Makale

İSLAMİYET BİZE YAŞAMA SANATI SUNAR

İSLAMİYET BİZE YAŞAMA SANATI SUNAR

Beylü Dikeçligil
dikecligil2003@yahoo.com

Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği İslâm için, söylenecek çok söz vardır. Zira İslâm, hayatı bütün derinliği ve zenginliği ile kucaklar. Hayatın her boyutu için, her zaman insanlığı iyiye, doğruya ve güzele ulaştıracak olan yolu gösterir.
Kısa bir yazıda bu zengin bilginin hepsini anlatmaya gücümüz yetmez. Bu yüzden konuyu sınırlandırmamız gerekiyor. Bu yazıda, İslâm’ın bize sunduğu yaşama sanatından söz etmeye çalışacağız.
Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği İslâm, bize olağanüstü bir yaşama sanatı sunar. Bu yaşama sanatının ustası ise Hz. Muhammed’in kendisidir. Allah tarafından gönderilen tertemiz sayfalar okuyan Resul, o tertemiz sayfalara uygun bir hayat yaşamış ve hayatı ile bizlere örnek olmuştur. Pir-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevi bir hikmetinde ne güzel söyler:
Allah nuru, Allah dostu o Mustafa
Kimler için geldi Resûl bildiniz mi?
Allah selâmı, Allah zikri Hakk Mustafa
Kimler için geldi Resûl bildiniz mi?
(Hikmet, 38; Hoca Ahmed Yesevi, Divan-ı Hikmet, Hazırlayan Dr. Hayati Bice, Ankara, 1993, TDV Yayınları, No. 119, s. 57)
Bütün güzelliğine rağmen hayat, hiç kimse için kolay değildir. Hepimizin hayatında kolay ve zor zamanlar olmuştur. Ve bunlardan biri diğerinin içindedir. Kolay zamanlarımızda bile çeşitli zorluklar yaşarız; zor zamanlarda da bu sıkıntıları hafifleten, kolaylaştıran tesadüflerle karşılaşırız. Bu, dünya hayatının değişmeyen özelliğidir. Geçmiş asırlarda da böyleydi, gelecek asırlarda da böyle olacaktır. Kur’an-ı Kerim’de; her zorluğun yanında kolaylık olduğuna işaret edilir ve bu durum karşısında nasıl davranmamız gerektiği, inşirah sûresinde çok güzel anlatılır. (İnşirah, 5-8)
İster kolay zamanlarda, isterse zor zamanlarda olsun insan, iç dünyasında yirmi dört saatte bütün mevsimleri yaşar. Ümitler, bahar çiçekleri gibi sevinç saçar; hemen arkasından kaygılar, dondurucu bir kış soğuğu gibi bastırır; öfkeler, tozu dumana katan bir rüzgar gibi eser; sevinçler, bir yaz yağmuru gibi ferahlık verir...
Hayatın bu karmaşıklığı içinde insanlar farkında olsun veya olmasınlar aslında, ezelden beri varolan ahengi, o tek noktayı yakalamak isterler. Zira, bu âhengi yakalamak gerçek huzuru bulmak demektir, yani hayatın sanata dönüşmesi demektir.
İnsanların büyük bir çoğunluğu maddî şartlar ne kadar iyi olursa, hayatın daha iyi yaşanacağını düşünür ve para için çok şeyi, hatta bazen her şeyi göze alabilirler. Oysa kendi hayatımıza, çevremize bir göz attığımızda, daha yüksek bir hayat standardının getirdiği rahatlıkların ve kolaylıkların, kişiyi huzura kavuşturmaya yetmediğini görebiliyoruz.
Maddî imkânlar, para, mal-mülk önemlidir, çok şeydir; ama her şey değildir. Kişinin kendisine ve çevresine zarar veren olumsuz duygu ve düşüncelerden arınması demek olan manevî ilerleme olmadıkça, paranın yerli yerince kullanılması, gerçek anlamda fayda getirmesi mümkün olamaz.
insanın hayatında madde (maddiyat) ve mânâ (ruhaniyet) büyük önem taşır. Maddî ilerlemenin gerçek mânâda fayda getirebilmesi için maneviyat gereklidir; manevi ilerleme için de asgarî maddî tatmin gereklidir. Aşırı yoksulluk manevî gelişmeyi engellediği için İslâmiyet muhtaç olana yardım edilmesini ister. Zira madde ve mânâ birbirini tamamlar. Kısacası kuş iki kanat ile uçabilir, tek kanatla değil. İslâm’ın beş şartından ikisi doğrudan para ile ilgilidir: Hacca gitmek ve zekât vermek. Bu, Müslümanlara "çalışıp zengin olun ve çevrenize faydalı olun’’ mesajıdır. Nitekim yardım etme, yardımlaşma ve malından Allah için sarfetme Kur’an’da, mü’minin sık belirtilen vasıflarındandır.
İnsanın insana destek olmasını gerektiren bu zor, ama bir o kadar da cazip olan dünya hayatında, kim istemez huzurlu bir hayatı! Hepimizin asıl özlemi bu değil mi? Kim istemez rüzgâr kadar özgür, toprak kadar müte- vâzı ve güçlü, yağmur kadar bereketli, güneş kadar aydınlatıcı ve gece kadar dinlendirici bir hayatı ve böyle bir kişi olmayı!
Bu şansı ancak Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği İslâm’da bulabiliriz. Bir hadiste Hz. Muhammed (s.a.s.), "güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildiğini" Söyler (ibn Malik, Muvatta, Hüsnü’l-Hulûk, 8; Ahmed b. Hanbel Müsned, 2/381). Müslümanlık huzura, güvene, esenliğe kavuşmak; iyi huylu, güzel ahlâklı ve güçlü olmak; kemalâta ve kurtuluşa ermek demektir.
Hayatımızı sanata dönüştürmek istiyorsak, bazı soruları kendimize sormamız gerekiyor: Bu dünyada yaşadığımız hayat nedir? Ne için varız? Bu hayatın mânâsı nedir? Özellikleri nelerdir? Hayatın özündeki huzura ulaşabilmem için ne gereklidir? Nasıl yaşamalıyım?
"Yaşamakta olduğumuz hayat nedir?" sorusuna, soru kadar kısa bir cevap verebiliriz: Hayat, insanın önce kendi kendisi, sonra çevresi ile kurduğu iletişimdir, ilişkilerdir. Etki ve tepkilerdir. Maddî ve manevî bakımdan verimli ve güzel bir hayat, önce insanın kendi kendisi ile kurduğu doğru ve sağlıklı ilişkiler ile başlar; sonra da diğer insanlarla, diğer canlılarla ve fizikî çevre ile kurduğu ilişkilerle tamamlanır.
Dünya hayatının mânâsını kavrayabilme- mize yardımcı olabilecek şu dört özelliğine bir göz atalım:
1) Dünya hayatı sonsuz ve ebedî olan gerçek hayatın çok kısa bir bölümüdür. Yaşamakta olduğumuz hayat ebedi hayata göre o kadar kısadır ki, Peygamberimiz bir hadisinde, "Benim dünyadaki durumum; ancak bir ağacın altında gölgelenen yolcunun durumu gibidir" buyurur, (ibn Mâce, Zühd, 3; Tirmizi, Zühd, 44; Ahmed b. Hanbel, 1, 301)
Başlangıcı ve sonu bilinmeyen gerçek hayatın kapsadığı dünya hayatının, başı ve sonu vardır. Bu yüzden yüzyıllardır gönüllerde taht kurmuş olan mutasavvıf Yunus Emre, dünyayı bir kente ve insan hayatını da bir gün gibi tez bir zamanda kurulup kaldırılan bir pazar yerine benzetmiştir. Türkiye’nin Hak âşığı ozanlarından Aşık Veysel ise dünya hayatını, doğum ve ölümü simgeleyen iki kapılı bir han ve insanı da bir kapıdan girip diğerinden çıkan yolcu olarak görmüştür.
Sonsuz gerçeklik içinde dünya hayatının KLİ başı ve sonu olması, bize beş duyumuzla algılayamadığımız gaybın varlığını da gösterir. Bu, bizim her şeyi bilemeyeceğimiz ve her şeyi hakkı ile bilip, gören ve işitenin sadece Yüce Allah olduğu mânâsına gelir. Bu duygu bize her şeyi kudreti, merhameti ve şefkâti ile yaratan ve kuşatan Allah’a sığınmanın güzelliğini yaşatır; ferahlığını verir; güvenini sağlar. Hayatımıza ince ve derin bir güzellik katar.
2) Dünya hayatı sonsuz olan hayatı kazanmak için bir fırsattır, bir araçtır.
Bu dünyada niçin varolduğumuzun cevabını burada bulabiliriz. Ahiret hayatı ve hesap günü bu yüzden vardır. Bu hayatta sahip olduğumuz ve olmak istediğimiz her şey, aslında bizim daha iyi kulluk yapabilmemiz için birer araçtır; insanlara, insanlığa Allah için hizmet edebilmemiz için birer fırsattır.
Dünya hayatının gerçek anlamı ve tek amacı Allah’a kulluk etmek, yani Allah için insanlara faydalı olmaktır. Bunun dışındaki her şey, bu hizmette kullanacağımız araçlardır. Çoğu zaman mesleği, para kazanmayı, şöhretli olmayı, eşi, çocukları vb. hayatımızın gayesi ediniriz. Oysa niyetimiz, Allah’a kendimizi sevdirmek olduğunda da yine aynı gayretleri gösteririz. Dışarıdan bakıldığında hayatımız diğer hayatlardan farklı görünmez. Meslekte başarılı olmaya çalışırız; para kazanmaya gayret ederiz; iyi bir namımız olsun isteriz; eşimizle güzel bir beraberliğimiz olmasını dileriz; çocuklarımızın başarılı olması ve iyi bir hayat yaşamaları için çabalarız; çevremizdeki insanlarla ilişkilerimiz iyi olsun isteriz.
Ne var ki, insanın kendisi veya başkaları için çabalaması ile Allah için hizmet etmesi arasında çok önemli bir fark vardır. Allah sevgisi ile hizmet vermeye başladığımızda, diğer hayatlardan farklı görünmeyen hayatımızda, artık farklı olan niyetimiz ve maksadımızdır. Hak için halka hizmet; karşılıksız vermeyi, menfaat gözetmemeyi getirir. Yapılan hizmetin karşılığı âdil, şefkatli ve verici olan Allah’tan gelecektir. Bu anlayış ve kavrayış farkının insanın hayatına neler kattığını, nasıl bir huzur ve ferahlık verdiğini ancak bu niyetle gayret edenler bilebilir. Niyet ve gayretin sarsılmaz beraberliği, hayatı sanata dönüştüren püf noktasıdır.
Hakk’a hizmet için halka hizmet eden Allah dostları en zor işlerini bile iç sıkıntısına düşmeden büyük bir ferahlıkla yaparlar. Dünya dostları ise, en ufak işlerinde bile kaygı ve stres içinde boğulurlar. Bu iki tercih arasında gelgitler yaşayanlar ise, kararsız kalan niyetlerine göre bazen dünyayı taşırlar, bazen de dünya onları taşır. Her şeyi Allah için yapmayı öğrenene kadar bu böyle sürüp gider. Ama bu süre içinde hayatın bir sanata dönüşmesinin tadına varmışlardır. Böylece Allah’a kulluk etmenin mükâfatını bu dünyada da almışlardır.
Hayatı sadece kendisi için yaşayan, her şeyi kendi menfaati açısından değerlendirenler ise, sosyal başarıları ne olursa olsun ziyandadırlar. Ziyanları sadece şimdi yaşadıkları stres,kaygı, öfke ve üzüntü değildir, hesap günü de kaybedeceklerdir. Ancak orada iş işten geçmiş olacaktır. Nitekim Hicr Sûresi 3. ayetinde şöyle buyurulur: "...Bırak onları yesinler, eğlensinler ve boş ümit onları oyalayadursun; ilerde (kötü sonucu) göreceklerdir."
3) Hayat karşıt özelliklerin bir bütünüdür.
Dünya hayatında hayır-şer, doğru-yanlış, ümit-korku, değişenler-değişmeyenler hepsi birlikte bulunur. İçiçedirler, yani biri diğerinin içindedir. Bu yüzden hayr zannettiklerimizde şer; şer zannettiklerimizde hayır olabilir. Bazı noktalarda doğru-yanlış öyle içiçe girmiştir ki, bazen ayırdedemeyiz. Hayatta değiştiremeyeceğimiz şeyler vardır, değiştirebileceğimiz şeyler vardır.
Söz gelimi, en sevdiğimiz kişilerin ölümlerini engelleyemeyiz. Onları ebedî yolculuklarına uğurlarken gözyaşlarımızın içinde onlarla yaşadığımız mutlu günlerin sevinçleri saklıdır. Aynı şekilde, bir işi başardığımızda duyduğumuz sevincin içinde, verdiğimiz emeğin, karşılaştığımız engellerin sıkıntıları vardır. Hz. Mevlâna, hayatın bu karmaşık görünümünün bir imtihan olduğunu söyler. Ona göre imtihan "İşin dış yüzünde kalanlarla, işin iç yüzünü görenleri ayırdetmek için yapılmıştır" der.
Karşıt özelliklerden oluşan dinamik ve ahenkli bir bütün olma özelliğinden dolayı, hayat bize karmaşık ve anlaşılmaz görünür. Bazen bir kaosun içindeymişiz gibi bir duyguya kapılırız. Bu kaos görünümünün arkasındaki âhenge ulaşabilmenin tek şartı yine Kur’an’da verilmiştir: "Ey iman edenler! Allah’tan sakınırsanız O size, iyiyi kötüden ayırdedecek bir anlayış verir, kötülüklerinizi örter, sizi bağışlar. Çünkü Allah büyük nimet ve lütuf sahibidir" (Enfai, 29).
Burada Allah’tan sakınmak, zalim bir hükümdarın cezasından korkmak mânâsını taşımaz; Allah’tan sakınmak; O’nun yap dediklerini yapmamaktan, yapma dediklerini yapmaktan korkmak ve sakınmak mânâsındadır. İnsan sevdiği ve değer verdiğine, kaybetmekten korktuğuna lâyık olmaya çalışır. Hayatın bütün karmaşasını düzene koyan da bu İlâhî sevgidir.
4) Hayatta darlık ve genişlik zamanları vardır.
Kur’an’da, "(O günleri darlık ve genişlikleri) insandan insana döndürüp dururuz" (Âl-i Imran, 140) mealindeki âyet, hayatın bu gerçeğini ifade eder. Herkes, göreceli (izafi) olarak, bazen maddî, bazen psikolojik, bazen de her ikisinin birarada olduğu darlık veya genişlik zamanlarını yaşar. Kimse bu ayetin dışında bir hayat süremez. Darlık zamanlarında bile gönüllerinde genişlik bulabilen insanlar, yaşama sanatına kavuşmuş olanlardır. Peygamberimizin hayatı bu anlamda da yaşama sanatının en güzel örneğidir. Allah’a sevgi ile, güven ile iman etmek ve bu imanın şevki ile hizmet etmek, insana darlıklar içinde bile genişlikler yaşatır.
5) Hayatın bu özellikleri bütün insanlar için geçerlidir.
Başka bir hayat yoktur. Hayatın sözünü ettiğimiz özellikleri ve bunlara uygun işleyişler, bütün insanların iç ve dış dünyalarını kuşatmıştır. insanların bir kısmı bunu farkeder, bir kısmı farkedemez. Bu yüzden, "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" (Zümer, 9) âyetindeki gizli hikmeti bu gerçek için de geçerlidir. Ne var ki bilmek, bilinenlerle amel etmek sorumluluğunu gerektirir.
Dünya hayatının bu özelliklerini bilmeyen veya yeterince özümseyemeyen çoğu kimse Kur’an ve Sünnet ile bize vazedilen kuralların insanın hayatını sınırlandırdığını, katı bir çerçeve içine aldığını düşünür. Hayatın gerçek mânâsını ve maksadını yakalayamayanlar için bu böyledir.
Oysa bu sınırlandırmalar bizleri bu dünyada ve ahirette kötülüklerden korumak, iyilik ve güzellikleri yaşatmak için vardır. Evet, İslâm’ın getirdiği kurallar hayatımızı sınırlandırır; ama katı bir çerçeve içine almaz. Kur’an ve Sünnet’e uygun bir hayat, nefsimize bazı sınırlar koyar ve bizleri kötülüklerden korur. Kur’an’ın pek çok ayetinde bu hikmet açıklanmıştır."...Şüphesiz o size Rabbinizden belge, yol gösteren ve rahmet olarak gelmiştir. Allah’ın ayetlerini yalanlayanlardan ve onlardan yüz çevirenlerden daha zalim kimdir?" (En’am, 156) "... Kur’an âlemler için sadece bir öğüttür" (Yusuf, 104). "Bu Kur’an insanlara bir açıklama, sakınanlara yol gösterme ve bir öğüttür" (Âl-i imrân, 138). "Ey Muhammedi Kur’an’ı sana sıkıntıya düşesin diye değil; ancak Allah’tan korkanlara bir öğüt, yeri ve yüce gökleri yaratanın katından bir Kitab olarak indirdik" (Ta-Ha, 2-4).
İslâm’ın getirdiği kurallar (taatler ve masiyetler) insanı sınırlandırıyor gibi görünse de, aslında gerçek özgürlüğü getirir. Ruhu, nefsin esaretinden ve nefsin oyuncağı olmaktan kurtararak özgür kılar. Hayatın gerçek mânâsının tadına varanlar için bu davranış kuralları, sanki bir özsuyu, hayat iksirini (âb-ı hayatı) koruyan bir kabuk, bir zar gibidir. İşin kabuğunda kalanlarla, kabuğun içindeki özü tadanlar arasındaki fark, hayatı taşımak ve hayatı yaşamak arasındaki fark demektir. İşin kabuğunda kalanlar hayatı taşırlarken, kabuğun içindeki özü tadanlar hayatın, belki de daha zor geçen bir hayatın tadına vararak yaşarlar.
Bir Müslümanın Allah sevgisi ve Hz. Mu- hammed’in sevgisini yüreğinde taşımadan, gerçek anlamda İslâmiyet’i yaşaması mümkün değildir. Geçmiş asırlarda yaşamış ve bugün de yaşamakta olan, bizim adını bildiğimiz veya bilmediğimiz bütün mü’minler ile Allah dostları, Kur’an ahlâkı ile yaşayabilmek için Resûlüllah’ın hayatını gerçek bir sevgi ile kendilerine örnek almışlardır. Yaşamayı sanata dönüştüren sır burada saklıdır. Onlar, Hoca Ahmed Yesevi’nin şu hikmetinde sorduğu soruların doğru cevablarını bilen ve uygulayan kişilerdir:
Ümmet olup, Resûl değerini bildiniz mi?
Ten-can ile sünnetlerini yaptınız mı?
Resûl için ağlayıp inleyerek geçtiniz mi?
Kimler için geldi Resûl bildiniz mi? (Hikmet, 38)
Kişinin gönlündeki Allah sevgisi, sistemin güneşi gibidir. Nasıl güneş bütün gezegenleri yörüngesine oturtan, onların hareketlerini düzene koyan bir merkez ise, Allah sevgisi de insanın bütün duygularını, düşüncelerini, davranışlarını ve ilişkilerini öyle düzene koyar. Kısacası beraberinde Allah’a güvenmeyi ve Allah’tan sakınmayı da getiren bu gerçek sevgi, hayatımızı olağanüstü bir sanata dönüştürür.
Yazımı, Hz. Muhammed’in ahlâkında bize sunulan yaşama sanatının şifrelerini veren bir dua ile bitirmek istiyorum.

ALLAHIM!
Lütfet ki gittiğimiz yere barış götürelim,
Bölücü değil bağdaştırıcı, birleştirici olabilelim.
Nefret olan yere sevgi,
Yaralanma olan yere affedicilik,
Kuşku olan yere inanç,
Ümitsizlik olan yere ümit,
Karanlık olan yere aydınlık
Ve üzüntü olan yere sevinç saçıcı olmayı bize lütfet...
ALLAH’IM!
Kusurları görenlerden değil, örtenlerden;
Teselli arayanlardan değil, teselli edenlerden; Anlayış bekleyenlerden değil, anlayış gösterenlerden;
Yalnız sevilmeyi isteyenlerden değil,
Sevenlerden olmamıza yardım et.
Yağmur gibi, hiçbir şey ayırt etmeyip Aktığı her yere canlılık bahşedenlerden;
Güneş gibi hiçbir şey ayırt etmeyip Işığıyla tüm varlıkları aydınlatanlardan;
Toprak gibi her şey üstüne bastığı halde Hiçbir şeyini esirgemeyip, nimetlerini herkese verenlerden;
Ve gece gibi ayıp ve kusurları sarıp örten,
Âlemin dinlenmesine imkân hazırlayanlardan olmayı bize lütfet...
Alan değil veren ellerin;
Affedici olduğu için affedilenlerin;
Hak ile doğan,
Hak için yaşayan ve Hak ile ölenlerin Ve sonsuz hayatta yeniden doğanların Safına katılmayı bize nasip eyle.
AMİN!