Makale

Varlıkla İmtihan Olunanlar

Varlıkla İmtihan Olunanlar
Ayşe Şener

“Karun’u, Firavun’u ve Haman’ı da (helak ettik). And olsun ki, Musa onlara apaçık deliller getirmişti de onlar yeryüzünde büyüklük taslamışlardı. Hâlbuki (azabımızı aşıp) geçebilecek değillerdi.” (Ankebut, 29/39.)

Varlıklı olmayı servet bakımından Karun, güç ve iktidar bakımından Firavun ve bilgi gücü bakımından da Haman temsil eder. Aynı zamanda varlıklarına rağmen dara düşmeyi, dibe vurmayı ve kaybedişi de yine onlar temsil eder.
Bu üç meşhur ismin varsıllıklarının/kazanımlarının en tepesinden kendilerini uçuruma bırakma, ahlaken tuz buz olma öyküleri tarih boyunca isimleri değişse de pek çok insan hayatında defalarca tekrarlanır durur. Ayrıca bu yakışıksız tekerrürü izlemek için sadece tarihteki bu üç isme değil, sadece onlar kadar zirveyi/zırvayı bulmuş olanlarda da değil, varlıkları farklı oranlarda da olsa yakınımızdan uzağımıza pek çok başka isimde görebiliriz. En başta kendimizde... Karşımıza çıkan aynada gördüğümüz insanda...
Bir örneğin içine girelim. Mesela servet gücünün güçsüz bıraktığı Karun temsiline...
Karun’u herkes tanır. Karunculuk oynayanlar da oynamayanlar da. Dünyaya yenilmiş başkahraman... Varını, varlıklarını, kazanımlarını kendinden bilmiş ve ölümsüz sanmış ve nihayet beklenmedik bir sonla yerin dibini boylamış, ölmeden mezara girmiş biri. Akıbetinin öyle olacağını ne kendisi, ne başkaları ummamış olmalı. Bu satırları yazarken kendi Karunluğumu düşünüyorum. Siz de kendi sahip olduklarımızla nasıl şımarıverdiğimizi ve ilkelerimizden nasıl uzaklaşıverdiğimizi düşünün. Her seviyede Karunluk sergileyebiliyor insan. Bir hâli bir hâline uymayabiliyor. Sınav hâli...
Karun’lar aslında zirveye çökerken en dibe oynamış, sıfırı tüketmiş biri olmak bakımından ilginç bir öyküye sahiptir. Benzer bir hayat yaşayabilme ihtimali olan herkesin iyi okuması gereken olumsuz bir modeldirler. Ayrıca az önce de ruhumuzu çimdirdiğim gibi; insanın Karun’un hayatından kendine dair okumalar yapması için illa onun kadar varlıklı olması gerekmiyor. Her insan, yeter ki bunu tercih etsin, kendi Karunluğunun miktarınca, kendi oranında, kendi çapında bu oyunu yaşar zaten. İnsan çok basit şeylerden bile şımarabilen bir benliğe sahiptir. Sözgelimi marka bir ayakkabı giydiğinde bile kendini bir şey sanabilme, çamurlu bir sokakta yürüyorsa da yürüyüşünün değişiverme potansiyelinde olması, buna bir örnektir.
Oysa kendimize sormamız gereken başlıca sorular şu değil midir: Sen kiminsin? Kime aitsin? Seni sen mi yarattın? Hayatını nerden, kimden aldın? Satın mı aldın? Kaça, kaç günlüğüne aldın? Borçla mı aldın, peşin mi? Hakiki ve nihai sahibi sen misin? Varlık toprağın, bedenin ve o zapt edilmez uzayın olan ruhun tam olarak senin mi? Onu kimse sen istemedikçe senden alamaz mı? Geçici olarak mı buradasın, kalıcı olarak mı? Kendini terk etmen istendiğinde can kapılarını kapatıp karşı çıkabilecek misin? Ölüme yenilmemeyi başarabilecek misin? Tüm bu soruların cevaplarına hükmü geçmeyenin kendisini övmesi, büyüklenip kibre düşmesi ne kadar ne kadar da bedbahtça değil midir? Eğer sayılan bu özellikler sende ise kalk ve gururlan. Övün. Herkese övgülere ne kadar layık olduğunu ilan et. Hakkındır.
Hayır mı? Varlık kaynağının başlangıcı ve bitimini kendi bilinmez derinliğinde yutabilecek büyüklükte, varlıkların tümünü kendi varlığına çekip bilinmezliğe bürünebilecek düzeyde özgür ve biricik değil misin? Başka bir kaynağa mı bağlısın. Hatta bağımlı...
Sen bile emanet misin sana? Şu beden tabutunun içinde bir canı hem de onurla taşımakla sorumlu... Üstün bir güce ait. Ona dönecek olan. Ona dönük, sorumlu ve bir gün sorgulanacak şekilde yaşaması lazım olansın!
O hâlde övünüp durman çok anlamsızca... Kendini ve başkalarını süfli şeylerle oyalamayı ve oyalanmayı bırak. Ki, herkes sen gibi… Kimse senden daha iyi veya daha kötü durumda değil. Bu anlamda en basit veya en karmaşık, bir tek kendisi var olan ve hiçbir şeyi olmayanla, pek çok varlığı olan insanla temelde aynısınız. Herkes varı, varlığı kadar sorumlu. Yokluğu kadar da sorumsuz...
Hâlbuki bu varlığı sonsuza taşımanın tek bir yolu var. Doğru kullanım dünyada sana yarar. Doğru paylaşımsa ahiretteki varlıklarını şimdiden edinme ve yönetebilmedir. Paylaşımlarımız; uhrevi yatırımlarımızdır. İkinci ömründe varlıklı olmak paylaşmaktan geçiyor. İleride kullanacağın varlıkları şimdilik başkalarının, yoksulların, ihtiyaçlıların paylaşımına açıyorsun. Sonra bu paylaşımlarının üretkenliği, elde edilen kalıcı kârlılık sana dönüyor. Böylece ileriye, çok ileriye bile yatırım yapabiliyorsun. Basiret; iki gözden görebilmektir geleceği. Geçecek olan gelecek ölüme kadar olandır. Bu gerekli. Geçmeyecek olan gelecek ise ölüm sonrasıdır. Yani ölüm seni fanilik bağından çözüverdiğinde, o özgürlükte, o ikinci ömürde, o sil baştan hayattaki varlıklarını böyle kazanabilirsin. Kural bu. Kaynağını unutmayacaksın. Kaynadığın göğe sırtını dönmeyeceksin. Yüzünü döneceksin. Net! Oyunsuzluktur oyunun kuralı.
“Karun kadar malın olsa...” türküsü anlamınca pek çok dile değmiştir. Hayata da. Varlık; üryan bir var ediliş, başlangıç ile yok ediliş, sonlandırılış arasında fani, geçici olarak verilendir. Geçici olarak kullanıma sunulan… Hakiki sahibi tarafından geçici sahiplendirme, bir armağan.
Bedeli insanlık olan bir ön ödül gibidir mesela hayatın varlığı. Bazen el yakan, bazen gönül yakan varlıklarımız da var... Düşü, düşünceyi yakan ve entelektüel aydınlıklar saçanları da var. Maddi olanı da manevi olanı da… Onur insanın en önemli varlığı iken, servet, statü, fiziksel özellikler, bir ev, bir araba, bir ayakkabı, bir ayakkabı bağcığı da varlıktır. Peygamber (s.a.s.), “İki siyahtan da sorulacaksınız.” derken, hurma, su veya daha basit bir varlığı kastetmiştir. Sorulma hatırlatmasında, sorumlu olma ve doğru kullanma bilinci işlenir insana. Neyin varsa varlığındır. Neyin yoksa yokluğun. Varlık sorudur. Yokluk sorulmadığındır. Varlık sorumluluğunun ta kendisidir. Yokluk ise sorumlu olmadığın, ödev konun, hayat konun olmayan, kendisinden özgür olduğundur. Varlık seni uyutmaz. Bilinç uyanıklığında olmak zorundasındır. Tetiktesindir. Sende olmayan, sana verilmeyen şey anlamında olan yokluğun ise, endişesiz, temiz uykularındır. Diken altında gül üstünde keyfin, rahatındır. Arama o hâlde gerekmediği kadar varlığı, zenginliği, nimeti, ödülü... Varlıklı olmanın soruyu, sorumluluğu çoğaltma, işi zorlaştırma, başarıyı riske etme anlamına da geldiği malum. Fakat bu asla başkalarına muhtaç olacak düzeyde yoksulluk övgüsü veya insana yakışmayan bir dilenme pozisyonunda olma, isteyiciliğe güzelleme, çalışmama, üretmeme değildir asla. Gereğinden fazlasının aslında düpedüz dert oluşuyla alakalı bir bakıştır. Dert istiyorsa insan kendisi bilecektir. Nihayet sadece malın mülkün değil her şeyin fazlasının dert başlığı altına girdiği de hepimizin malumudur.
Karun’un, sarayıyla birlikte yerin dibine göçmesi ilginç bir tersine dönme, insanlığının tepetaklak oluşu anlamına geliyor. Karun’un yerin dibine geçmesi varlığına aldanıp insanlıkta dibi bulması veya insan olma sorumluluk bilincini kaybedip, varlığa rağmen sorumluluğunu reddetmesi, onurunu varlık tahtının, zenginliğinin en tepesinden uçuruma bırakıvermesi, kendini bilmezliği, ne oldum delisi olması...
Doğrudan verilen, emeksiz elde edilen varlıklar var. Kendiliğinden armağan edilmişliği, kazanırken herhangi bir çaba sarf edilmemiş olması, sorumluluğunun daha çok olduğunu düşündürüyor. Kesin paylaşma emri diyebileceğimiz zekâtın bile belli bir mal varlığının o kişinin hayatında sağlam bir zemine oturması ve istikrarından sonra emredildiği düşünüldüğünde, miras gibi herhangi bir çaba sarf edilmeksizin sonraki nesle kalan varlıkların sorumlulukta daha bir aciliyet arz ettiği düşünülebilir. Emek sarf edilmeden elde edilenin paylaşımında daha sorumlu ve daha erken davranılması düşüncesi daha vicdani duruyor.
Kazanımlara bakıldığında ise haklı kazanma, varlık sorumluluğunun daha elde etmeden evvelki ilk sorumluluğudur. Ardında haklı tasarruf, kullanımdaki doğruluk ve dürüstlük gelir.
Ve sırada hakla paylaşma vardır. Paylaşmada kendin ve varlığı verenin, asıl sahibinin payı söz konusudur. Allah ve sen arasında paylaştırılır varlık. Farklı bir kıyasla da olsa verenle işleten arasındaki anlaşma gibidir. Sahibi ile nasıl anlaştıysan ki İslam’ın kazanma, tasarruf ve paylaşmaya dair koyduğu kurallar bu soyut ortaklığın kurallarıdır, ona göre davranmak durumundasın. Fakat sen anlaşmayı bozarsan, haksız elde eder, orantısız, ihtiyaç fazlası üretir ve tüketimle haksız tasarruf eder ve paylaşmaz kendine saklarsan, Karun gibi her şeyden önce onurunu kaybetmiş olmakla yerin dibine batarsın. Bu hakikatte yerin dibine batmışlığına rağmen belki kısa bir süre -ki ömür sana uzun gelse de aslında kısa bir süredir- belki daha kısa bir süreliğine saraylarda, protokollerde yüce erk olarak, rezidanslarda, plazalarda, büyük servetlerin yönetimlerinde veya “tartışmasız” bilimsel disiplin etiketleriyle, entelektüel birikiminin erişilmezliği gibi “çok üst düzey” konumlarda kalabilirsin. Ancak çok geçmeden zaman ve fanilik hakikati seni de mezarına, -Anadolu deyişiyle- gara yerin dibine geçirecektir. Bıktırıcı tekrarlar olarak algılanan bu öğüt arabeski herkesle beraber senin de bizzat tekrarın olacağından canın sıkılmamalı. Yaşayacaksın illa... Yaşamda, kaçışın mümkün olmadığı bir konuyu duymaktan kaçınmanın saçmalığı da var.
Kafamızı sakinleştirelim. Öğütlerimizi sadeleştirelim. Mal tek varlık değildir. Hatta en adi varlıklardan biridir. Somut ve maddi varlıklardan başlamak üzere varlık skalası taa ilhama, anlama, hikmete kadar çıkar. Hikmet bir insana layık görülüp de verilen en güzel varlıktır. Onur da öyle…
Fakat işte her varlığın bizim için ölümlerden bir ölüm değil, insanlığımızı öldürme değil, dirlik olabilmesi hepimizin var olma ve varlıklı olma bilincinden geçiyor.