Makale

Ahmet Varol ile Söyleşi

Ahmet Varol:
“Kudüs ve Mescid-i Aksa, Allah’ın vahiyle bildirdiği temel ilkelere dayanan Hanif dinin yani tüm ilahî dinlerin bir ortak değeridir.”

Söyleşi: Dr. Lamia LEVENT

Geçmiş peygamberlerin bu mekânı ibadet yeri olarak kullanmış olmaları sebebiyle onların dönemlerinden kalma izler, kalıntılar “ayetler” olarak nitelenmiştir. Nitekim Kâbe’de önceki peygamberlerden kalan izler ve işaretler hakkında da “apaçık ayetler” ifadesi kullanılır.

Kudüs ve civarı sadece Osmanlı döneminde değil Hz. Ömer (r.a.)’in burayı fethettiği tarihten bu yana İslam’ın hüküm sürdüğü her dönemde barış, huzur ve güven içinde yaşamıştır.

1947’de İsrail diye bir devletin kurulmasından sonra gerçekleştirilen katliamlar ve başvurulan tehcir uygulamaları yüzünden sekiz yüz bin Filistinli bu toprakları terk etmek zorunda kalmıştır.

Mescid-i Aksa hem ilk kıblemiz hem de Efendimizin İsra ve Miraç yolculuğunu gerçekleştirdiği yer olması bakımından Mekke ve Medine’den sonra İslam âleminin üçüncü önemli dinî merkezi konumunda. Bizlere öncelikle Kudüs’ün İslam ve Müslümanlar açısından anlamından söz eder misiniz?
Kudüs ve çevresinden Kur’an-ı Kerim’de birçok yerde söz edilir. Hemen hepsinde özellikle bereketli, mübarek kılınmış olmasına vurgu yapılır. Bu konuyla ilgili ayetlerin başında bilindiği üzere Hz. Peygamber (s.a.s.)’in Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya getirilmesinden söz eden ayet gelir. Bu olaydan söz etmesi sebebiyle İsra adıyla adlandırılan surenin ilk ayetinde bu mescidin adı anılarak etrafının bereketli kılındığı ifade edilir.
Mescid-i Aksa’dan bazı ayetlerde de sadece mihrap adıyla söz edilir. Meryem suresinin 11. ve Âl-i İmran suresinin 37 ve 39. ayetlerinde böyle anılmıştır.
Kudüs ve çevresiyle ilgili ayetlerden birinde şöyle denir: “Onu (yani İbrahim’i) de Lut’u da içinde âlemler için bereketler verdiğimiz yere (ulaştırıp) kurtardık.” (Enbiya, 21/71.) Burada sözü edilen yer Hz. İbrahim’in kavmini terk ettikten sonra iletildiği Filistin’dir.
Bilindiği üzere Hz. Süleyman’ın büyük hükümranlığının merkezi de bu topraklarda idi ve onun hakkında şöyle buyrulmuştur: “Süleyman’a da şiddetle esen rüzgârı (boyun eğdirmiştik). O, onun emriyle içini bereketli kıldığımız yere akıp giderdi. Biz her şeyi bileniz.” (Enbiya, 21/81.) Burada da “içini bereketli kıldığımız yer” ile kastedilen belde saltanat merkezinin bulunduğu Kudüs ve civarıdır.
O topraklardan söz eden daha başka ayetler de mevcuttur ve dediğimiz gibi özellikle “bereketlendirilmiş” vasfıyla anılması dikkat çeker.
Oysa her ne kadar o zaman bugünkü şekliyle Kudüs’te bir mabet mevcut değil idiyse de Kur’an-ı Kerim’de muhtelif ayetlerde sözü edilen ve Hz. Zekeriya (a.s.)’nın hizmet ettiği, itikâfa girdiği, Hz. Meryem (a.s.)’in doğmadan önce adandığı mabedin kalıntıları mevcuttu. Orası tarihte ibadet merkezi olduğundan, mescit yani ibadet mekânı olarak tanımlanmıştı. Geçmiş peygamberlerin bu mekânı ibadet yeri olarak kullanmış olmaları sebebiyle onların dönemlerinden kalma izler, kalıntılar “ayetler” olarak nitelenmiştir. Nitekim Kâbe’de önceki peygamberlerden kalan izler ve işaretler hakkında da “apaçık ayetler” ifadesi kullanılır. (bkz. Âl-i İmran, 3/97.) Dolayısıyla İsra suresinin birinci ayetinde, “kendisine birtakım ayetlerimizi göstermek için” denirken, yüzyıllar boyunca tevhit çağrısının bir merkezi olmuş, birçok peygamberin ibadet, davet ve ziyaret mekânı vasfıyla tarihe geçmiş, önceki dönemlerde vahyedilen kitaplarda öğretilen ibadetler için de kıble olarak gösterilmiş merkezde, oraya hizmet etmiş peygamberlerden kalan izlerin kastedildiğini anlamamız en isabetli olandır.
İkinci olarak burada Mescid-i Aksa adıyla anılan mabetten “etrafını mübarek kıldığımız” diye söz edilmesi, bazılarını az önce andığımız ayetlerde sözü edilen “bereketlendirilmiş topraklar” diye zikredilen beldenin kastedilmiş olduğunu teyit eder. Bunların tümünde de Kudüs ve çevresinin kastedildiği tarihî bilgilerden anlaşılıyor. Yani o ayetlerde sözü edilen “bereketlendirilmiş topraklar” ile burada işaret edilen topraklar aynıdır.
Üçüncü olarak söz konusu ayette bir “İsra” olayından söz ediliyor. İsra ise “gece yürüyüşü” anlamına gelir. Örneğin Hz. Lut (a.s.)’un ve aile efradının kavminin cezalandırılması öncesinde evinden çıkarılıp yürütülmesinden de “İsra” olarak söz edilir. Bu anlamda başka yerlerde de kullanılmıştır. Bunların hepsinde kastedilen, yeryüzündeki gece yürüyüşüdür. Hz. Peygamber (s.a.s.)’in göğe yükseltilmesi ise “Miraç” olarak adlandırılır. Bir yükselişi ifade eder ve İsra kelimesi bu anlamı karşılamaz. Kaynaklarda da böyle geçer. Buradan İsra ile ziyaret ettiği mescidin göklerde değil yeryüzünde bir mabet olduğunu anlamak daha uygundur. Bunun Mekke’nin dışında bir mescit olması ihtimali yoktur. Çünkü o dönemde Mekke’nin kenar bölgelerinde veya dışında böyle bir mescidin bulunduğuna dair tarihî kaynaklarda bir bilgi mevcut değildir. Ama Kudüs’te yıkıntı şeklinde de olsa geçmiş peygamberlerin hizmet ettiği mescidin kalıntıları mevcuttu.
Oranın Mescid-i Aksa olarak adlandırılması Yüce Allah katından gelen bir isimlendirmedir ve “en uzaktaki mescit” anlamına gelir. O zaman Hz. Peygamber (s.a.s.)’in hareket noktası olan Mescid-i Haram’a uzaklığına binaen böyle adlandırılmış olması mümkündür.
Bu konuda sünnet kaynaklarında yer alan ve kıble değişikliğinden söz eden deliller de önemli bilgiler içerir. Bilindiği üzere Müslümanlar ilk dönemlerinde Kudüs’e yöneliyorlardı. Uzaktan yöneldikleri kıble Kudüs şehri olsa da yakın mesafede düşünüldüğünde şehir değil tıpkı Kâbe gibi orada işaretlenmiş bir noktaydı. Nitekim o dönemde Kudüs’ün içinde yaşayan Yahudiler de ibadetlerinde şehrin herhangi bir semtine değil belirli bir yere yöneliyorlardı. Kıblenin değiştirilmesiyle ilgili olarak sünnette yer alan ve bu mekândan ismiyle söz eden delillerde o yerin adı Mescid-i Aksa olarak anılır.
Ayrıca bazı sahih hadislerde, sahabilerin Mescid-i Aksa hakkında sordukları sorulara Hz. Peygamber (s.a.s.)’in verdiği cevaplardan, bu isimle söz edilen mabedin Kudüs’te bulunan ve geçmiş peygamberlerden izlerin yer aldığı mabet olduğu anlaşılır. Oysa bugünkü şekliyle bir cami Hz. Peygamber (s.a.s.)’in sağlığında hiç inşa edilmemişti. Sadece dediğimiz izler vardı ve mescit ile kastedilen de o izlerin bulunduğu alandı. Tıpkı Kâbe’nin etrafındaki alanın Mescid-i Haram olarak anılması gibi. Mescid-i Aksa içinde de kıble noktası kabul edilen yerin Hz. Peygamber (s.a.s.)’in miraca çıkarken bastığı rivayet edilen ve Hacer-i Muallaka olarak da adlandırılan kaya olduğu bilgisi bazı kaynaklarda geçer. O alan belirlenmiş, geçmiş ümmetlerden kalan izler korunarak üzerine bir cami inşa edilmiş, adı da aynen Kur’an-ı Kerim’de geçtiği şekilde Mescid-i Aksa konmuştur.
Bütün bu bilgilerden ve daha birçok delilden anladığımıza göre İslam’ın ilk kıblesi olan ve İslam peygamberinin İsra ve Miraç mucizesinde ziyaret ettiği Mescid-i Aksa bugün Kudüs’te bulunan kutsal Mescid-i Aksa’dır. O mekânda o zaman eski mabedin kalıntıları vardı, bugün de sadece bir cami değil bir külliye mevcuttur. Bu külliye aynı zamanda İslam’ın kutsal Kudüs üzerinde hüküm sürdüğü tüm dönemlerden izler ve işaretler taşır.
Bu özelliklerinden dolayı Kıble Camisi ve Kubbetüssahra adı verilen iki büyük cami başta olmak üzere birçok cami ve mescidin, minarenin, medresenin, mihrabın, minberin, sohbet alanının, şadırvanın ve sebilin bulunduğu alan hem kutsiyetiyle hem de yüzyılların özetini sunan bir tarihî zenginliği içermesi sebebiyle Müslümanlar açısından büyük önem taşır.
Bu kutsal mabedin çevresi de Yüce Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de birçok ayet-i kerimede bereketlendirildiğini vurguladığı ve insanlara Allah’ın mesajlarını iletmekle görevlendirilen birçok peygamberin çağrılarını yaptıkları, mensuplarını eğitmek üzere faaliyette bulundukları mübarek beldedir.
Kudüs, üç ilahî dinin buluştuğu kutsal şehir olarak biliniyor. Müslümanlar, Hristiyanlar ve Yahudiler tarafından kutsal kabul edilen Kudüs’ün bir tarafında Mescid-i Aksa, bir tarafında Ağlama Duvarı, bir başka tarafında ise Kıyamet Kilisesi bulunuyor. Bu konuda neler söylersiniz?
Aslında ilahî din Allah’ın insanlara peygamberleri vasıtasıyla bildirdiği tek dindir. O da özünde tevhit inancı olan ve temel inanç ilkeleri hiç değişmeyen Hanif dindir.
Kur’an-ı Kerim’de Hz. İsa hakkında şöyle buyrulur: “Onların ardından, kendisinden önce gelmiş olan Tevrat’ı doğrulayıcı olarak Meryem oğlu İsa’yı gönderdik.” (Maide, 5/46.) Yani İsa (a.s.) kendinden önce gönderilen Tevrat’ı geçersiz kılmamış, onu doğrulamıştı. İsa (a.s.)’nın düzelttiği şeyler insanların çarpıttıkları, Hanif dinden uzaklaşmalarına neden olan yozlaşmalardı. Dolayısıyla İsa (a.s.)’ya en başta inanmaları gerekenler, Tevrat’a inandıklarını söyleyenlerdi. Ama onların çok az bir kısmı dışındakiler, putperest Roma yönetimiyle işbirliği yaparak İsa (a.s.)’ya tuzaklar kurdular, onu öldürmeye kalkıştılar ve annesi hakkında çirkin sözler sarf ettiler. Bunu yapanların Tevrat’ın yolundan gittikleri söylenemez.
Kur’an-ı Kerim, Hz. Muhammed (s.a.s.)’e hitaben şöyle buyurur: “Sana da Kitabı, hak ile kendinden önceki kitapları doğrulayıcı ve onların üzerine şahit olarak indirdik.” (Maide, 5/47.)
Kitap ehline hitaben de şöyle buyrulur: “Ey kendilerine kitap verilenler! Bazı yüzleri düzleyip arkalarına döndürmemizden yahut cumartesi gününe saygı göstermeyenleri lanetlediğimiz gibi şunları da lanetlemeden önce sizin yanınızda olanı doğrulayıcı olarak gönderdiğimize iman edin. Allah’ın emri her zaman yerine getirilir.” (Nisa, 4/47.)
Bundan dolayı kendilerine kitap verilenlerden Hz. Muhammed (s.a.s.)’in çağrısını duyup da onu inkâr eden bir kimse en başta kendi kitabının emrini yerine getirmemiş olur. Çünkü ellerindeki kitap çok açık bir şekilde onları bu peygambere inanmaya çağırıyor ve Allah’ın huzuruna çıktıklarında en önce kendi kitaplarının çağrısını göz ardı etmekten hesaba çekileceklerdir.
Bu itibarla Kudüs ve Mescid-i Aksa, Allah’ın vahiyle bildirdiği temel ilkelere dayanan Hanif dinin yani tüm ilahî dinlerin bir ortak değeridir. Bu Hanif din de bugün Yüce Allah’ın son peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s.)’e vahyedilmiş olan ve önceki kitapları da tasdik eden Kur’an-ı Kerim’in insanlara gösterdiği yoldur. Dolayısıyla geçmiş peygamberlerin mirasını koruma sorumluluğu ve hakkı da bu yoldan gidenlerdedir.
Bununla birlikte, İslam’ın Kudüs’e hükmettiği dönemlerde, “kitap ehli” olarak nitelenen ümmetlerin bu şehirdeki tarihî miraslarına dokunulmamış ve yine bu şehirle ilgili geleneklerini sürdürmelerine hiçbir şekilde engel olunmamıştır. Bugün Kudüs’te Hristiyanlara ait sadece Kıyamet Kilisesi değil daha onlarca kilise ve vakfiye mevcuttur. Hepsiyle ilgili hukukları İslam’ın hüküm sürdüğü dönemlerde en ufak bir mal varlıklarına dokunulmadan korunmuştur. Bu, İslam’ın adalet prensiplerinin uygulanmasının bir yansımasıdır.
Yahudilerin “Ağlama Duvarı”, Müslümanların “Burak Duvarı” adını verdikleri duvarla ilgili olarak bugün Yahudilerin öne sürdüğü iddialar tarihî gerçeklere uymasa da İslam hâkimiyeti döneminde onların bu duvarla ilgili geleneklerini sürdürmelerine de engel olunmamıştır.
Fakat bugün işgalcilerin söz konusu duvarla ilgili tarihî gerçeklere ters iddialarını, kutsal Mescid-i Aksa’yı ortadan kaldırma çabalarına gerekçe yapmaya kalkışmalarına kimse göz yumamaz. Belirttiğimiz üzere burası hem Müslümanların ilk kıblesi ve haram mescitlerin üçüncüsü hem de 1400 yılın özetini sunan zengin bir tarihî mirastır. İşgalcilerin tarihî gerçeklerle bağdaşmayan iddialarını böyle kutsal bir mabedi ortadan kaldırma ve bu derece zengin bir kültürü yok etme gerekçesi yapma hakları olamaz.
Tarihî gerçeklerden öğrendiğimize göre, burası Hz. Süleyman (a.s.)’dan önce de bir mescit ve mabetti. Hz. Süleyman (a.s.) da orayı bir mescit ve mabet olarak inşa etmişti. Onun mirasına sahip çıkmaya da peygamberliğine inanmayıp sadece Kral Salamon diyenlerden çok onun bir peygamber olduğuna inananların hakkı vardır. Çünkü peygamberlerin mirası, gösterdikleri yoldur. O mirasa sahip çıkma hakkı onun peygamber olduğuna inanan ve tüm peygamberlerin ortak yolu olan Hanif yolda kalanlardadır. Bu itibarla Hz. Süleyman (a.s.)’ın yolundan gidenler onun inşa ettiği mescidin benzerini aynı amaca uygun şekilde inşa etmişlerdir. Onu yıkmaya kimsenin hakkı olamaz.
Siyonistlerin bu kutsal mabedi ortadan kaldırmak amacıyla ileri sürdükleri iddialar tamamen siyasi taktiklerden ve ideolojik oyunlardan kaynaklanıyor, dinî dayanağı yoktur. Dinî bir boyut kazandırılmaya çalışılması sadece taktik ve istismardır.
Kudüs, 1516’dan 1917’ye kadar 400 yıl boyunca Osmanlı himayesi altında kaldı. Müslümanlar, Yahudiler ve Hristiyanların barış içinde bir arada yaşadığı bu dönemden sonra nasıl gelişmeler yaşandı?
Kudüs ve civarı sadece Osmanlı döneminde değil Hz. Ömer (r.a.)’in burayı fethettiği tarihten bu yana İslam’ın hüküm sürdüğü her dönemde barış, huzur ve güven içinde yaşamıştır. Müslüman olmayanların mal varlıklarına dahi dokunulmamış, Hz. Ömer (r.a.) onlara güven içinde olmaları için bir emanname vermiştir. Namaz kılacak bir yer sorduğunda Hristiyanların onu kendi kiliselerine davet etmeleri üzerine; “Ben sizin kilisenizde namaz kılarsam Müslümanlar daha sonra orayı camiye çevirebilirler.” diyerek kiliseye gitmeyip boş bir arazide namaz kılmayı tercih etmiştir. Nitekim Müslümanlar daha sonra oraya Ömer Camisi adını verdikleri bir cami inşa etmişlerdir.
Fakat 1099 yılında Haçlıların Filistin’i işgal etmelerinden sonra sadece Kudüs’te 70 bin insanın öldürüldüğü tarihî kaynaklarda geçer. Kudüs caddelerinde Haçlı askerlerinin cesetlerin arasında yürüyemediği, atlarının topuklarına kadar kana bulandığı saldırıya katılan Haçlı subaylarının anılarında geçer.
İngilizlerin bu toprakları işgal etmelerinin amacı da zaten dünya Yahudilerini oraya toplamaktı ve bunu ünlü Belfour Deklarasyonu’nda açıklamışlardı. O yüzden işgalden sonra ağır vergi uygulamalarıyla Filistinlileri büyük miktarlarda vergi borçları altına sokmuş, ödeyemeyenlerin arazilerine el koyup Yahudilere sembolik fiyatlarla satmış ya da tamamen karşılıksız bağışlamışlardır. Üstelik Siyonistlerin hizmetindeki medya organları da bu toprakları Filistinli sahiplerinin sattığı iddiasını yayarak haklarında yanlış kanaat oluşmasına neden olmuşlardır.
1947’de İsrail diye bir devletin kurulmasından sonra gerçekleştirilen katliamlar ve başvurulan tehcir uygulamaları yüzünden sekiz yüz bin Filistinli bu toprakları terk etmek zorunda kalmıştır.
Onlar savaş şartlarında ölümden kaçmak için başka yerlere iltica ettiklerini düşünüyor, evlerine geri dönme niyeti taşıyorlardı. Evlerini ve arazilerini de kimseye satmamışlardı. Fakat sonra işgal rejimi “Sahipsiz Mülkler Kanunu” diye bir kanun çıkararak güya 1948 ve 1967 savaşlarında gayrimenkullerini terk edenlerle ilgili göstermelik ilanlar yayınladı. Oysa ilanların muhataplarının hak arama imkânı yoktu. Çünkü takip yapacakları yere girmeleri engelleniyordu. Sonra işgal yönetimi, gayrimenkullerin sahiplerinin bu ilanlara rağmen ilgilenmedikleri iddiasıyla oraları kamulaştırıyordu. Şu anki başbakan Netanyahu döneminde de bu şekilde kamulaştırılan gayrimenkullerin özel mülk olarak Yahudi göçmenlere satılmasına izin veren yasa çıkarıldı ve şimdi de dünyanın değişik ülkelerinden getirilen Yahudi göçmenlere sembolik fiyatlarla satılıyor. 1948’de işgal edilmiş kısmın %89’unu bu şekilde kamulaştırılmış araziler oluşturur.
Tabii bu arada zulüm, katliam, işkence her şekliyle devam ediyor.
İsrail’in Kudüs ve Mescid-i Aksa ile ilgili birtakım emelleri olduğu ve burayı Yahudileştirmeye çalıştığı herkesin malumu. Bunu gerçekleştirmek üzere birtakım girişimlerde bulunmaktan vazgeçmiyorlar. Bunun nedenlerinden söz edebilir misiniz?
Mescid-i Aksa’yla ilgili emelleri biraz önce de belirttiğimiz üzere orayı tamamen yıkıp yerine sözde siyon mabedi inşa etmektir. Fakat sizin de ifade ettiğiniz gibi emelleri sadece bu kutsal mabet üzerinde toplanmıyor. Tüm Kudüs’ü ve tüm Filistin’i Yahudileştirme amacına yönelik bir siyaset izleniyor. Bunun amacı oradaki gayrimeşru işgalin kazıklarını iyice çakmak ve o toprakların asıl sahiplerinin evlerine, yurtlarına geri dönmelerinin önünü kapatmaktır. Tamamen siyasi nitelikteki oyunların dünya Yahudilerinden destek görmesi için dinî kılıflar geçiriliyor.
Kudüs’te Doğu ve Batı Kudüs şeklinde bir ayrım söz konusu. Bu ayrımın nedeni ve Müslümanlar açısından sonuçları nelerdir?
Kudüs’ün tarihî ve dinî mirası içinde barındıran kısmı “Eski Kudüs” olarak adlandırılan ve sur içinde kalan kısmıdır. Burası “Doğu Kudüs” tarafında yer alır. Zamanla sur dışında kalan bölümlere de yerleşim yerleri inşa edildi. Bu yerleşim yerlerinin bazıları da şehrin batısında kalan araziye kurulmuştu. “İsrail” ilanından sonra 1948’de yaşanan savaşta batı tarafta kalan mahalleler siyasi taktik ve oyunlarla işgalcilere verildi. İşgalciler de Kudüs’ü kendileri için bir merkez yapmak amacıyla buraya “Batı Kudüs” adını verdiler, o bölgedeki Filistinlilerin evlerini zorla gasp ettiler, yıkıp yerine büyük binalar inşa ederek geniş bir şehir ortaya çıkardılar.
1967 Haziran Savaşı’nda Ür-dün’ün işgal karşısında direniş göstermemesi sebebiyle Mescid-i Aksa hareminin de içinde olduğu Eski Kudüs’ün de yer aldığı doğu taraf da Siyonist işgaline geçti. Bundan sonra işgal yönetimi iki Kudüs’ü birleştirdiğini iddia ederek, Doğu Kudüs’ü de “İsrail”e ilhak ettiğini açıkladı.
Şu anki duruma baktığımızda İsrail’in Kudüs’ü işgalini devam ettirdiğini görüyoruz. Uluslararası hukuka ve anlaşmalara rağmen meşru olmayan bu işgal neden sonlandırılamamaktadır?
Normalde BM kararlarında, İsrail’in 1967’de ele geçirdiği bölgelerin tümü “işgal edilmiş bölge” olarak tanımlandığından uluslararası alanda Doğu Kudüs hakkında da bu geçerlidir. Fakat işgal rejimi, ilhak kararından dolayı Kudüs hakkında bu tanımlamayı kabul etmediğini söylüyor. Ama ne yazık ki işgalcinin bu tutumuna karşı herhangi bir yaptırım uygulanmıyor. Bunun anlamı ise işgale karşı duyarsızlık, önünün açık tutulması ve haksızlığa uğrattıklarının haklarına bigâne kalınmasıdır. Bu da BM başta olmak üzere küresel güçlerin güdümündeki uluslararası kurumların taraflı tutumlarından kaynaklanıyor.
İşgal ve baskı altında yaşam mücadelesi veren Kudüs halkının her şeye rağmen Mescid-i Aksa’yı yalnız bırakmadığını ve ayakta kalma mücadelesi verdiğini gördüm bu ay içinde yaptığımız Kudüs gezisinde. Halkın gündelik hayatta karşılaştığı bu zorluklara değinir misiniz?
Yaşanan zorlukların ve sıkıntıların temelinde işgal var. Müslümanların yoğun olduğu bölgede İsrail hâkimiyeti uluslararası kararlarda işgal olarak tanımlandığı hâlde işgalci, 1967 öncesinde inşa edilmiş evleri bile “ruhsatsız” iddiasıyla yıkıyor. Evi yıkılan birinin yeniden inşa ruhsatı alabilmesi için inşaat maliyetinden fazla ödeme isteniyor ve buna rağmen çoğu zaman ruhsat alamıyor. Müslüman veya Hristiyan Filistinlilerin yoğun olduğu bölgeler her türlü altyapı hizmetinden yoksun bırakılıyor. Çocuklarına eğitim hizmeti verilmediğinden kendi eğitim kurumlarını kurmak zorunda kalıyorlar. Oralar da çarklarını döndürebilmek için ücret almak zorunda kalıyorlar. İş yerlerinden ağır vergiler isteniyor. Bütün bunlara ek olarak sık sık evlerine baskınlar düzenleniyor ve göstermelik sebeplerle tutuklamalar yapılıyor.
Filistin ve Kudüs davası bütün bir ümmetin sorumluluğunda olan bir dava. Ancak İslam âlemi olarak bu konuda iyi bir sınav verdiğimiz söylenemez. Bu kadim topraklarda tekrar barışın tesisi ve Filistin halkının özgürlüğü için neler yapılmalı?
Huzur ve barışın hâkim olması hakların hak sahiplerine verilmesiyle mümkün olacaktır. İşgal sadece Müslümanlara göre değil uluslararası hukuka göre de gayrimeşrudur. Evlerinden ve topraklarından zorla çıkarılan insanların buralardaki kişisel hakları, uluslararası hukuka göre de geçerlidir ve işgalin oraları kamulaştırması uluslararası yasalara aykırıdır.
Dünya Müslümanları o insanların haklarını uluslararası alana taşıyabilir ve işgalcilerin zulüm uygulamalarını gündeme getirebilirlerse, Filistin halkı haklı olduğu davasında aynı zamanda güçlü olacaktır.
Orada ümmetin değerlerini savunmaya devam etmek, tarihî ve kültürel mirası koruyabilmek için Filistin halkının yardım ve desteğe ihtiyacı var. Bu yardım ve desteğin, o insanların bu mücadeleyi tüm ümmet adına sürdürdükleri bilinç ve duyarlılığı ile sunulması gerekir.