Makale

İlk Namaz

İlk Namaz

Yrd. Doç. Dr. Fikret Uslucan
Giresun Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi

Oğluna sabah namazının kaç rekât olduğunu, kaçının sünnet kaçının farz olduğunu, önce hangisinin kılınacağını tatlı bir ses tonuyla bir kere daha anlatır. Ellerini annesi gibi göğüs hizasına kadar kaldıran evladına erkeklerin ellerini kulaklarına kadar kaldırması gerektiğini ikaz eder.

Bazı yazarların, şairlerin, sanatçıların, bilim insanlarının hatıralarından onların ilk dinî eğitim ve terbiyelerini, pek çok konuda olduğu gibi, annelerinden aldıklarını okuruz. Bu eğitim çoğu zaman ders veren bir otoriteyle birleşmiş anne şefkati şeklinde verilir.
Ömer Seyfettin, hatıralarında değil ama hatırlarının kaynaklık ettiği hikâyelerinden olan İlk Namaz hikâyesinde, daha küçük bir çocukken annesinin kendisini sabah namazına nasıl kaldırdığını, kendisine namaz kılmayı nasıl öğrettiğini, bunu yaparken nasıl bir melek gibi şefkat gösterdiğini anlatır. Yazar, çocukluk hatıralarını hikâyeleştirirken, di- daktik bazı amaçlarından söz edilebilse de, hiçbir peşin fikir veya tez karıştırmaksızın yazmış, sanki çocukluğunu tekrar yaşıyormuşçasına olayları oldukça samimi bir şekilde işlemiştir. (Recep Duymaz, Ömer Seyfettin, Çocukluk Cenneti, Gönen Hikâyeleri, Can Yayınları, İstanbul 2006, s. 70.)
Yazar bu hikâyesini, Kuşa-dası’nda, askerlik mesleğinin ilk yıllarında yazmıştır. İlk Namaz hikâyesi önce 28 Ocak 1905’te İzmir Gazetesinde, daha sonra 17 Eylül 1906’da Musavver Eşref’te neşredilmiştir. Harf İnkılabından sonra Ömer Seyfettin’in hikâyeleri Latin alfabesine aktarılırken “Laikliğe aykırı olması” gerekçe gösterilerek İlk Namaz hikâyesi yeni harflerle yayınlanmaz. (Recep Duymaz, age, s. 68.) Hâlbuki bir araştırmacı bu hikâyeyi, “Müslüman hayatının mesut bir tarafını veren güzel bir geçmiş zaman hikâyesi” olarak nitelendirir. (Ömer Faruk Huyugüzel, Ömer Seyfettin’in İzmir Yılları ve Bu Devirde Yazdığı Hikâyeler, Doğumunun 100. Yılında Ömer Seyfettin, Marmara Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul 1984, ss. 88-89.)
Hikâye, soğuk bir kış günü sabahleyin uyanan anlatıcının (okuyucularım isterlerse “anlatıcı” yerine “Ömer Seyfettin” diyebilirler) sabah namazı vaktinde uyanmasıyla başlar. O soğukta abdest alan anlatıcı, pencereden dışarının karanlığını seyrederken çocukluk yıllarını, bir melek olarak tahayyül ettiği annesinin kendisini sabah namazı için uyandırışını, kendisine nasıl abdest aldırdığını sonra birlikte nasıl namaz kıldıklarını, annesinin namazı nasıl öğrettiğini hatırlar. Bu hatırlama vesilesiyle hikâyede bir zaman kırılması olur ve geçmiş anlatılmaya başlanır.
Anne, oğlunun yatağına gelerek sol kaşının üzerinden öper, ince parmaklarıyla tarar gibi saçlarını okşar, terliklerini giydirir. Bu arada soba çoktan yakılmıştır. Evin hizmetçisi Pervin de namaza kalkmıştır. Pijamanın kolları anne tarafından sıvanır, (bugünkü gençler için artık bir şey ifade etmeyen) abdest leğeni ve ibrik hazırdır. Anne yorulmaması için küçük bir iskemleyi oğlunun altına koyar. Pervin ılık suyu çocuğun (küçük Ömer’in) eline dökerken anne, oğluna besmele çekmesini tembihler. Hangi uzvunu kaç kere ve nasıl yıkayacağını anlatır. Unuttuklarını hatırlatır. Anne seccadeyi serer, kendi başına başörtüsünü bağlar. Oğluna akşam öğrettiklerini unutup unutmadığını sorduktan sonra sabah namazının kaç rekât olduğunu, kaçının sünnet kaçının farz olduğunu, önce hangisinin kılınacağını tatlı bir ses tonuyla bir kere daha anlatır. Ellerini annesi gibi göğüs hizasına kadar kaldıran evladına erkeklerin ellerini kulaklarına kadar kaldırması gerektiğini ikaz eder. Namazdan sonra nasıl dua edeceğini soran oğluna “Önce Müslüman olduğu için hamdetmesini, sonra Allah’ın vatanını koruması için dua etmesini daha sonra da hasta ve muhtaç Müslümanların sıhhat ve selameti için dua etmesini” söyler.
Daha sonra mektep saatine daha çok vakit olduğunu söyleyen anne, oğlunu kendi yatağına yatırarak kendisi Kur’an okumaya başlar. O Kur’an okurken oğlu yattığı yerden onu seyreder.
Anlatıcı, bunları hikâye ettikten sonra on beş sene evvelki kendisiyle, yani annesinden namaz kılmayı öğrenen kendisiyle hâldeki kendisini mukayese eder. İçinde bulunduğu durumdan memnun değildir. Kendisini ulaşamayacağı emellerinin ardında koşan, kirlenmiş bir insan olarak görür.
Anlatıcının bu kıyaslamayı yapabilmesi yıllar önce annesinin sabır ve şefkatle yavrusuna abdest almayı, namaz kılmayı, vatanı ve milleti için dua etmeyi öğretmesi vesilesiyledir. O, ya bunları öğrenemeseydi. Ya o anne yavrusuna bunları öğretebilecek donanıma sahip olmasaydı. Hangi eğitim ve öğretim kurumu bu değerleri bir annenin, müşfik bir annenin öğrettiği gibi öğretebilir?
Bu hikâye, bize Yahya Kemal’in Yazıcıoğlu’nun Muhammediye’sini okuyan annesinin şair üzerinde bıraktığı tesiri anlatan hatıralarını, Atik-Valde’den İnen Sokakta başlıklı şiirinin sonunda yer alan ve namazsız oruçsuz oluşundan duyduğu üzüntüyü dile getiren, hiç değilse üzülmesine şükreden “Onlardan ayrılış bana her an üzüntüdür;/ Mademki böyle duygularım kaldı, çok şükür.” şeklindeki mısralarını ve Ezansız Semtler başlıklı yazısını hatırlatmaktadır.
Yahya Kemal, Ezansız Semtler’de ezan sesi duyulmayan İstanbul semtlerinde büyüyen Türk çocuklarının geleceği için kaygılanmaktadır. Bugün belki ezan sesi duyulmayan semt çok az. Ancak, anneler çocuklarına dinî bilgileri, millî kültürü öğretebilecek seviyede mi? Anne ile evlat arasındaki maddi ve manevi yakınlık, annenin öğrettikleri bir süre sonra, bir zaman sonra uygulanmasa bile, hikâyede görüldüğü gibi, işlendiği yerden sökülüp yitmemekte.