik verecek, kalbi huzurla dolduracaktır.

Namaz: Huzur Seansları
İslam’ın en önemli ibadet tarzı olan namazın, elbette pek çok hikmetli yönü vardır. Günde beş ayrı vakitte kılınan farz namazlar, yorulan bedenin, gerilen ruhun rahatlaması için Müslümana sunulmuş rahatlama seanslarıdır aslında. İslam Peygamberi ve onun güzide ashabı, huzur ve mutluluğu birlikte kıldıkları namazlarda bulurlardı. Nitekim Allah Rasulü, sevgili müezzini Bilal-i Habeşî’ye: “Kum yâ Bilâl! Fe erihnâ bi’s-salâti” “Kalk ey Bilal! Bizi namazla rahatlat!” derdi. (Ebu Davud, Edeb, 78, no: 4986)

Müslümanın Rabbi ile buluşması, konuşması ve doğrudan iletişim içerisine girmesi demek olan namaz/salât (sıla=bağlantı), hakkı verildiği takdirde, mâsivâdan ilişkiyi kesmek demekti. Şam’daki bir camide yer alan ve cep telefonlarının kapanmasını rica eden şu uyarı, bunun farklı bir ifadesiydi: “Ahi’l-Müslim! İkta’ sılateke bi’n-nâs! Ve’ttasil bi’llâh!” yani “Müslüman kardeşim! İnsanlarla ilişkini kes ve Allah ile iletişim kur!”
Beş vakit kılınan namaz, uzun yola çıkan ve saatlerce araç kullanan bir şoförün, sağlıklı bir şekilde menziline varabilmesi için belli aralıklarla yorgun bedenini dinlendirmek, dağılan dikkatini toparlamak üzere verdiği molalara benzer. Yorgun beden buna ne kadar muhtaç ise, Müslümanın kalbi, ruhu da namazlarla rahatlamaya, sükunete ermeye o kadar muhtaçtır.

Evet, namaz, Allah’ın huzuruna çıkmak, O’na yönelmek, O’nunla münacat etmek yani konuşmaktır. Kısa bir süre için, işinden, meşgalesinden el çekip, manevi enerjisini toparlamaktır. Hele bir de namazda olması istenen “huşu” hali yani “kalbî yakarış” yakalanabilirse, zihni meşgul eden dünyanın geçici sıkıntıları iftitah tekbiriyle âdeta kafadan atılır ve okunan dua ve surelerle farklı bir moda girilmek suretiyle dünyadan soyutlanılır. Burada sadece problemleri unutma, zihni boşaltma çabası yoktur. Aynı zamanda, okunan ayetlerden, yapılan dualardan hareketle zihni ve kalbi ebedi hakikatlerle, asıl gerçeklerle doldurma gibi ikinci bir durum söz konusudur. Her rekatta Fatiha suresini okuyarak karşılık gününün sahibi olan Allah ile iletişime giren Müslüman, sadece O’na kulluk edeceğini ve yalnızca O’ndan yardım dileyeceğini ikrar eder. Kendisini, gazaba uğramışların ve sapıkların yoluna değil, peygamberlerin yoluna iletmesini defalarca ifade eder. O, bunu günde en az kırk defa dile getirirken, âdeta en Yüce Makam’a sözlü dilekçeler vermiş gibidir. “Amin” diyerek bütün benliğiyle imza atar ve bu dileğinin, dilekçelerinin arkasında durur artık. Namaz esnasında ilahî murakabayı, kiramen kâtibini, hesabı, kitabı, mahkeme-i kübrayı tekrar hatırlar, bu bilinç içerisinde yapar tahiyattaki samimi dualarını. Ve katılaşmış kalbi, okuduğu ayetlerle, dualarla yumuşar, Allah korkusuyla titrer ve imanı daha bir güçlenerek tamamlar namazını. Huzurlu bir şekilde ayrılır Rabbinin huzurundan. Bu huşu ve bilinçle kılınan namaz, artık sahibini her türlü “fahşa ve münker”den yani hayasızlıktan ve çirkin işlerden alıkoyar. (Nahl, 90)

İtikaf: Yılın Muhasebesi
Namazdan sonra söz edeceğimiz ikinci ibadet, ramazan ayının en önemli sünnetlerinden biri olan itikaftır. Kişinin sıradan davranışlardan uzaklaşarak, ibadet amacıyla belli bir şekilde camide kalması demektir itikaf. (DİA, İtikaf mad. XXIII. 457-9) Bir ibadet çeşidi olarak itikaf, ta Hz. İbrahim zamanından beri bilinmekteydi. (Bakara, 125) Kur’an vahyi tarafından da onaylanan (Bakara, 87) bu önemli sünnet, Hz. Peygamber’in hayatında mühim bir yer tutar. Rasulüllah (s.a.s.)’ın Medine’de sadece bir sene hariç her yıl itikaf yaptığı bilinmektedir. (Tirmizi, Savm, 79)
İtikaf, insanlardan uzaklaşarak köşeye çekilme, toplum hayatından kaçıp tek başına yaşama hali, bir çeşit ruhbanlık, inziva ya da uzlet hali değildi. Zira ibadet kastıyla da olsa, kişinin evlenmemesi, dünyadan el etek çekmesi gibi bir tavır zaten İslam’da yasaklanmıştı. Allah Rasulü Medine toplumunun merkezi, üssü olan mescitte, bütün ashabının arasında girmişti itikafa. Ve on gün süren bu itikaf halinde, insanlarla olan ilişkilerini koparmadı. Onlarla görüşüp konuştuğu gibi, beşeri ilişkilerini de sürdürdü.

Muhtelif ilim adamlarına göre itikaf, ramazanda ve ramazan dışında olabileceği gibi belirli bir süreye de tabi değildir. İtikaf niyetiyle camide birkaç saat veya birkaç gün kalmak da yeterlidir. Çok kısa bir süreyi de yeterli gören âlimler bulunmaktadır. (DİA, İtikaf mad. XXIII. 458)

Evet, modern hayatta yaşanan yoğunluk sebebiyle, kendisine zaman ayıramayan Müslüman için bulunmaz bir fırsattır itikaf hali. Geride bıraktığı yılın muhasebesini yapmak, geleceği daha verimli bir şekilde planlayabilmek, ramazan ayının manevi ikliminden daha fazla yararlanmak ve “bin aydan daha hayırlı olan o kadri yüce olan Kadir Gecesi’ni” (Kadr, 1-5) tam olarak ihya edebilmiş olmanın yoludur.

Son yıllarda kimi çevrelerin, hayatın yoğun stresine ve sorunlarına karşı, trans, meditasyon, yoga vb. bazı uygulamaları yegane çözüm gibi sunduğu ülkemizde, zikir halinde geçirilen zamanlar, huşu içinde kılınan namazlar ve itikaf içinde geçirilen mübarek günler ve geceler, sadece bir zihin boşalması değildir. Aynı zamanda bu, imanın kemale erdirilmesi gayreti, nefis muhasebesi, nefis terbiyesi ve tezkiyesidir. Kişinin nereden geldiğinin, nereye gittiğinin derinlemesine tefekkür ederek hayat yoluna, hedeflerine daha emin adımlarla ilerlemesi için tamamen kendine ayırdığı vakitlerdir. Bireyin kendini hatırlamasıdır, Rabbini hatırlamasıdır, hakikat aynasına bakıp kendine gelmesidir...
İslam’ın, insan ruhuna sunmuş olduğu bu güzelliklere rağmen, muhtaç olduğu iç huzuru “öteki” inanış, kültür ve ritüellerde arayanların durumu, Yüce Allah’ın indirdiği kudret helvası ve bıldırcın etiyle beslediği İsrailoğulları’nın Hz. Musa’ya gelerek: “Ey Musa! Bir çeşit yemeğe dayanamayacağız, bizim için Rabbine yalvar, bize, yerin bitirdiği sebze, salatalık, sarımsak, mercimek ve soğan yetiştirsin” demelerine ne kadar da benzemektedir. İşte biz de Hz. Musa’nın onlara dediğini demekten kendimizi alamıyoruz:“ Daha iyi olanı, daha kötü ile değiştirmek mi istiyorsunuz?!” (Bakara, 57, 61)