Makale

Kudüs–Gazze Hattında MÜSLÜMANLARIN İZZETİ

Kudüs–Gazze Hattında MÜSLÜMANLARIN İZZETİ

Hatice GÖRMEZ

Hapishane girişi gibi turnikeler, labirent yollar, işgalcilerin her türlü artıklarını attıkları camiye giriş koridorları, kapalı kapılar, İsrail askerlerinin gölgesinde mescide giriş… Her şeye rağmen insanların sabırlı bekleyişi ve izzetli, onurlu duruşları...

Zulmün en acımasızına, mahrumiyetin her türlüsüne, her evden bir veya birkaç gencin şehadetine, sabrın en zor hâline, açık bir hapishanede bir avuç inanan insanın canları ve kanları ile yazdıkları varoluş destanına, imanın en kavisi ve tevekkülün en kalbi olanına şahit olmak hiç kolay değildi.

Rasulüllah’ın anlamlar dünyamızı ve semboller âlemimizi harekete geçiren muhteşem ifadelerinden biri olan “Gidin ve Beyt-i Makdis’de namaz kılın, eğer gidemez ve namaz kılamazsanız kandillerini yakmak için zeytinyağı gönderin...” mübarek tavsiyesini işittiğimizden beri yüreğimize bir ateş düşmüştü. İlk kıblegâhta gidip huzura durabilmek neden bu kadar önemliydi?
Çünkü Kudüs, Mescid-i Aksa bizim şeairimizdendir. Şeair; Müslüman olma ve mümin kalma bilincimizi diri tutan simgeler demektir. Simgeler bu yüzden çok önemlidir. Kâbe, Hacer-i Esved, Safa-Merve, Arafat, Müzdelife, Mina hep Müslüman bilinçleri dimdik ayakta tutan simgelerdir. Bu simgelerin muhafazası Müslümanların üzerine vecibedir. Kudüs ziyaretimiz bunu bir kez daha idrak etmemize vesile oldu.
Nihayet bir Miraç Gecesi Rabbimin lütfu ile kadim ve mübarek belde Kudüs’teydik. Dünyanın meşakkatleri, hüzünleri ve koşuşturmaları arasında gönüllerimizin miraca uruç eylemesi niyazı ile durduk huzura ilk kıblegâhta. Miraç Beyt-i Makdis’te her şeye, her türlü meşakkate rağmen bir başka güzeldi ve çok özel anlamlar taşıyordu. Burada tarihin önemli duraklarından birine şahitlik ediyorduk. Beyt-i Makdis’in kandillerinin yıllardır hüzünden kararmakta olduğunu müşahede etmek çok acı geldi bize. Allah Rasulü’nün tavsiyesine binaen namaz kılmak nasip oldu ama şu anda Allah Rasulü’nün ikinci tavsiyesi de birincisi kadar hayati önem arz ediyor. Hüzün, çaresizlik, acı, eziyet... tarif edilemez boyutlarda. Bunları izale etmek, yeniden ilk kıblegâhı nurla doldurmak üzerimize vecibe. Bunun için de kandillerine yakıt göndermesi gerekiyor tüm Müslümanların. Kudüs mahzunken gönüller miraca yükselemiyor maalesef. Âdeta Mescid-i Aksa’nın bize şöyle seslendiğini duyuyoruz: “Ben hasret ve hüzünle ve utanç duvarları ile kuşatılmışken sizler asla miraca erişemezsiniz.” Rabbim önce yüreklerimizi arındırsın her türlü olumsuzluktan. Sonra da inananlara güç, kuvvet, birlik, beraberlik ve feraset nasip eylesin… Belki o zaman müminlerin miracı olan namazla bizler de miraca erişebilir, gönüllerimiz miraca uruç eyleyebilir.
Kudüs’ten sonra ikinci durak el-Halil şehriydi. Burada da el-Halil şehrinin sıkıntılarını ve çaresizliğini anlatan sayısız örneklere şahit olduk.
Şehirde İzci çocukların bizleri coşkuyla, bandolarla ve Türk bayraklarıyla karşılaması çok duygulandırmıştı. Sonra el-Halil Camii’ne girişte çok büyük drama şahit olmak pek ağır geldi yüreklerimize. Hapishane girişi gibi turnikeler, labirent yollar, işgalcilerin her türlü artıklarını attıkları camiye giriş koridorları, kapalı kapılar, İsrail askerlerinin gölgesinde mescide giriş… Her şeye rağmen insanların sabırlı bekleyişi ve izzetli, onurlu duruşları...
Ya Rab! Bu ne acı, bu ne zulüm, bu ne had bilmezlik. Öfkeyle karışık hüznümüz ve gizlemeye çalıştığımız gözyaşlarımızla, dudaklarımızdan sadece şu cümleler dökülüverdi: Tüm ilahî dinlerin atası Hz. İbrahim’i hapseden ve el-Halil Camii’ni hapishaneye çeviren bu zihniyeti Yüce Rabbimize şikâyet ediyor ve onun ilahî adaletine havale ediyoruz.
Ziyaretimiz süresince şahit olduklarımız; işgalci zihniyetin 2500 yıllık sürgün hayatının acı tecrübesi ile bir zulüm halüsinasyonu ve paranoya oluşturarak, sürekli güvensizlik hissi ve kökleşmiş karamsarlık içerisinde, Filistinlilere reva gördükleri acımasız ve insanlık dışı muameleden başka bir şey değildi. Seçilmiş ırk ve üstün bir millet olma inancı ile ötekileştirdikleri insanlara bin bir türlü eziyetle hayatı zehir ederken aslında kendileri de hiç mutlu olamıyorlardı. Bu da ilahî adaletin dünyadaki tecellisi olsa gerek.
Ertesi gün istikametimiz Gazze. Yıllardır selam ve dualarımızı hep çeşitli vesilelerle gönderirken bu defa kendimiz gidelim diye düştük yollara. Mahcubiyetimiz, gafletimiz ve hüznümüzü Türkiye’den getirdiğimiz selam ve dualarımıza katarak ulaştık Gazze’ye. Akdeniz’in güneydoğu kıyısındaki Gazze, 45 kilometre uzunluğunda, 10 kilometre genişliğinde bir toprak parçası. Hz. Muhammed’in büyük dedesinin mezarının bulunduğuna inanılan Gazze aynı zamanda İmam Şafii’nin de doğum yeri. Müslümanlar tarafından Hz. Ebu Bekir’in halifeliği döneminde ele geçirilen ilk ve tek Filistin şehri.
“Gazze, insanlığın yüzüne vurulmuş bir şamardır. Daha doğrusu insanlık sınavıdır. Gazze hattı, insanlık hattıdır.” demişti bir yazarımız. İşte şimdi biz de bu hatta ve bu sınavdayız.
Son Gazze saldırısında ve kuşatmasında binlerce ocağın sönüşünü ekranlarda canlı yayından izler gibi izlemiştik. Gözyaşlarımızı ve hüznümüzü dualarımıza katarak göndermiştik Filistinli kardeşlerimize. Zaten çocukluğumuzdan beri bu kardeşlerimizin hayatta kalma mücadeleleri ve acılarıyla büyümemiş miydik?
Şehre girişte maruz kaldığımız muameleyi sinemize çekerek, gözyaşlarımızı yüreklerimize akıtarak, öfkelerimizi içimizde hapsederek girdik sınırdan. İşgalci güçler adeta teröristlerin tehcir edildiği bir hapishane ve ölüm kampına(!) doğru bizi yönlendirirken, bizler her türlü zorluğa ve vazgeçirme çabalarına rağmen kararlıydık. Canları, kanları ve en büyük sermayeleri olan Allah’a ve ahiret gününe imanları ile dimdik ayakta kalma mücadelesi veren izzetli ve onurlu kardeşlerimizle buluşmanın heyecanını yaşıyorduk. Ziyaretimizin tek sebebi vardı: İzzetli Gazzeli kardeşlerimizin yanında ve yakınında olabilmek. Dudaklarımızdan şu cümleler dökülüverdi: “Sizlerin kalben ve cismen yanınızdayız. Hüzün ve sıkıntılarınıza ortak olmaya, yaralarınıza bir nebze de olsa merhem olmaya ve sessiz çığlıklarınızı tüm dünyaya haykırmaya geldik. ‘İnananlar ancak kardeştir’ ilahî buyruğu ve Allah Rasulü’nün ‘Müminler bir bedenin uzvu gibiler. Bir uzuv rahatsızlanırsa tüm beden bundan acı duyar.’ hadis-i şerifinin tecellisi olarak buradayız diye seslenmek için geldik.”
Zaman zaman kelimeler boğazımıza dizildiğinde, şahit olduğumuz insanlık dışı uygulamalar karşısında insanlığımızdan utandığımızda, gözlerimiz ve kalplerimizle hasbihal ettik, dertleştik, halleştik. Zulmün en acımasızına, mahrumiyetin her türlüsüne, her evden bir veya birkaç gencin şehadetine, sabrın en zor hâline, açık bir hapishanede bir avuç inanan insanın canları ve kanları ile yazdıkları varoluş destanına, imanın en kavisi ve tevekkülün en kalbi olanına şahit olmak hiç kolay değildi. Müşahede ettiğimiz her sahne Gazze’ye neden Beyt-i İzze denildiğini bize anlatıyordu.
Bir şehre giriş çıkış nasıl yasaklanabilir, nasıl sadece belli saatlerle sınırlanabilir ve mahpushaneye giriş gibi labirentlerden ve sorgu odalarından oluşabilirdi! Bir şehir halkı nasıl sahilindeki balıkları avlamaktan engellenebilirdi. Bir halk nasıl kendisini savunacak güçten mahrum bırakılabilirdi. Bir gençlik nasıl bombaların gölgesinde eğitim almak zorunda bırakılabilirdi. Geceleri karanlığa gömülen bir şehir nasıl savaş gemilerinin koca spot ışıkları altında sabahlayabilirdi. Bir şehrin çocukları nasıl sadece savaş yıkıntıları ve utanç duvarları arasında oyun oynamaya mahkûm edilebilirdi. Daha da acısı tüm dünya ve özgürlük platformları, bu insan hakları ihlaline nasıl sessiz kalabilirdi!
Maalesef bizler orada 21. yüzyılda bir şehrin nasıl ölüme terkedildiğini, çocukların yüzlerce yıkık bina ve onlarca harap camii üzerinde nasıl büyüdüğüne şahit olduk. Nefes alabilecekleri tek kapının nasıl kapatıldığını, böylece can damarlarının nasıl acımasızca koparıldığını gördük. Gidişimizle bayram eden, ayrılırken hüzün gözyaşları döken Filistinli kardeşlerimizin sergiledikleri misafirperverlikleri ve ecdada olan sadakatlerini yazmaktan kelimeler ve kalemler ise aciz kalmakta.
Şehri temaşa ettiğimizde bir sahil kenti olan Gazze’nin sokaklarının çiçeklerle ve reklam panolarıyla değil, şehit resimleriyle süslendiğine şahit olduk. Yaşadıkları şehrin tarihî, dinî ve kültürel geçmişini graffitlilerle duvarlara aktarmakla ünlü Gazzeliler artık sadece şehitlerini resmediyorlardı. Bir sahil kenti olan Gazze’de ışıltılı binalar ve mamur yapılar yerine binlerce yıkık binalar ve harap olmuş sayısız mescitlerle doluydu. Bizim çocuklarımız hatta gençlerimiz sanal âlemde savaş oyunları ile vakit geçirirken Gazzeli çocuklar gerçek savaş kalıntılarının ve acıların üzerinde büyümeye mahkûm edilmişlerdi.
İşgal ve soykırımın yaşandığı bu son saldırıda Gazze’ye atılan her acımasız mermi ve ölüm kusan bombalar Gazze’nin kandillerini bir bir söndürmüştü yine. Saldırılar öylesine acımasızdı ki ne cami, ne okul, ne hastane asla ayırt edilmemiş, bilakis bu yerler öncelikle hedef alınmıştı hem de uluslararası hukuk ilkeleri hiçe sayılarak. Dünya âdeta suskunluğu ile onaylamış ve yine seyirci kalmıştı tüm bu zulümlere. Ne yetişkin, ne kadın, ne ihtiyar, ne çocuk, fark etmemiş onlar için. Kimi eğitim için gittiği okulunda, kimi ibadet esnasında camide, kimi uluslararası güvenliği tescillenen binalarda, kimi sığındığı sığınakta, kimi de mum ışığında ameliyat esnasında şehadet şerbetini içmişti. Binlerce çocuk, genç ve yaşlı ise sakat kalmıştı. Yaşamları boyunca onurlu direnişlerinin bir nişanesi ve bu zulmü reva görenlerin utanç vesikası olarak taşıyacaklardı savaşın bedenlerindeki tahribatını. İnsanlığın tükendiği yerde insanlığın onurunu kurtarmak için kocaman adamlar gibi Hakk’a kavuşmuş minik bedenler ise Filistin’in sönen kandilleriydi. Gazze’nin ileride aydınlığa dönüşecek nur kıvılcımları yok edilmişti tüm dünyanın gözleri önünde...
Zor süreçlerden geçerek ziyaret ettiğimiz Gazze’den gönüllerimiz bedenlerimizden daha çok yorgun halde ayrıldık. Yüreklerimizde acıların ve çaresizliğin en katmerlisi, omuzlarımızda tonlarca sorumluluk yüklenerek ayrıldık Gazze’den iki günün sonunda. Giderken çok heyecanlı, endişeliydik. Gelirken tarif edilmez hüzünle mahzun ve mahsur Beyt-i Makdis’in özlemi ile döndük. Yıllardır dualarımızı gönderdiğimiz kardeşlerimizin tarif edilmez yakınlığı ve dostluğu ise tek tesellimizdi. Sözün bittiği noktadaydık artık.
Şimdi bu yolculukta bize düşen tüm dünyaya ve gaflete dalmış inananlar topluluğuna insanlığın tükenmediğini haykırmaktı… İşte Filistin, işte Gazze, işte sönen kandiller, işte yetimler, işte bizlerin ışığını bekleyen, uzatacağımız elleri gözleyen, hiç olmazsa gönülden dualarımızı özleyen mazlum, mahzun belde, işte Beytü’l-İzze, işte Gazze, işte Filistin…
Duamız ve niyazımız Yüce Rabbimizden; başta Filistinli kardeşlerimiz olmak üzere zulüm altındaki tüm Müslümanların ve tüm insanlığın ivedilikle maruz kaldıkları değil, hak ettikleri insanca ve onurlu bir yaşama kavuşmaları…