Makale

Hicret: Sabır, Rahmet ve Huzurdur

Hicret:
Sabır, Rahmet ve Huzurdur

Doç. Dr. Fikret Karaman
Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı

Her insanın, üzerinde doğup büyüdüğü vatanına ve çevresine karşı bir sevgisi vardır. Gerçekten kişinin içinde yetiştiği aile ortamını, akrabasını, komşusunu ve arkadaşlarını birden terk etmesi kolay değildir. Çocukluk hatıralarının geçtiği yerler, oyun oynanan alanlar unutulamaz. Özellikle ilk göz ağrımız olan ev, sokak, meydan, cami, okul, mezarlık, dağ, orman ve ovalar zihnimizde iz bırakmıştır. Bunların her biri âdeta bizden, birer canlı varlık gibi şefkat, merhamet ve ilgi bekliyor. Bu nedenle her insanın doğduğu yere karşı bir hasreti vardır. Buna vatan hasreti veya sevgisi de denir. Günümüzde yaşanan göç olayları veya memleketimizden uzak kalma zorunluluğu da bu geleneğin bir uzantısı olarak beraberinde hüzün ve gariplik getirmektedir. Buradan hareketle yeni bir hicri yıla girdiğimizi hatırlatmak istiyorum. Aslında her hicri yılbaşı, hicret olayını düşünmek için önemli bir fırsattır. Bilindiği üzere 17 Aralık 2009 Perşembe günü; hicri aylardan 1 Muharrem olup 1431’nci hicri yıl dönümüdür. On dört gün sonra da 1 Ocak 2010 miladi yılbaşıdır. Bilindiği gibi hicri yılbaşı, ismini hicret olayından almaktadır. Zira hicret; İslam tarihinin akışını etkileyen önemli bir dönüm noktasıdır. Dolayısıyla dergimizin bu sayısında, hicret konusunu okuyucularımızla paylaşmayı uygun gördük.

Dinî ve tarihi geleneğimizde asıl hicret olayı; Hz. Peygamber (s.a.s.)’in Mekke’den Medine’ye göç etmesiyle başlamıştır. Bu nedenle hicret denince öncelikle dinî sebeplerle bir yerden başka bir yere göç etmek akla gelmektedir. Buna göre; Mekke’de İslam dini yayılmaya ve taraftarları artmaya başlayınca, müşrikler rahatsız olmuşlardı. Onlar, geleceklerini güvence altına almak için Müslümanlara karşı siyasi, ekonomik ve şiddet yönünden caydırıcı bir politika izlemeye başlamışlardır. Artık her geçen gün müminlerin hareket alanları daralmış ve işleri zorlaşmıştı. Sonuçta İslam’a gönül verenlerin, daha fazla mağdur olmamaları için hicret etmelerinden başka çare kalmamıştı. Zulme maruz kalan kimsesiz ve savunmasız Müslümanlar zaten bunu daha önce istiyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.s.) de birinci ve ikinci Akabe biatlerinden sonra genel bir hicret izni için Allah’a yalvarıyordu.

Bir müddet sonra Müslümanların Mekke’den göç edebileceklerine dair işaretler görülmeye başlandı. Hz. Peygamber (s.a.s.) bu hususu, gördüğü şu rüya ile ilk kez açıklamıştı:

“Ben rüyamda kendimi Mekke’den, hurmalıkları bol bir yere hicret ediyor gördüm. Birden baktım ki orası Yesrib (Medine)’dir. (Buhari; Menakibi’l-Ensar, 45) Bu hadis; Medine’nin yeşil ve yerleşime uygun bir yer olduğunu göstermektedir. Şüphesiz ki bu özellik, hicret için bir tercih ve kolaylık nedeni olmuştur. Ayrıca Medine; İslamiyet’in yayılması, savunmaya elverişli olması ve kervanlar için yol kavşağında bulunması; stratejik açıdan daha da önemli bir konuma gelmiştir.

Artık Mekke’de şartlar olgunlaşınca nazil olan bazı ayetler de hicret olayına izin vermiştir:
“Ve şöyle niyaz et: Rabbim! Gireceğim yere dürüstlükle girmemi sağla, çıkacağım yerden de dürüstlükle çıkmamı sağla. Bana tarafından hakkıyla yardım edici bir kuvvet ver.” (İsra, 80)

“Ey iman eden kullarım! Şüphesiz, benim yarattığım yeryüzü geniştir. O halde (nerede güven içinde olacaksanız orada) yalnız bana kulluk edin.” (Ankebut, 56)

“Hani kâfirler seni tutuklamak veya öldürmek ya da Mekke’den çıkarmak için tuzak kuruyorlardı. Onlar tuzak kuruyorlar, Allah da tuzak kuruyordu. Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır.” (Enfal, 30)

Her geçen gün Müslümanlara karşı uygulanan zulüm, işkence ve haksızlıklar artıyordu. Müşrikler, şimdilik Ebu Talib’in himayesinde bulunan Hz. Peygamber (s.a.s.)’e doğrudan müdahale etmekten çekiniyordu. Ancak intikam ve öfkelerini diğer Müslümanlara karşı yoğunlaştırmışlardı. Bu gelişmelere üzülen Hz. Peygamber (s.a.s.), istişarelerde bulunmuş ve müminlerin bu safhada Habeşistan’a hicret etmelerine izin vermiştir. Böylece Müslümanlar ilk kez gruplar halinde Habeşistan’a hicret etmişler ve dönemin hükümdarı Necaşi’den sıcak ilgi görmüşlerdir. Müşriklerce Habeşistan’a ulaştırılan bütün şikâyet ve olumsuz haberlere rağmen Necaşi, iyi niyetini korumuş ve ülkelerine hicret eden Müslümanları koruyacağını açıklamıştır.

Hz. Muhammed (s.a.s.) ve onun yanında yer alan müminler hakkında bilgi almak üzere heyetin başkanı Cafer bin Ebu Talib’e konuşma fırsatı verilmiştir. Cafer söz alınca; Hz. Peygamber ve Mekkeli Müslümanlar hakkında şöyle konuşmuştu: “Ey yüksek makam sahibi olan hükümdarım! Biz putlara tapınır ve onlara ibadet ederdik. Zulüm, haksızlık, içki, kumar, faiz ve merhametsizlik aramızda çok yaygındı. Fakir ve yetim başta olmak üzere kimsesizlere acımazdık. Kuvvetliler zayıfların hakkına tecavüz etmekten zevk alırlardı. Böylece her türlü kötülük içimize girmişti. İşte o sırada Yüce Allah halimize acıdı. Bize lütfu ve merhameti bol olan bir peygamber gönderdi. Daha önceden onun doğruluğunu, dürüstlüğünü, ahlakını ve emanete riayetini biliyorduk. Bu Peygamber bize, Allah’a inanmayı ve ibadet etmeyi öğretti. Putlara tapmaktan alıkoydu. Bütün kötülüklerden uzaklaştırarak iyiliklere yöneltti. Helal ve haramı bize öğretti,” (İbn-i Hişam; es-Siyretü’n-Nebeviye, c. 1; s. 322) Hükümdar bu sözleri sonuna kadar dinlemiş ve aldığı bu cevaplar karşısında gözyaşlarını tutamayarak ağlamaya başlamıştır. Sakalından damlayan yaşları sildikten sonra Hz. Peygamber (s.a.s.) için saygı dolu sözler sarf etmiş ve buraya kadar gelen Müslüman göçmenleri sonuna kadar himaye edeceğini açıklamıştır.

Bir müddet sonra Hz. Peygamber (s.a.s.)’in de Medine’ye hicret etmek üzere izin çıkmıştı. Fakat ayrılmak kolay değildi. Çünkü o; doğup büyüdüğü Mekke’yi çok seviyordu. Çocukluğu ve gençliği burada geçmişti. Muhammedü’l emin unvanını burada almıştı. Hacerü’l-Esved’in yerine konulmasındaki kanlı tartışmayı, burada sona erdirmişti. İlk kurulan erdemliler meclisine burada üye olarak kimsesizlerin hakkını savunmuştu. Nübüvvet görevi şehrin birkaç kilometre ötesinde bulunan Hira dağında verilmişti. Akabe biatleri ve insanlar arasındaki dostluk ilişkileri burada başlamıştı. En büyük mucize olan Kur’an burada nazil olmuştu. Miraç ve ayın ikiye bölünmesi olayı burada meydana gelmişti. İlk İslam güneşi burada doğmuştu. İşte bu hatıraların yaşandığı yerden ayrılmak gerekiyordu. Zorlukları aşmak için buna katlanılacaktı. Beklenen gün ve saat geldi.

Mekke’nin dağı taşı yasa bürünmüştür. Çünkü Allah’ın sevgili elçisi ayrılmak üzeredir. Artık o, son hüznünü ve hasretini bindiği devesinin üzerinde şöyle ifade ediyordu:

“Ey Mekke! Allah’a yemin ederim ki sen yeryüzünün en hayırlı bir parçasısın. Ve Allah’a en sevimli bir şehirsin. Eğer ben şefkatli kucağından zorla çıkarılmamış olsaydım, kesinlikle isteğimle buradan ayrılmazdım.” (M. Asım Köksal; İslam Tarihi, Mekke Devri, s. 412) Evet bu sözler; Mekke’nin faziletini ve Hz. Peygamber (s.a.s.)’in yıllarca yaşadığı bu şehri terk etmenin zorluğunu göstermek bakımından önemlidir. Hal böyle olunca nerede ve hangi şartlarda olursa olsun her insanın yaşadığı ve alıştığı çevreden uzaklaşmanın zorlukları anlayışla karşılanmalıdır. Çünkü vatanından ve tanıdığından ayrı düşmek, insanlarda bir hüzün, hasret ve hicran meydana getirmektedir. Fakat sabır ve tahammül gösterilmesi halinde zamanla rahmet, bereket ve huzura ulaşılabilir.

Hicret, bir bakıma insanlığın ortak bir kaderi olup herkes az veya çok bundan nasibini almıştır. Şu kadar var ki en çok çile ve zahmet çekenler; sırasıyla peygamberler ile Allah’a kulluk etmekte dereceleri yüksek olan insanlardır. Bu bağlamda Kur’an-ı Kerim de önceki peygamberlerin; inkâr edenler tarafından hicret etmeye nasıl zorlandıklarını ve inançları uğruna yurtlarını bırakıp başka yerlere gittiklerini haber vermektedir. Doğal olarak peygamberler, hicret edince onlara inanan müminler de beraberlerinde hicret etmişlerdir.

Hz. İbrahim; kavminin kendisini ateşte yakma teşebbüsünün ardından “Doğrusu ben Rabbimin emrettiği yere hicret ediyorum” (Ankebut, 26) demiş ve önce Filistin’e, ardından Mısır’a göç edip daha sonra da Ken’an diyarına yerleşmişti. Hz. Lut da peygamberlik görevini yaparken kavminin azgınlığına ve taşkınlığına tahammül edemeyince Allah’tan aldığı bir emirle bir gece vakti inananlarla birlikte yurdundan çıkmış, arkasına dönüp bakmadan gitmesi istenen yere gitmişti. Hz. Şuayb ve kendisine inananlar da kavmi tarafından sürgüne zorlanmışlardır: “Ey Şuayb! Kesinlikle seni ve seninle beraber iman edenleri memleketimizden çıkaracağız yahut dinimize döneceksiniz.” (A’raf, 88)

Hz. Musa (a.s.) da karşılaştığı problemleri aşmak amacıyla bir gece Mısır’dan çıkmaya başlamış, peşlerine düşen Firavun ve ordusu denizde boğulmuştur: “(Firavun’un imana yanaşmaması üzerine) Musa’ya, “Kullarımı (İsrailoğullarını) geceleyin Mısır’dan yürütüp çıkar. Yakalanmaktan korkmaksızın, endişe etmeksizin onlara denizde kuru bir yol aç” diye vahyettik.” (Ta-ha, 77–78) Benzer örnekleri çoğaltmak mümkündür. Ancak biz, yazımızın hacmi gereği bu kadarıyla yetinelim.

Sözü tekrar hicret olayına getirmek istiyorum. Her ne kadar hicretin başlangıcında zorluklar olsa bile sonucu huzur, bereket ve rahmete dönüşmektedir. Gerçekten Hz. Peygamber (s.a.s.)’in Mekke’den Medine’ye hicretiyle İslam tarihinde yeni bir devir başlamıştır. Buradaki olay, sadece bir yer değişikliğinden ibaret değildir. Esas itibarıyla hicret, İslam’ın daveti, tebliği ve siyaseti açısından bir dönüm noktasıdır. Bu nedenle muhacirlerin faziletinden bahseden ayet ve hadisler bulunmaktadır. Nitekim şu ayet-i kerime de konumuza ışık tutmaktadır: “İslam’ı ilk önce kabul eden muhacirler ve ensar ile iyilikle onlara uyanlar var ya, Allah onlardan razı olmuş; onlar da O’ndan razı olmuşlardır. Allah, onlara içinden ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük başarıdır.” (Tevbe, 100)

Hz. Peygamber (s.a.s.) de ensara karşı yaptığı bir konuşmada; “Eğer hicret şerefi ve fazileti olmasaydı ben muhakkak ensardan bir fert olmak isterdim.” (Müslim; Zekat, 139) diyerek muhacirliğin yerini ve önemini vurgulamışlardır. Bu nedenle tarih boyunca Müslümanlar; hicrete ve muhacirlere büyük saygı duymuşlardır. Nitekim sahabeyi tabakalara ayıran İslam bilginleri de öncelik sırasını daima muhacirlere vermişlerdir.

Hicretin İslam toplumuna getirdiği en önemli katkılardan biri de; muhacir ve ensar arasında bir kardeşlik bağını, tesis etmesidir. Bu fiili durumla, tarih boyunca müminler arasında birlik, beraberlik ve sosyal yardımlaşma geleneği oluşmuştur. Diğer bir ifadeyle hicret sayesinde sosyal hayatta barış ve güven ortamı sağlanmıştır. Çünkü Müslümanlar artık hem yeni bir yurt edinmişler hem de idari, siyasi, hukuki ve iktisadi anlamda tam bir serbestliğe kavuşmuşlardır. Böylece hicretten sonra gün geçtikçe kuvvetlenen devlet otoritesi, İslam’a duyulan ilginin artmasını sağlamıştır. Kabileler ve aşiretlerle yapılan görüşmeler sonucunda gerçekleşen toplu ihtida olaylarıyla hızlı bir yayılma sürecine girilmiştir. Ayrıca hicretle birlikte Müslümanların iktisadi ve ticari imkânları da genişlemiştir. Hicretin Mekke fethiyle sona erdiği ifade edilse de, onun dinî, kültürel ve sosyal yönü hayat boyunca devam etmektedir. Nitekim uygulamada da benzer olaylarla sıkça karşılaşılmaktadır. Özellikle çağımızda çalışmak, öğrenim görmek ve bilimsel araştırmalarda bulunmak amacıyla ülke içinde ve ülkeler arasında bir hareketlilik söz konusudur. Dolayısıyla bu mobil hayatın akışına tabi olan herkes bulunduğu yerde ibadetlerini ve inançlarını serbestçe ortaya koymalıdır. Daha da önemlisi çevresiyle barış ve huzuru paylaşma fırsatını değerlendirmelidir.