Makale

Modernliğin Alaca karanlığında Dini Hayat

Modernliğin Alaca Karanlığında Dinî Hayat

Modernliğin dinî hayatın yeniden yorumlanması için bir imkân mı yoksa, onu tahrif eden bir süreç mi olduğu sorusu dinî düşünceyi epey bir süredir askıda tutmaktadır. Kuşkusuz dinî düşüncenin böylesi bir askıda kalmasının en önemli nedeni, modernliğin aynı zamanda sekülerleşme denen bir süreçle temayüz etmesidir. Günümüz Hıristiyan dünyasında sekülerleşmenin dinî düşüncenin yerli yerine oturması için gerçekte çok olumlu bir işlev gördüğünü düşünenlerin sayısı gittikçe artmaktadır. Burada “dinî düşünce” tabiri ile papalık gibi birtakım kurumların egemenliğinden sıyrılarak bireysel özgürlük içinde gelişen ve serpilen bir dinî tutumun amaçlandığını belirtmek gerekir. Kısacası Batı dünyasında modernlik denen süreç ve onun muhtemelen en belirgin niteliği olan sekülerleşme, daha çok bireysel dinî düşünce bağlamında olumlu olarak ele alınmaktadır. Buna karşın klâsik dünyaların ya da geleneksel din anlayışlarının bir şekilde dinî otoriteyi meşrulaştırarak bireysel özgürlükleri kısıtladığı ileri sürülmektedir. Luther tarafından başlatılan Protestanlık hareketinin öncelikli olarak Papalık kurumuna karşı çıkması ve İncil metinlerinin her inanan birey tarafından yorumlanabileceğini öngörmesi modernlik ile dinî düşüncenin benzer bir kulvarda hareket etmeye başlaması olarak ele alınmıştır.

Gerçi modernliğin felsefî öncüsü olarak değerlendirebileceğimiz Aydınlanma hareketinin daha çok ortak beşerî akıl kavramına dikkat çekmesi ile günümüzde modernliğin ortak beşerî aklın imkânını reddeden postmodern yorumlara maruz kalması arasında bir tür çelişki olduğu düşünülebilir. Kısacası ilk dönem modernleşme projelerine egemen olan evrenselci tutuma bakıldığında, günümüz modernliğinin bireyselliğe aşırı vurgu yapar hâle gelmesi bir tür amaçtan sapma olarak görülebilir. Ne var ki burada asıl dikkat çekilmesi gereken nokta, bu (görünüşte) sapmalardan ziyade, küreselleşme denen sürecin modernliğe dair post-modern yorumlarca bir tür meşrulaştırılmasıdır.

Daha açık olarak söylersek, modernliğe dair post-modern yorumlar, bireysel ve kültürel farklılıkların altını çizip bu farklılıkların aşılamayacağını ön görürken “farklılığa karşı açık kalmamızı” talep etmektedir. Kuşkusuz bu müsamahakâr bir toplumun veya toplumlar arası ilişkilerin ortaya çıkabilmesi için önemli bir zihni tutumdur. Ancak burada açıkça dile getirilmeyen veya üstü örtülen husus, farklılığa karşı açık kalmanın ne anlama geldiğidir. Farklılığa karşı açık olma, karşımıza çıkan farklılık tarafından asimilasyona maruz kalmamız sürecini kendi- sinde içermekte midir?

Konuya bu soru açısından baktığımızda post-modern yorumların “farklılığa açık olma” parolası eşliğinde, bilinçli ya da bilinçsiz olarak küreselleşme sürecine destek veren bir kulvara girdiğini pekalâ düşünebiliriz. Ve küreselleşmenin öncüsü olarak görülen küreselci tutumun post- modern yorumların “farklılığa açık olma” anlayışına açık destek vermesinin gerisinde özenle düşünülmüş bir politik manevrayı rahatlıkla kurgulayabiliriz.

Modernlik, sekülerleşme, post-modern yorumlar ve küreselleşme gibi hareketler arasında gördüğümüz bu genel ilişkiler bağlamında dinî hayatın varolma ve yorumlanma imkânını ele almak için “dinî hayat” tabiri ile neyin amaçlandığını sorgulamak gerekir.

Özellikle İslâm gibi bir kutsal metne sahip din ile sözgelimi Tanrı’nın evrenle doğrudan ilgilenmediğini tasarlayarak kutsal İslâm dini, artık kendisine inananları “mümin” ya da “müslim” olarak nitelerken, burada ağırlık noktasını inanç değil, iman oluşturur. İnanç, yalnızca İslâm’a ilk yönelme durumunu veya ondan yüz çevirme hadisesini simgeleyen bir başlangıç safhasıdır. metinlere meşruiyet atfetmeyen Deizm’in benzer bir “dinî hayat”ı öngörmesi mümkün mü- dür? Farklı dinî inanç ve düşünce sistemlerinin farklı dinî hayat tarzlarını öngörmesi kaçınılmaz bir durumdur. Ancak böylesi farklı perspektifler karşısında İslâm’ın öngördüğü “dinî hayat” tabirinin anlamını belirginleştirmek gerekir.

İslâm dininin Kur’an ve hadisler gibi kutsal metinlere sahip olmasının en temel anlamı, bu metinlerin inananların “önüne” bir dünya tasavvurunu çıkarması ve bu tasavvur içinde gerçekleşebilecek hayat tarzını öngörmesidir. Bu hayat tasavvurunun en önemli niteliği “iman” kavramıdır. Ve burada “iman” artık genel bir “inanç” kavramından farklı boyutlara sahiptir.

İnanç kavramı, bireyin değer atfettiği herhangi bir şeye inanarak yönelmesini dile getirir. Burada asıl olan husus, bireyin herhangi bir şeyle ilgili kendi değer tercihi ve ona yönelme arzusudur. Yani inanç kavramı, temelde “birey” kavramına vurgu yapar. Buna karşılık “iman” kavramı, özellikle dinî metinlerde ortaya çıkan bir ilâhî hitabın insanlardan talepte bulunmasını ve bu talebe karşılık olarak “inanma” eyleminin gerçekleşmesini dile getirir. Kuşkusuz burada yine birey kavramı söz konusu olmakla birlikte, bireyin tercihini önceleyen ve büyük oranda onun nereye yöneleceğini belirleyen bir ilâhî hitap ağırlık noktasını teşkil eder.

İslâm dinî kutsal metinleri aracılığıyla inananların “önünde” belirginleştirdiği dünya tasavvuru içinde “dinî hayat”la ilgili birtakım taleplerde bulunur. Daha açık bir deyişle İslâm dini, artık kendisine inananları “mümin” ya da “müslim” olarak nitelerken, burada ağırlık noktasını inanç değil, iman oluşturur. İnanç, yalnızca İslâm’a ilk yönelme durumunu veya ondan yüz çevirme hadisesini simgeleyen bir başlangıç safhasıdır. “Sizin dininiz size, benim dinim bana” (Kafirun, 6) şeklindeki ayet yalnızca “inanç” açısından insanın duru- munu tasvir eder.

Oysa iman kavramı, İslâm dininin talep ettiği bir dinî hayat tasavvuru karşısında inananın durumunu simgelemesi anlamında özel bir konuma sahiptir. Ve burada artık dinî hayat, yalnızca bireysel tercihler veya bireysel değerler noktasından anlaşılabilecek bir süreç değildir. Belki tam tersine o, ilâhî hitap karşısında inananların kendilerini nasıl konumlandırmaları gerektiğini öğrendikleri bir tecrübe dünyası içinde teşekkül eder. İslâm açısından dinî hayat, ilâhî hitap karşısında inananların kendilerini konumlandırma teşebbüsleri eşliğinde ilerleyen bir tecrübe alanıdır.

Burada dikkat çekmeye çalıştığımız özel nokta, “tecrübe” kavramını göz ardı ederek dinî hayatın salt ilâhî hitap noktasından hareketle tanımlanamayacağıdır. Hayat, adı üzerinde, bir beşerî tecrübe alanı olarak asla hitabın kendisine indirgenemez veya salt ilâhî hitabın literal ifadeleri ışığında sınırları belirlene- bilecek bir şey değildir.

Öyleyse İslâm’ın öngördüğü “dinî hayat” ilâhî hitap karşısında ortaya çıkan bir beşerî tecrübe alanı olarak daima birtakım belirsizlikleri ve soru(n)ları içinde barındırır. İnananların içinde bulundukları zamanlar ve mekânlar değiştikçe dinî hayatın berabe- rinde getirdiği tecrübeler ve bu tecrübeler ışığında karşılaşılan belirsizlikler ve soru(n)lar farklılıklar arz edebilecektir. Ve yazımıza motivasyon veren bir unsur olarak “modernlik” ve modernliğin beraberinde taşıdığı sekülerleşme, post-modern yorumlar ve küreselleşme cereyanları, dinî hayat tecrübesi içinde anlam kazanabilen belirsizlikler ve özel soru(n)lar alanıdır.

Bu durumda kanaatimizce ne modernliği ne de sekülerleşme, post-modern yorumlar ve küreselleşme gibi hususları, anlamları çok açık ve seçik olgular şeklinde tasarlamamalıyız. Gerçekte bunların tümü ucu açık yani, belirsizliklere ve soru(n)lara gebe süreçler olarak dinî hayat tecrübesi içinde yüzleşilebilecek ve soru(n)ları irdelenebilecek hususlardır. Bir başka deyişle, “dinî hayat” ilâhî hitabın belirleyiciliği ile sahip olduğu beşerî tecrübenin esnekliği içinde, modernliğin beraberinde getirdiği bu belirsizlikleri ve soru(n)ları anlamlandırabilecek ve bir şekilde yönlendirebilecek bir güç alanıdır. İslâm’ın öngördüğü “dinî hayat” ilâhî hitabın belirleyiciliği açısından alt edilmez bir direnç noktasına sahipken, geliştirdiği beşerî tecrübenin esnekliği açısından ucu açık süreçlerle fiilen yüzleşme yeteneğine sahiptir. Artık burada önemli olan farklılık karşısında asimile olma korkusu değil —zira bu korku farklılığın ucu açık yani önemli ölçüde belirsiz bir süreç olduğunu göz ardı etmekten kaynaklanır—tam tersine kendi direnç noktasını yitirmeksizin farklı beşerî tecrübeleri geliştirebilmektir